Gadamer dili, tarihsel devamlılığın önemli bir koşulu olarak yorumlar ve bu nedenle dilin bir gelenek olduğu savını ileri sürer[1]. Toplumlar, medeniyetler, uygarlıklar vs. açısından dil bağlamında geleneğinin devamlılığını ve sürekliliğini sağlayacak olan o kültürün bağlı olduğu metinleri anlayabilme yeteneği ve başarısıdır. Dil, tarih bilinci ve uygarlaşma için öncelikli bir dinamiktir.
Bu dinamiğin sürekliliği için toplumu oluşturan fertlerin kendi konuştukları dili anlamaları yeterli değildir. Konuştuğunu anlamak öznel farkındalık açısından önemli bir ön koşuldur. Geleneğin dili konuştuğunu anlamının ötesinde, o dil ile konuşulmuş olanı anlamaya yükselmektir. Dil geleneği, toplum tininin ortaya koyduğu edebî, dinî, felsefî metinlerin anlaşılabilme alışkanlığı ile korunur ve yükselir.
Geleneğin diline yüklenmek özneyi o geleneğe bağlar ve gelenek bu yükselmeyi sağlayan bireylerle korunur ve süreklilik kazanır. “Geleneğin dili” şuurun oluşumuna hizmet eden dildir. Klişeleşmiş kültürel ve dinî terim, tabir ve usullerin boş ve çoğu zaman anlamsız tekrarları değildir. Bunları boşluk ve anlamsızlıktan kurtaracak olan doğru okumaların yapılabilmesidir. Dilin, gelenek ve toplum tini ile yükseldiği yerde tutulabilmesi ve aşılması geleneği sahiplenen ve onun içinde kimliğini bulan özneler ve toplumların bekâsı için zorunludur.
Rabbi İshak Luria’nın ve yakın dönemde Fabre d’Olivet’in İbrânî dili için yapmaya çalıştığı buydu. Farabî’nin tercümelerinde[2] ve İbn’ül Arabî’nin İslâm’ın zahirine ve bâtınına ait yaptığı yorumlar, derûnî sırlara kadar tüm deneyimlerini dile dökme çabası; 18. yüzyıl Alman felsefesinin Almancayı arıtma ve düşünce diline kazandırma uğraşı; ardından gelen Heidegger’in dili yükseltmek için yeni kelimelerle düşünce boyutunu genişletme uğraşısı, geleneğin dilini kullanma ve onu yükseltme çabası olarak da okunabilir. Bu anlamıyla tarih bilincinin hermenötik ve dil ile doğrudan ve güçlü bir bağı bulunduğu aşikârdır.
Peki, Atatürk ne yaptı?
Osmanlının kullandığı ve gelenekleşmiş bir dil yapısı vardır. Bir yoruma göre bu dil, yani Osmanlıca; Farsça, Arapça, Türkçe, Fransızca ve Latince gibi birçok dilin eklektik olarak buluştuğu bir hilkattir ve ayrı bir dil olarak düşünülemez[3]. Diğer görüş ise bu farklılıklar temelinde onların özlerinden ve tarihsel zenginliklerinden yararlanarak oluşmuş güçlü ve yepyeni bir dildir.
Ahmet Avni Konuk gibi yazarların kullandığı bu gelenekleşmiş dilin edebî, sanatsal, fonetik ve daha birçok açıdan ne denli zengin ve tesir gücü yüksek bir dil olduğu aşikârdır. Kendisi de bu dili oldukça vazıh ve sanatsal biçimde kullanabilme yeteneğine sahip, geleneğin yanında Osmanlıcayı dil olanakları ve diğer dillerle de karşılaştırılabilen Mustafa Kemal neden Osmanlıcadan ve onun dirimliliğini sağlayan dil geleneğinden uzaklaştı?
“Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” M. K. Atatürk [4]
Bu analizde unutulmaması gereken öncelikli husus şudur; Osmanlı Devleti’ni ve onun iç dinamikleri ile dilini ve diğer tüm kazanımlarını ortadan kaldıran Mustafa Kemal değildir. Atatürk, Osmanlının son dönemlerinde Türk bağımsızlığını ve itibarını geri kazanmak için, devam eden yıllarda ise tarih, kültür, sanat ve bilim alanlarında savaş vermiştir. Savaşını Osmanlının kazanımlarını ortadan kaldırmak için değil, artık esâmesi kalmamış bu sözde kazanımların emperyalistler tarafından kullanılmasına engel olmak için vermiştir. Gazi ne doğrudan Osmanlıya, ne de İslâm’a karşı bir karşı duruş sergilemiştir. Mücadelesi doğrudan emperyalizmle olmuştur. Emperyalistler dilin kültür üzerindeki gücünü fark etmiş ve bunun üzerine çalışmışlardır. Kendisi giriştiği bu savaştan galip ayrılmış ve diğer uluslar karşısında Osmanlıyı bu denli güçsüz ve acınası duruma getiren nedenleri analiz etmiş; bunları tek tek açıklamış, Nutuk ve söylevleri ile kayıt altına, ilke ve inkılapları ile de koruma altına almıştır.
Gazi’nin çabasını mutlaka Osmanlıcaya karşı girişilmiş bir savaş olarak yorumlamak istenirse yapılabilecek en uygun açıklamanın; Kadızadelere karşı Gazi’nin giriştiği bu savaşın, Ahmet Yesevî’nin açtığı Türkçeleşme yolu ile ilgili olduğu söylenebilir. Bilindiği üzere Yesevî ileri derece Arapça ve Farsça bilmesine karşın düşünme dili olarak Türkçeyi seçmiştir. Yunus Emre’nin de Yesevî’nin ardılı olması bundandır. Bir anlamda Gazi tümüyle yeni bir dil devrimi yapmayıp, Anadolu’yu ele geçirmeye çalışan akılsızlık (Eş’arilik) ekolünden temizlemekle yetinmiştir.
Dil konusu bağlamında, kültürün dil ile taşındığı ve kültürün içi boşaltılıp ideolojik bir silaha dönüşmesi için dilin tahrifine ihtiyaç duyulduğu bilinmektedir[5]. Dilin ideolojikleşmesi ile ilgili olarak Habermas şu hassas noktaya vurgu yapar; “… Dil bir şekilde tahrife açık olan ve gerisinde bir takım güç odaklarının ilgi ve çıkarlarını maskeleyebilen bir nesne gibi kurgulandığında, metinler de maddî ilgi ve çıkarların gizlenmesine ve arka planda daha rahat bir şekilde işlev görmesine hizmet eden figüranlara dönüşmektedir.”[6]
Dilin bağımsızlığının kazanılması büyük mücadeledir. Ve Osmanlı çöküş döneminde ilkin dilini kaybetmiştir. Benzer kayıpları yaşayan ve mücadelenin sonunda dilini geri kazanamayan devletler, (İngilizler karşısında Hintlilerin, Babil sürgünü ile İbrânîlerin başına geldiği gibi) millet olma bilincini kaybetmeye ve diğer devletlerin boyunduruğu altına girme çaresizliğinden kurtulamamışlardır.
M.K. Atatürk’ün analizleri neticesinde yalın, anlaşılır, yetenek ve olanaklarını kendi içinde bulan bir dil yaratma çabası buna dayalıdır. Güneş-dil teorisinin yanında bilime yetenekliliğini göstermek için yazdığı Geometri terimleri kitabı ve ağırlık verdiği çeviri çalışmaları yalnız bir dilin değil, dil aracılığı ile yeni bir ulusun yaratılması çabasıdır. Bir ulusun yaratılabilmesi asla bir kişi veya grubun elinde olamaz. Ulus olmak süreklilik gerektiren bir çabayı ve sistemli çalışmayı gerektirir. Gazi, bunu olanaklı hale getirerek eğitim müfredatını şekillendirmiş; Dil ve Tarih kurumlarını kurmuş ve bu çabanın eserlerini vermiştir. Enstitüler bunu koruyacak, halk evleri de bu bilinç ile şekillenecek ve gelenekselleşecekti. Başarılamadı.
Bu başarısızlığın nedeni bir çok etkene dayandırılabilir kuşkusuz. Ancak açıktır ki her başarısızlık, sürecin içinde değerlendirilmelidir. Dil devrimi Cumhuriyetin ilkelerine bağlı kalındığı ölçüde başarılmış ve korunmuştur. Bu bağlılıktan sapılmasının sonucunda gelişen olaylar ve gelinen durum Cumhuriyet fikrine değil, onu korumakla ve yüceltmekle sorumlu olanların başarısızlığına bağlıdır. Şimdi kim kendini bu başarısızlığın dışında görebilir?
Dipnotlar:
[1] Hans Georg Gadamer, Truth and Method.
[2] Prof. Ahmet Ateş, Farabî’nin İhsa’ül-Ulüm kitabına yazdığı giriş, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. “Bazı kaynaklarda Farabî’nin 40 yaşında Bağdat’a geldiği ve Arapçayı orada birkaç ay içinde öğrendiği söylenmektedir. Farabî’nin Arapçayı bir felsefe dili haline getirecek kapsamdaki çalışmaları ve Arapçanın o bölgelerde çok daha erken yaşlarda öğrenilebilen bir dil olduğu düşünülürse bu olanaksızdır. Farabî’nin İbn Serrac’dan gramer (nahiv) dersleri alması ve buna karşılık ona mantık dersleri vermesinde gerçekte bir çelişki yoktur. Farabî, sonraki çalışmalarında Arapçadaki edatların kapsamlı listelerini yapmış ve Arapçayı tüm mantık argümanlarını ifade edilebilir biçimde genişletmeye çalışmıştır.”
[3] İlber Ortaylı, Osmanlıcayı Öğretemezler. Milliyet Gazetesi, 14 Aralık 2014.
[4] Mustafa Kemal Atatürk, 2 Eylül 1930 el yazısından.
[5] Oktay Sinanoğlu, Bye Bye Türkçe
[6] Burhanettin Tatar, 3 Derste Hermenötik. Vadi Yay., s.73. Ayrıca Jürgen Habermas, The Hermeneutic Claim to Universality