Allah İçin…

17 Kasım 2016

Bismillahirrahmânirrahîm…

Kendimi yolun ortasında şaşkın buldum. Saat sabahın körü olacak ki henüz kimseler yok sokaklarda. Oysa farz-ı ayniyyeyi eda icabetiyle ne kadar erken olsa da en azından bir iki mümin olurdu sokakta. Sorgulamadan öylece yürürken, camlarından içeriyi seyrettim dükkânların.

Bir kündekâr gördüm. Önündeki eski ahşap bir kapıyı yatırmış masası üzerine. Yarısı oyulmuş, yarısı oyulmayı beklemekte. Kibarca okşadı kapıyı, üzerinde gezindirerek elini zaman geçirdi. Bir püfle dökebilecekken talaşları, eliyle yavaş yavaş temizledi. Hızlı silse kıymık batacak gibi sanki, hafiften süpürerek sildi üzerini. Oyukların arasında parmaklarını gezdirdi. Pürüzsüzlüğü hissettikçe, Allah’ın Âdem’i yarattığı andaki zevke bürünüyordu sanki yüzü.

Kapının baş tarafına geçti. Ağırdan eğildi hizasına kadar. İhtiyar o kadar hafif ve ağır yapıyordu ki her şeyi, biri görse, kapıyı uyandırmaktan korktuğunu sanırdı. Gözlerini kıstı. Yüzü hizasında sağ elini bir kez daha gezindirdi kapı üzerinde, avuç içlerini sürterek. Yeniden ayağa dikildi ve ellerini beline koyarak kapıyı bir kez de üzerinden seyretti. Amma uğraştı, “Bitince ne olacak ki sanki?” dedim kendi kendime. “Alt tarafı bir kapı. Bunu işlesen de kapı, düz bıraksan da kapı nihayetinde.”

Hemen yanındaki dükkân mahallenin terzisi. Elinde lacivert bir pantolon, belli ki yeni dikilmiş. Öyle özenle tuttu ki elinde eserini, sahibi içeride de ona göstermelik yapıyor sandım. Açıp yatırdı masaya. Eliyle düzledi buruşukluğu. Kalın çerçeveli gözlüğünün üzerinden bel ölçüsüne baktı. Terzilik okulunun mühim bir dersinde, tahtada ders anlatır gibi ciddiydi. Yaklaşınca fark ettim, yalnızdı hâlbuki dükkânda.

Eliyle kaldırıp tavandan sarkan ampulün ışığına yaklaştırdı. Her detayına iyice baktı. Kusursuzluğundan emin olmak istiyor gibiydi. En ufak bir hatayı kabul etmediğine göre, mühim birine armağan edilecekti belli ki. Sonra yavaşça tekrar masaya yatırdı. Usta bir el hareketiyle, gayet hamarat, katlayıp pantolonu askısına astı. Birazdan içeri elinden tuttuğu oğlu ile bir kadın girdi. Oğlan hemen giydi pantolonu. “Amaan,” dedim içimden, “Bu kadar uğraştığın bu tıfıl için mi yani?” Öyle ya kusur olsa ne olur? Akşama üstü başı perişan dönecek nasıl olsa evine. Değer mi uğraştığına?

Az ilerisinde, henüz kepenkleri açılmamış bir dükkânın önünde genç bir ayakkabı boyacısı. Elinde geceden siyaha boyanmış bir erkek ayakkabısı. Gündüz gözüyle cilâ atmakla meşguldü. Fırçasını hızlı hızlı sürmesine bakıp, geç kaldı da yetiştirmeye çalışıyor sandım. Hâlbuki kimsecikler yoktu sokakta benden başka. Bir kedi bile! Ve birisi gelecek gibi de değildi…

Elini ayakkabının içine soktu, kol boyu kadar uzatıp bir de o hizadan baktı. Sanki bütün derdi ayakkabının parlayan yüzeyinde kendi aksini seyretmekti. Ayakkabının altını çevirip oraya da hızlısından bir fırça çekti. Şaşkın şaşkın baktım. Dedim ki kendi kendime: “Eh be kardeşim. Ayakkabının altını parlatsan ne olur, parlatmasan ne olur. İki adım sonra ne bir parıltı kalır, ne onca emeğinden geriye en ufak bir iz.”

Nihayet bir saatçi dükkânının önünde durdum. İçerideki ustanın duruşundan gözünde mercekle uyuya kaldığını düşündüm. Meğer elindeki eski saati inceliyormuş. Merceği düşürmemek için yanaklarıyla iyice sıkıştırdığından, beyaz bıyıkları sanki birine gülümsüyormuş gibi havadaydı. Dükkânda en ufak bir ses dahi yoktu. Dayanamayıp içeriye girdim. Ya girdiğimi duymadı, ya da pek önemsememiş olacak ki kafasını kaldırıp göz ucuyla bakmadı bile.

Sol elinde eski bir saat tutarken, sağ elindeki küçücük cımbızla çarkların arasında gezindi. O kadar ufak hareketlerle çalışıyordu ki bir an her şeyin durduğunu hissettim. Hayat durdu sanki o anda. Zaman durdu, nefes alıp vermem durdu. Sadece saatlerin dönüşünü duydum. O kadar çok ve gürültülüydüler ki her şeyin sesini onların bastırdığını düşündüm. Nihayet cımbızı tuttuğu sağ elinin dirseğini masaya koydu. Cımbızı masaya bırakarak gözündeki merceği çıkardı.

“Affedersiniz,” diyerek belli ettim varlığımı. Ağzımı buruşturarak, “Altı üstü eski bir saat. Bunu onarsanız ne olur, onarmasanız ne olur?”

Uzunca bir sohbetin henüz ortalarındaymışız gibi dingin bir edayla, “Altı üstü bir çocuktum ben de, ne lüzum vardı annemin onca cefasına. İnsan değil miyiz nihayetinde? Öyle de büyürdük, böyle de.” Bir şey anlamadığımdan sustum ki devam etsin. Geldi yanıma oturdu. Elini dizime koyup gözlerime bakarak anlattı:

“Yunus Emre’yi bilirsin,” dedi, “Taptuk Emre’nin talebesi. Efendisi bir gün Yunus’a ‘hadi bize odun kes getir’ buyurmuş. Kış mevsimi, hava buz gibi soğuk. Dağa çıkıp kesmiş odunları. Getirip yığmış dergâhtaki ocağın yanına. Ocağı harlamak niyetiyle hazretin hanımı odunlardan bir tanesini alırken eline kıymık batmış. Canı yanınca ‘ayy’ diye inlemiş. Bunu duyan efendi ne olduğunu sormuş tabii ki. Anne de ‘Yunus’ demiş, ‘hep budaklı odun getirmiş ormandan’. Bunun üzerine efendi, Yunus’u çağırıp ‘Bu kapıdan içeri eğri büğrü, budaklı odun girmez! Doğrusunu kes getir,’ buyurmuş.

Sözü haklamak var, hemen yola koyulmuş. Soğuk bir gece tabii, içi üşümüş odunları keserken. İçinden ‘İlâhi efendi. Bunun eğrisi de yanar, doğrusu da. Getirdiklerimi yaktıktan sonra gelseydim olmaz mıydı?’ diye geçirmiş. Yine de doğrularını seçerek toplamış tabii. Getirirken dergâha, daha epey mesafe olmasına rağmen Taptuk Emre bağırmış: ‘Yunus, onun eğrisi de yanar, doğrusu da yanar dedin. Dökme onu buraya. Nereye götürürsen götür!’”

“Evlât,” dedi ihtiyar saatçi, “Sen bu fâni ömründe odunlarını kimin için topluyorsun? Evdeki soban içinse hiç zahmet etme; onun eğrisi de yanar, doğrusu da…”