Levinas’tan gelen bir mektup, bir inceleme yazısı. Daha önceden dikkatimi çekmeyen bir konuda düşünmeme neden oldu.
… İnsanın Tanrı’ya karşı olan kabahatleri Kefaret Günüyle bağışlanır; insanın başkasına karşı kabahatleri Kefaret Günüyle bağışlanmaz, meğerki öncelikle o kişinin gönlünü almamış olsun. [1]
Kutsal metin anlatımlarında tartışılmaz en yalın olarak bilinen ama anlamı sorgulandığında en bilinmez ve karmaşık olan yapı/kavram/olgu vs. Tanrı’nın kendisidir. Tanrı’nın sözlerinin veya Tanrısal olan sözlerin mahiyeti ve erekselliğini anlama üzerine harcanan çaba ve elde edilen neticeler, Tanrının kendisini anlama konusunda yetersiz kalır. Böylece Tanrı dolaysız olarak herkesin bildiği ama düşünce dolayımına sokulduğunda en belirsiz olanı ifade eder.
Varoluşun(un) taşıdığı sınırsız gizem ve anlaşılması yolundaki karmaşıklık kişiyi ister istemez bir bilinmezliğe sürükler. Tüm bilinir yanlarına karşın, özündeki bilinmezlik bilinir olan her şeyin şüphe edilir olmasına neden olur. Bundan dolayı insan belki de bilinmesi en zorunlu gerçeğin hakkını veremeyerek; Tanrıyı veya kendi asıl varoluşunu bilemeyerek günahkârdır ve tüm insanlık bu günah altında eşittir. En nihayetinde Tanrı, zâtı bakımından bilinmez olduğundan tüm günahlar masum birer hataya dönüşür. Tam bu noktada soru şudur; İnsanı bu zorunlu günahkârlığın elinden kurtaracak “Tanrısal bağışlanmanın” sınırları nedir?
İnsan tinsel/ruhsal varlıktır. Ne olursa olsun ruhun bir tecellisine göre etkindir ve ona göre eylemdedir. Tinselliğin insandaki en yalın ve kapsayıcı görünüşü bilinçtir. Bilincin farklı görünüşleri ve işlevine göre farklı seviyeleri olsa da, insan kaçınılmaz olarak bilinç varlığıdır. Bu da bilincin tüm eylemlerine eşlik ettiği anlamına gelir. Böyle olduğunda bilinçsiz veya istem dışı meydana gelmiş bir suçtan söz edilemez. Öyle ki her eyleminde bilinçli olan insan, işleyeceği her nevi suçtan da sorumludur.
Yine de ciddiyet arz eden suçları zararsız basit suçlardan ayırma gerektiği, suçu bir hiyerarşi altında tanımlama gereği duyurmuştur.
İbrahimî dinlerin mitsel anlatımlarında anılan ilksel günah, basit bir itaatsizliğin neden olduğu ağır kayıpları ortaya koyar. Havva kendisine bildirilmeyen bir buyruğa tabi olmayarak hata işler. Öyle ki, kendisine doğrudan bildirilmeyen bu buyruk, ona eşi tarafından bildirilmiştir. Teolojik varoluş hiyerarşisine göre Havva Yaratıcının (Halik) değil ama mahlûkun sözünü dinlemiştir. Yasak olana karşı kendisinde uyanan meraka yenik düşerek buyruğu ihlal ettiğinden bu bir hatadır. Lakin Âdem’in durumu böyle değildir.
Havva ile aynı eylemde bulunmadan evvel hatalı olan eylemi görmüş, onun yanlışlığına tanıklık etmiş ve bilerek, isteyerek aynı eylemde bulunmuştur. Dolayısıyla bu bir hata değildir. Hata en azından o anki anlık bilinçsizliği gerektirir. Âdem ise Havva’nın bilinçsizliğini taşımaz. Âdem hatalı değil, suçludur. Zira Tanrı ile aralarındaki anlaşmayı ihlal etmiştir.
Bu suç toplumsallığa, hukuksal bir zemine işaret eder. Her suç bir düzen ihlaline işarettir. Yine de suç, günaha göre daha bir konumdadır. Hukukun belirlenmiş olduğu sınırların dışına çıkmak ve o sınırları ihlal etmek suçtur. Karşılığı vardır ve cezası çekildiğinde veya tanzim edildiğinde hükmü kalkar. Günah ise varlıksaldır. Âdem’in hikâyesinde yasak meyveyi yemesi günaha değil, suça işaret eder. Âdem şöyle der: “Yanıma verdiğin kadın o ağaçtan bana verdi, ve yedim”. Tanrının kendisine bu suçu neden işlediğini sorması üzerine, suçun müsebbibini Havva ve onun yaratanı olduğunu söylemesi ise günahtır.
İnsan, tüm eylemlerinin bilincindedir ve bu bilinçliliği ile de günahkârdır. En bilinçsiz görünen durumlarda dahi kendinde meydana gelen davranışların temelini kabullendiği ve karakterine dönüşmesine izin verdiği için bilinçli ve suçludur.
Lâkin her nevi suç veya günah dışarıdan, olgunun dışında kalarak bakıldığında tanık olunanın aksine tam bir bilinçsizliği de barındırır. Bilinç her suça eşlik eder ama her suç en temelde insan bilgisini ve anlığını aşan daha derin bir bilgisizlik durumunu barındırır. Bu bilinçsizlik Tanrının; yani insanın varlık bütünlüğünün bilinmezliğindendir. Allah’ın zâtı bilinmez olduğundan, ondaki yaratımın ve varoluşun gizli ve aşkın planı bilinemez.
Nihayetinde suç (ve kötülük) bilgisizlik ve bilinçsizliktir. İnsanın gerçekten suçlu olabilmesi için Tanrısal planın tamamına ârif ve hâkim olmasını gerektirir. Bu nedenle günahı, seçme hürriyetine sahip olan kâmiller ve ihtiyarlar işleyebilir. Sıradan insan ise günah işleyemez, ancak suç işleyebilir.
Tanrı (kutsal metinlerin bildirdiği kadarıyla) bağışlaması nihayetsiz olandır. Gaffardır, Rahimdir vb. Ancak kutsal metinler bu bağışlanmanın Tanrı ile insan arasında vâki olacağının altını çizerler. Tanrı kendisine karşı işlenen suçları bağışlar. Bağışlanmanın yolunu işaret eder. Riyazet, oruç, tövbe vb. bir kefaret karşılığında Tanrı’nın koşulsuz olarak günahları bağışlayacağına işaret edilir. Üstelik bu temrinlerin günü, saati dahi bellidir. Tanrı o saat geldiğinde, ne olursa olsun kefaret takdimesini arz eden veya kendisi kefaret olanı affeder.
Bu nevi bağışlamada Tanrı sınırsız rahmet gösterir. Ancak Tanrı insanın insana olan kötülüğünü, suçunu vs. bağışlamada çaresizdir. Bu çaresizliği bir kulunun diğer kuluna üstün olmamasından kaynaklanır. Tanrının rahmeti adaletsizliğe vesile olmaz. İnsanın insana olan suçunu ancak mağdur kişinin kendisi kaldırabilir. O dahi tam bir bağışlama değildir. [2]
Gerçekten bağışlanabilmenin yolu failin aynı suçun muhatabına dönüşmesiyle mümkün olur. Af dileyen kişi bunu gerçekten istediğinde tüm kalbiyle günahın kendisinden kalkması için yakarmalıdır. Bu yakarış samimi bir mahiyette olduğunda, kişinin duası davete intikal eder ve şöyle demiş olur: “Bu suçumun muhatabına dönüştür ki ben, beni affedebileyim”. Ve bağışlanabilmek için bu zilleti kendi üzerine çeker. Bu felaket durum tümden bağışlanmanın yegâne yolu gibidir.
“… Rabi bir gün bir kasapla atıştı. Yom Kipur’un arifesinde bu adam onun evine gelmedi. O da dedi ki: “Ben gidip onun gönlünü alacağım.” Yolda Rabi Huna onunla karşılaştı. Ona “nereye gidiyorsun üstadım?” dedi. Biriyle barışmaya diye cevap verdi. O da dedi ki: “Abba birini öldürecek.” Yine de gitti. Kasap oturmuş bir hayvan başını çekiçle dövüyordu. Gözlerini kaldırdı ve onu gördü. Ona dedi ki: “Git buradan Abba, seninle işim yok.” Başı çekiçle döverken bir kemik fırlayıp boğazına saplandı ve onu öldürdü.” [3]
Levinas’ın Tora’dan yola çıkarak bulduğu mesihî tutum, ki Îsâ’nın söyleminin özü tamamen budur; Tanrı’nın bağışlayıcılığına dayanır. Öyleyse kişi, kendisine karşı suç işlediği insanın bağışlamasını Tanrıdan diler gibi dilediğinde ve Tanrı’ya yakardığı gibi yakardığı ve ona kefaret verdiği gibi verdiğinde, bunu gerçekten samimi bir kalple yaptığında orada tevekkül ettiği Tanrıdır. Bu durumda bağışlamayan Tanrı’ya karşı durmuş olur.
Referanslar:
[1] Talmud, Yoma Risalesi 85a-85b. (Emmanuel Levinas, Dört Talmud Okuması. s.23)
[2] Bilindiği üzere şeriatta kısas esastır. Suç teşkil eden eylemin suçluya doğrudan aynı eylemin uygulanmasını gerektirir. Göz çıkaranın gözü çıkarılır, kol kıranın kolu kırılır. Bu durum suçu kaldırsa da suçluluğu kaldırmaz. Bunun için İslam Peygamberi Allah’ın kullarına şeriatın hak olduğunu ama yine de suçun kefalete dönüştürülmesinin Allah’ın indinde daha makbul olacağını bildirir. Bu tavsiyesi İbranî geleneğinde [2] şöyle yer alır; Allah kullarının zarar görmesini ve gözü çıkmış bir yerine iki kulu olmasını istemez. Muhammed bir adım da ileri giderek bir beklenti olmaksızın bağışlamanın mümin için daha hayırlı olduğunu ve mükâfatın Allah’tan geleceğini bildirir.
[3] Talmud, Yoma Risalesi 85a-85b. (Emmanuel Levinas, Dört Talmud Okuması. s.24)