“ Bizler astrologlara elzem olmayan şeyler hakkında danışmak için gideriz. Birisi astroloğa gidip ne zaman iş bulacağını danışır. Senin iş durumunla Ay’ın yahut yıldızların bir ilişkisi yoktur. ”
– Osho
Astroloji, tüm sanıların ötesinde lojik olarak bir bilimin adıdır. Onun kendini dayandırdığı bilimsellik, her ne kadar tümden hurafelere ve boş inançlara itilmeye çalışıldıysa da temeli tümden varlığın doğası ile ilgilidir. Astroloji sıradan varsayımlar üzerine veya bulutsuz bir gökyüzünün hayalperestlerde uyandırdığı fantezilere dayanmaz. Astroloji, bir bilim olarak, kendini varlıksal (ontik) olanın bütünlüğü ile temellendirir. Ve en temel savı şudur, varlık parçalardan oluşmadığı ama gizil bir bütünlük taşıdığı için tikel nesnelerinin ardında tüm varoluşun birliğini gizler. Bunu insandan gizler, çünkü bu hoyratça sunulmayacak özel bir bilgidir. Bu özel bilginin edinilmesi, yine özel bir bilme ile mümkün olur; hikmet. Ve insanın yeniden onu, yani kendi başlangıcını keşfetme isteği, mistik olanın, yani “kendinde doğanı” keşfi olacaktır. İşte astrolojinin büyük gizi budur!
Doğa, Hegel’in ve ardılı olan idealistlerin panteistlerden ayrıldığı bir sav olarak ruhsuzdur. Ve doğa, tinin karşıtıdır. Bununla tin, doğanın ruhu ve onu önceleyen arı-bilinçtir. Yani tin, doğayı var eden, sonra da onun içine işleyen akıldır. Bu nedenle de biz aklımızı bedenimizin içinde olduğu izlenimine varırız. Basit bir duyumsamayla da ölümün, yani beden ölümünün ruhu da varoluştan sileceğini duyumsarız. Bu duyumsamalar harici ölümlerin insanda uyandırdığı tedirgin edici izlenimlerden kaynaklanır. Bir insan ölür ve artık o soğuk ve işe yaramazdır. Yapılabilecek en iyi şey onu gizlemek ve toprağın altına saklamaktır. Gerçekte ise ölümün ardından tinsel olanın; aklın, düşüncenin, ruhun, manevi olanın vs. başına ne geldiğini bilmeyiz. Buna dair bir bilgimiz yoktur. Bununla ilgili inançlarımız vardır.a bulutsuz bir gökyüzünün hayalperestlerde uyandırdığı fantezilere dayanmaz. Astroloji, bir bilim olarak, kendini varlıksal (ontik) olanın bütünlüğü ile temellendirir. Ve en temel savı şudur, varlık parçalardan oluşmadığı ama gizil bir bütünlük taşıdığı için tikel nesnelerinin ardında tüm varoluşun birliğini gizler. Bunu insandan gizler, çünkü bu hoyratça sunulmayacak özel bir bilgidir. Bu özel bilginin edinilmesi, yine özel bir bilme ile mümkün olur; hikmet. Ve insanın yeniden onu, yani kendi başlangıcını keşfetme isteği, mistik olanın, yani “kendinde doğanı” keşfi olacaktır. İşte astrolojinin büyük gizi budur!
Astroloji tin ile doğanın kopukluğunu kabul etmez. Kâinat, akıllıdır. Akılı kendindedir veya tümel bir akıl ile dolaysız bağ içindedir. Bu pek önem taşımıyor. Önemli olan şudur; tüm olup bitenlerin ardında doğa yani varoluşların bütünlüğü dirimlidir. Yani hiçbir şeyin nedeni kendinde değildir ve her şey bir nedenin, “asıl nedenin” uzantısıdır. Modern bilim burada çıldırır. Zira modernizm kendini tikel aklın egemenliğine bağlamak istediğinden ister istemez zaten çıldırmaya meyillidir. Bugün adına “bilim” denilen pozitif bilimler için akıl, ölçülebilirliktir. Ancak teorilerinin neredeyse hiçbiri ölçülebilir olandan gelmez. Big Bang teorisi ölçülebilir midir? Bu bir teoridir, bir varsayımdır. Ama Tanrısal bir buyruk gibi kabul görmesi istenir. Hâlbuki bu sav kâinatın bir Tanrı tarafından, yani tümel bir akıl tarafından yaratılmış olmasından daha tutarlı da değildir.
Dinler görünmeyene olan bağlılığı telkin eder. Bu telkin ile kişinin görünmeyeni bir süre sonra görebileceği üzerinde durur. Tanrıdan, ölümden, meleklerden, vahiyden, mucizelerden bahseder. Bunlar elle tutulamaz olanlardır. Bilimin ise nesnesi varoluş nesneleri olduğundan, yani duyular için somut olanla başladığından savlarının daha tutarlı olduğuna iman edilir. Zira içinde yaşadığımız bir kâinat vardır. Ve bu var olanın nasıl varoluşa geldiğine dair öne sürümlerde bulunmak kimseye şaşırtıcı gelmez. Ama Tanrının, yani bir gözle görünemez ve hissi müşterek ile duyumsanamaz olan kudretin yaratışı mantıktan uzak ve çelişkili bulunur. Oysa Tanrı, (bir kudret veya bir kavram olarak) her şeyden evvel aklî ve iradî bir mahiyette olduğundan, bilim taparların tam da asıl ilkesini teşkil eder. A. Comte sonrası gelişen modern bilim, dinin ve onun inanırlarının inanç karşısında akla gerektiği önemi vermediği iddiasında bulunur. Oysa dinin kozmolojik ve kozmogonik temeli akıldır. Ve daha da önemlisi bu akıl soyut olmayıp bir öznesi vardır. Aklı paradigmalarının merkezine alan bilimler ise öncelikle bu aklı reddederek, belirsizliğe ve tesadüflere yönelirler.
“Bilim adamları eskiden bunların rastlantıdan ibaret olduğunu savunuyordu. Rastlantı ‘ şans’ demektir. Demek ki bir ayağın görmeye, elin de duymaya başlama şansı vardır. Oysa hiçbir şey rastlantıya bırakılmış gibi görünmüyor; her şey belli bir düzen içinde, önceden ayarlanmamışçasına gelişiyor. Astroloji daha bilimsel bir sava sahiptir. O, her şeyin tohum içinde hazır beklediğini söyler. Astrolojiye göre tohumu incelediğimizde, onun dilini keşfetmeyi, şifrelerini çözmeyi başarıp da ona, “senin niyetin nedir?” diye sorabilirsek, insanın taslağını da bütünüyle çıkarmamız mümkün olabilir.” – Osho [1]
Doğanın kendine ait bir aklı olması anlamsızdır. Doğa akıllı değildir. Doğanın kendine ait bir aklının olduğunu ileri sürmek tutarsızlıktır. Ama doğayı da kaplayan bir aklın varlığından söz edebiliriz. Doğanın kendi aklı yoktur ama tümel aklın içindedir veya ona tabidir, diyebiliriz. Zira akıl parçalanmaz. Akıl bir bütündür ve anlayışının kudretine göre katmanlara ayrılır. Tasavvuf sohbetlerinde dem vurulan “aklın mertebeleri”, aklın çokluğuna değil, ama farklı görünümleri altında aklın bir ve bütün olduğuna işaret eder. Bu akıl insana ait değildir. Aklın mertebelerinin en nihayetinde yer alan akl-ı Sultânî insana ait değildir. Akıl, zâten insana ait değildir. İnsan akıldan nasibi ölçüsünde pay alır. Halk arasında “aklını kaçırmak” diye tabir edilen durum, insanın akıl melekesi ile olan bağlarını yitirmesidir. Akıl, asla insanın değildir. İnsan, ancak onunla bağ kurar ve onun nimetlerinden yararlanabilir. Aklın maişeti, teslimi veya nûru insana değil, aklın kendisine aittir ve akıl Allah’ındır. Burada Allah ismi ile işaret edilen mukaddes zât, akl-ı Sultânîdir. Böylece akıl tektir ve onun kudreti varlığın künhüne yayılmıştır. Ve varlığın her zerresi bu akıldan nimetlenir.
İbn’ül Arabî, Abdülkerim Cîli, Niyâzî Mısrî gibi birçok sûfî feleklere ait deneyimlerini aktarırlar [2] . Bu deneyimler akıl dışıdır. Yani tikel aklın kavrayabildiklerinin dışındadır. Zira deneyimlerini aktarırken kullandıkları üslup feleklere, gezegenlere bedenen gidip onları deneyimledikleri şeklinde algılanır. Oysa deneyim her zaman içtedir. Gözlem dışa dönüktür, ama deneyim daima içtedir [3] . Örneğin ateş elimi yaktığında, ateşin yakışı elbette bir dış uyarandır ama acı, korku içtedir. Birini karşı sevgi duyduğumda, sevgi içte uyanır. Nefret, hasret, kıskançlık, sevinç daima içtedir. Dışarıdan ancak bunların tezahürleri görülebilir. Sûfîlerin deneyimleri de bu içtedir. Lakin asıl anlaşılmaz olan bunun içte olmasıdır. “İç” nedir ki tüm deneyimlere mahal oluyor?
Nice güneş, nice aylar göz ağımda gizlidir…
Büyük, küçük hep yıldızlar dimağımda gizlidir;
Bunlar daim mihverinde döner durur emrimle,
Hep kuvveti benden alır, parmağımda gizlidir!
Bunlar benim bedenimde, her biri bir zerredir,
Kimi nurdur, kimi toprak, daim dönen küredir;
Her ne kadar dönerlerse, yönleri hep Biredir,
Âdemedir secdeleri: toprağımda gizlidir.
Varlıkların bütün canı, ayrı değil, bir candır,
Bir göz ile seyredene, O her daim üryandır,
Âşık olup daim bakan, kendi olur, hayrandır,
Benim gönlüm mekânıdır, gel! bağımda gizlidir. [4]
“Arş tüm cisimleri içine alır, ihata bakımından cisimlerin en büyüğüdür ve cisimler âleminin sonudur [5] . Abdülkerim Cîli şöyle der; Arş mânâ ve sûret feleklerinin hepsini kuşatan felektir. [6] Kürsî, Arş’ın altında bulunur ve kendi altındaki tüm felekleri ve gökleri kuşatır. İbn Arabî şöyle der; “Şayet Kürsî nedir dersen deriz ki mukayyed isimlerin müstevasıdır ve misallerin sûreti orada zahir olmuştur.” [7]
Dönelim astrolojinin savına… “Astroloji evrende olup biten her şeyin insanın üzerinde bir etkisi olma olasılığını inceler. Ancak insan bedenini incelemek daha zordur çünkü onu ağacı (yaşını ve diğer özelliklerini incelemek için) kestiğimiz gibi ortadan kesip açamayız… Astrolojinin anlamı ve özü bizim evrenden ayrı değil onunla bir oluşumuzda yatıyor. Biz evrenle bir olmakla kalmıyor, aynı zamanda her durum ve olayda da katılımcı oluyoruz.” [8]
Osho’ya göre Astroloji üç kısma bölünebilir. Onun yasalarını üç katmanda inceleyebiliriz;
“… Birincisi onun özüdür, esas kısmıdır ve değiştirilemez. Bu anlaması en zor olan kısımdır… İkinci kısım orta katmandır ve kişi burada istediği değişiklikleri yapabilir. Bu yarı elzem kısımdır ve kişi nasıl yapacağını biliyorsa bazı şeyleri değiştirebilir ama bunu bilmeksizin değişiklik yapmak mümkün değildir… Üçüncü kısım ise en dıştaki katmandır ve elzem değildir ama hepimizin de en çok merak duyduğu kısım budur.”
Astrolojinin sırlarını çözebilmek ilkin erek bilimsel düşünebilen bir zihni gerektirir. Şu anda ne olduğu sorusu, sonunda ne olacağını bilmeksizin anlamsızdır. Zira bütünsellik (külliyet) nihayete göre biçimlenir. Nihayet ise evvel ile dolaylıdır. Kral Süleyman’ın sözü: “Ne var idi ise olacak odur; ve ne yapıldı ise, yapılacak odur ve güneş altında yeni bir şey yok .” [9] Bu söz, insanın ölüm karşısındaki çaresizliğini ifade etmek için dile getirmiştir. Zira ne oldu ise olacak olan tabii ki odur. İnsan eylemleri ile kendini bina eder ve en nihayetinde insan kendisinin inşa ettiği bir yapıdan ibarettir. İnsanın ne olduğunun bilgisi şimdide gizlidir. Ancak şimdinin ne olduğu insan için muhaldir. Bu nedenle Heidegger meâlen şöyle söyler “ İnsan gelecektedir. Ancak gelecek, geçmiş üzerinden şimdide tecelli eder. ” [10]
Erek bilime daha geniş bir perspektiften baktığımızda, Heidegger’in bu tespitinin varoluş için de geçerli olduğuna kanaat getiririz. Tümel akıl, kendi tamlığını tahakkuk ettirebilmek adına, kendisinin dahi olmadığı bir zamana hükmeder. Tasavvufun meşhur “ol!” ( kün) emri böyle bir hiçlikte yankılanır. Hâlbuki o hiçlik tüm zamanların nihayetini barındıran bir tamlığı, bir kemâli de ifade eder. İhtiyarlığının semeresini sürmek için babasının gözünden bakıp anasını kandıran bir delikanlı gibi… Bu delikanlının şimdi olduğu düşünüldüğünde Heidegger’in veya astrolojinin kozmolojisi tanımlı hale gelir.
Öyleyse astrolojinin sahip olduğu ve modern insanın bilmediği bilgi nedir? Bu sorunun yanıtı çok işitildiği ve şöhretli isimler aracılığıyla defalarca anıldığı için anlamsızlaşır. Hâlbuki yanıt çok basittir: Vahdet-i vücûd, yani varlığın birliği. Varlığın hiçbir formu, bir diğerini dışlamaz. Mertebesi ile diğerinden başkalaşır, kesâfeti ve letafeti ile ayrışır, ama onu asla dışlamaz. Bir taş zamanı saklar ve ses ışıkta gizlenir, ateş papatyayı barındırır ve buz içinde nice güneşleri saklar. Ve en akıl almaz olan yarının dünde saklanmasıdır. Ve biz bunu ancak şimdide bilebiliriz.
Astrolojinin asıl mahiyetine dair bir kanıya varabilmek için bu bilimin yöntemlerine vakıf olmak veya bahsedildiği tarzda sûfî deneyimlerini yaşamış olmak gerekir. Yine de bir bilim olarak astrolojiye dair bilgi edinebilmenin tek yolu bunlar değildir. Bir astrolog tüm denklem ve hesaplamaların ardında bunlarla neye ulaşmak istediğini ve bunların neye hizmet ettiğini kavrayamadığında hendesenin biliniyor olması yeterli olmayacaktır. Ve sûfî, deneyimlerinde karşılaştığı vizyonların (ki maddî sûrette olan her fenomen bir simgedir ve mutlaka kendi dışında bir hakikati göstermektedir), geldikleri mânâya haiz değilse o deneyim rüyadan ibaret olacaktır. Gerçekte ise anlayan ve kavrayan akıldır.
Öyleyse astrolojinin varlığın birliğine dayanan temeli onu tikel bir bilimlerden ayırır. Ancak şüphesiz o bilim olma temelini matematiğe ve irfana dayandırmak zorundadır. Aksi halde bugünkü algısıyla o, tesadüfçülüğün “İçime böyle doğdu” nâmeleri arasında yitip giden sahte bir oyun olarak kalacaktır. Hâlbuki astroloji matematiğin, ilhamın ve yorum-bilimin ( hermeneutik) merkezindedir. Matematik, çünkü varoluşlar arasındaki ilişkinin ispatıdır; ilham, çünkü kavrayabilmek sanatsal görüye ihtiyaç duyar ve yorum-bilim çünkü nesnel varoluş olarak doğa okunmayı bekleyen bir hiyerogliftir [11] .
Böylece astroloji artık sadece gök cisimlerini ve dünya üzerindeki etkilerini inceleyen basit bir hobi olmanın üzerine çıkar. Artık o, varoluşa çıkmış ve onda kapsanan tüm etkilerin ve ilişkilerin incelendiği tümel bir bilim dalına dönüşür. Dolayısıyla astrolojinin nesnesi artık gezegenlerle ve fizik yasalarına tâbi kuvvetleriyle sınırlı değildir [12] . Sahip olduğu bu içerik kavrandığında “Zodyak’ın ve gezegenlerin anlamını yorumlayan astrolojinin, unsurların ve metallerin anlamını irdeleyen simyadan bağımsız düşünülemeyeceği de anlaşılacaktır.” [13]
Astrolojiyi bütünleyen simyanın savı ise şudur; varoluşun ilksel gerçekliği olan kurşun ile nihayeti olan altın arasında elementer kimyevi bir bağ bulunmaktadır. Ve bu bağ veya elementlerin kendilerini ortaya koydukları yolculuk tek bir elementin kendine başkalaşarak ötekine dönüştüğünü gösterir. Böylece Tanrı fiziksel varoluşu meydana getirmek için tek bir elementi “bir şekilde” dönüştürerek Kâinatın tüm nesnelerini yaratmıştır. Bu bir şekil simya biliminin temelini oluşturur. Simyacılar maddenin dönüştüğünü bilirler ve dönüşümün nasıl olacağını ararlar. Kendi yöntemlerinin temelinde şu hakikat yatar; varoluş tek bir maddenin farklı tezahürleridir ve aslında bir element üzerindeki etki, maddenin tümü üzerinde bir etki yaratır. Maddesel dönüşüm ise doğru zaman ve doğru etkiyle mümkün olur. Doğru zamanın tayini astroloji, doğru etkinin tayini simya bilimidir.
Bu vahdet-i vücûd anlayışı gnostizmin ve tasavvufun ana ilkesini oluşturur; Varlık, ayrımları içinde bir bütündür ve ondaki her etki bütünsel bir tepkinin neticesinde meydana gelir. Büyük âlem ( âlem-i kebîr) bir insanın vücûdu gibidir. Ondaki organizmal bütünlüğün kavranması ancak basiret gözü yani bütünsel bakma yeteneğine sahip şuurlar için geçerlidir. Bu nedenle varlık bir bütündür ama onu ancak o bütünlük şuuruna sahip kişiler görebilir. Diğer bilinçler onun kendi sürecindeki ârazlardır (ilinekleridir) ve bunlar şuurun mertebelerini oluşturur.
Şuurun mertebeleri olduğu gibi varlığın, aklın, nefsin, hikmetin, ruhun vs. mertebeleri de vardır. Hâlbuki varlık birdir ve akıl bir. Allah’ın indinde nefis birdir, ruh bir, hikmet bir, anlayış bir… [14] Ama bu birliğe ulaşamayan şuur için âlem çoklukta görünür ve çokluk sanki varlığın, aklın, nefsin vs. çok ve ayrı olduğu sanısına düşürür. Varlığın birliği düşüncesi bunu “mertebeleri” anlamaksızın olanaklı olmadığını ortaya koyar. Şüphesiz varlık kendi ayrımsızlığında birdir ama aynı varlık kendi ayrımlarında çoktur da. Her ikisi de aynı anda nasıl olur? Bu soruya yanıt arayışı kozmolojiden psikolojiye, ezoterizmden epistemolojiye tüm bilimlerin temelini oluşturur. Varlık hem tek, hem de çok nasıl olabilir?
Kabala bunu anlatmak için Tanrının El Hay Şadday (Kâdir-i Mutlak) ismini örnek gösterir. Bu ismin hamili bebektir. Bebek ayrımsız bir şuurla dünyaya gelir. Zamanla ayrılığı öğrenir, onu duyumsar ve kendi dolaysız iç bütünlüğü bozulur. Bu bozulma şuurlu bir birliğin farkındalığı için zorunlu kabul edilir. Yeniden birliğe gelmesi artık varlığın ayrımları içinde bir bütünlüğe sahip olduğunun idrakiyle mümkün olacaktır. Bu nedenle hakiki astrologlar (ki bununla artık alşemik, mistik, ezoterik, gnostik vs. olanı ifade ettiğimiz anlaşılacaktır) varoluştaki her şeyin birbiriyle ilgili ve ilişkili olduğunun anlaşılamamasını çocuksu bir şuura bağlarlar. Bu çocuksu şuurun büyüyüp olgunlaştıkça kemâle ereceğini ve böylece âlemin kemâlini ve vahdeti de kavrayabileceğini söylerler. Bu nedenle de bu gibi kâmil insanların kendi zamanlarının ötesinde yaşadıklarını, yani insanlığın kendi çocuksuluğu ile aynı yaşta olmadıklarını söylemek olasıdır.
Artık güneşteki ufak bir patlamanın kuşların davranışlarından, Ay’ın hareketlerinin toprağın karakterinden, ağaçların tepkilerinin suyun doğasından, elementlerin ateşten, rüzgârın tuzdan, kurşundan, altından kopuk olamayacağı açıktır. Ve bunların hepsi özünde tek bir şey içindir; Kendinin farkında olan insan sonunu ne olacağını bilmek ister. Kaçınılmaz olanın insana neler hazırladığını bilmek ister. Ve mutlaka varlığın bütünlüğü içinde bunun yanıtı da gizli olmalıdır. Yanıtı kendi dışındaysa, onun birliğinden nasıl söz edilebilir ki? Astroloğun hakiki mesleği bunu aramaktır. Gerçek astrolog Pythagoras’ın philo-sophosundan, Vedantanın Brahman’ından, Kabalanın Adam Kadmon’u ve tasavvufun insan-ı kâmilinden pek de uzak bir figür değildir.
Ama yine de “Kimsenin bir astroloğa bu dünyadan ağlayarak mı yoksa gülerek mi gideceğini sorduğu görülmemiştir. Ne zaman öleceğini soruyorsun, sanki asıl önemli olan ölüm olayının kendisiymiş gibi. Ne kadar yaşayacağını soruyorsun, sanki yaşamak tek başına yeterliymiş gibi. Niye yaşayacağım? Ne uğruna yaşayacağım? Yaşarken neler yapacağım? Bu soruları kimse sormuyor. Bu nedenle astrolojinin yapısı çökmüş durumda. Elzem olmayan temeller üzerine inşa edilmiş olan her şey kesin olarak çöker…” [15]
Dipnotlar:
[1] Osho, Astroloji Hurafe mi, Öze Açılan Kapı mı? Ganj Yay.
[2] Abdülkerim Cîli, İnsan-ı Kâmil ve Meratib’ül Vücûd adlı eserlerinde, Niyâzî Mısrî, Risâle-i Devriye adlı eserinde bunları anlatır. İbn’ül Arabî’nin başta Fütuhât-ı Mekkiyye olmak üzere birçok eserinde konuya dair anlatım bulunmaktadır.
[3] Bu nedenle vahdetin vücûdu, vahdetin şuhûduna evladır ve ona camiidir.
[4] İsmail Emre, Doğuşlar II, Doğuş 48
[5] Cürcânî, Tarifât s.155
[6] Abdülkerim Cîli, İnsan-ı Kâmil s.237.
[7] Titus Burckhard, Astroloji ve Simya. Verka Yay. s.277
[8] Osho, Astroloji Hurafe mi, Öze Açılan Kapı mı? Ganj Yay.
[9] Tanah, Vaiz 1:9
[10] Martin Heidegger, Varlık ve Zaman.
[11] Metin Bobaroğlu
[12] Fiziğin 4 temel kuvveti: Yeğin nükleer kuvvet, zayıf nükleer kuvvet, kütle çekim kuvveti ve elektromanyetizma
[13] Mehmed Temelli, Astroloji ve Simya. Verka Yay. s.8
[14] Pavlus, Efesoslulara 4:4-6
[15] Osho, Astroloji Hurafe mi, Öze Açılan Kapı mı? Ganj Yay.