Okuma süresi: 7.2 mintues

Bir kutsal metni veya bu metinlerde içerilen kavramları incelemek, öncelikle metnin dil özelliklerini çözümlemeyi zorunlu kılar. Zira metin bize ne anlatacaksa, bunu kendi dili “aracılığı” ile anlatacaktır. Dolayısıyla dilin kendisi aracı ve bize haberi taşıyandır.

Kutsal metinler, daima belirli bir kültürün diliyle yazılırlar. İçerdikleri kültürel özellikler onların tarihsel ve coğrafi ilişkilerini yansıtır. Bu metinlerin tarihsel arka tasarları, medeniyetlerin bilinç dışlarını ortaya koyar. Dolayısıyla metne bağlanan inanırlar onu kutsarken, kendi tarih ve kültürlerini de kutsamış olurlar. Kutsal halk, kutsal kültür, kutsal tarih, kutsal dil gibi kabuller, özünde inanırların kendi deneyim ve kazanımlarını kutsayışlarıdır.

Bir dilin kutsanışı, öncelikle o dili kullananların kendi kabulüdür. Örneğin Yahudiler için İbranice, Müslümanlar için Arapça veya Hindular için Hintçe şüphesiz kutsaldır. Çünkü bu diller, her şeyden önce “kutsal metinlerin” taşıyıcılarıdır. Ancak kutsal metinlerin anlayışına dahil olanlar için, bu dillerin kutsallığı, yalnızca tarihsel veya coğrafi zenginliklerinden kaynaklanmaz. Bu metinleri gerçekte kutsal kılan şey, onların içsel anlamları ve sembolik dilleridir. Kutsal metinler, onlara aşina olmayan gözler için zihinlere sıradan gelen bir dil kullanıyor görünürler. Özünde bu metinler kavramsal, yani kullandığı kelimelerin hesabı verilebilen tutarlı bir dil ve sembollerle örülmüş katmanlı bir anlatım sunarlar. Bu semboller, basit birer ifadeden ziyade, çok yönlü ve evrensel bir derinlik taşır.

Sembolik ifadeler, anlam derinliği sağlayan ve bir kültürün özünü yansıtan güçlü bir araçtır. Ancak sembollerin doğası sadece kültürel bağlamlarla sınırlı değildir. Coğrafyaya özgü semboller olduğu gibi, evrenselin taşıyıcıları olan semboller de vardır. Örneğin, Türklerde kurt, bozkır ve çadır gibi semboller öne çıkarken, Orta Doğu kültürlerinde çöl sıkça rastlanan bir imge olarak bulunur. Çöl sembolü, İbranilerde, Araplarda ve Perslerde önemli bir kültür imgesi ve sembolüdür, ancak Yunan mitolojisinde ya da Kuzey Avrupa mitlerinde bu imge neredeyse hiç yoktur. Yunan medeniyeti denizle, Kuzey Avrupa ise ormanlarla iç içedir. İmgelerini bunlardan devşirir.

Bu coğrafyalarda Orta Doğulunun çöl imgesi de olmaz, duygusu da. Ancak sembolün doğası bununla sınırlı değildir. Kültürel semboller olduğu gibi, evrensel semboller de vardır. Yerel olanı evrensele taşıyan, yani kültürleri aşan sembolik bir dil de vardır. Bu sembolik diller, ifade içeriklerinde sembolleri kullanırlar.

Kutsal metinlerin sembolik doğası, dilin katılığına ve kesinliğine karşı “çok anlamlılık” ile örüntülüdür. Sembolik anlatımlar, bilimsel metinlerin aksine, mutlak doğrulara ulaşmaya çalışmaz. Dinlerin temelinde mutlak olan yalnızca Tanrı’dır ve semboller bu mutlak gerçeği yansıtmanın yollarını arar. Çok tanrılı dinlerde dahi, görünürde mutlaklık parçalanmış bir şey gibi görünse de, özünde farklı tanrılar bir bütünün çeşitli yönlerini ve niteliklerini temsil ederler. Çok tanrılı dinlerde dahi, en güçlü ve egemen “bir” tanrının diğerleri üzerinde hiyerarşik üstünlük kurduğunu görürüz. Bu üstünlük gerçekte kapsayıcılığın alegorik bir ifadesidir.

Hint mitolojisinde Brahma, Yunan mitolojisinde Zeus, bu nevi bir hiyerarşik yapının tepesinde yer alırlar. Bu bağlamda, dinsel semboller Tanrı’nın mutlaklığını anlamamız için bir araçtır. Tek mutlak ise Tanrı’nın kendisidir. Geri kalan her şey; Tanrı’nın sözleri, buyrukları, melekleri, peygamberleri, varoluşun tamamı Tanrı’nın mutlaklığına izafeten anlam kazanır ve kutsal metinlerde semboller bu ilişkiyi yansıtmanın anahtarı olurlar. İlk bakışta bu bir tutarsızlık gibi görünse de, dinsel tavırda mutlaklık ancak Tanrı’ya aittir. Eğer Tanrı’nın sözü mutlak olsaydı, sözün hükmünü kaldırma kudretine sahip olamazdı. Tanrı, hükmü değiştirmeye muktedirse, demek ki söz mutlak değildir. İslam dininde buna “Kadir olan ancak Allah’tır.” sözüyle vurgu yapılır.

Hint dinlerinde, semboller ve kutsallık arasındaki ilişki dikkat çekicidir. Hint düşüncesinde kutsallık, evrenin her yerine eşit şekilde dağılmış gibi betimlenir. Ağaç, fare, taş, ırmak, inek ve daha nicesi kutsal kabul edilir. Bu yaklaşım, kutsallığın hiyerarşik olmadığını ama her yerde ve her şeyde eşit şekilde var olduğunu söyler. Ancak bu durum, insanın üstünlüğünü ve saygınlığını ortadan kaldırır. Hint dinlerinde, insanın kutsiyeti ile bir hayvanın kutsiyeti arasında neredeyse hiçbir ayrım yoktur. Bu eşitlikçi kutsallık anlayışı, Hegel gibi düşünürler tarafından eleştirilmiştir. Hegel, Hint dinlerindeki bu eşitlenmiş kutsiyet anlayışının tinselliği sıradanlaştırdığını, sembolik ifadelerin çokluğu ve renkliliğiyle insan bilincini gölgelediğini ortaya koyar. Örneğin, fil başlı Ganeşa, insanın tinsel özelliklerinin daha geri bir yaşam formu olan file giydirilmesiyle temsil edilir. Hegel, bunun insanda tecelli eden tinselliği görmek yerine, onun daha ilkel bir formunda bulunduğunu tespit eder.

Ancak semboller, Hegel’in eleştirdiği gibi, yalnızca ilkel bir anlatım aracı değil, çok katmanlı bir anlam taşıyıcısıdır. Hint kutsal metinlerinde, semboller çoğunlukla açık bir şekilde çok anlamlıdır. İnek, bu çok katmanlı sembolizmin en güçlü örneklerinden biridir. Hint kutsal metinlerinde inek, yalnızca bir hayvan değildir; o, zenginlik, bereket, üretkenlik ve ilahi hikmetin bir sembolüdür.

Rigveda’dan Mahabharata’ya kadar, inek hem maddi hem de manevi anlamda insan hayatının merkezinde yer alır. İneğin sütü, insanın ilahi rahmete ve bilgiye ulaşma çabasını hatta yolculuğunun bütününü temsil eder. İnek, çift yönlü olarak hem maddi hem de manevi doğurganlığı ve bereketi simgeler. Onun kesilmesi veya kesilmemesi, kurban edilmesi veya kurban edilemezliği, yenilmesi veya asla yenilmemesi, yalnızca fiziksel eylemler değil, aynı zamanda teolojik ve manevi bir sembolizmin neticesidir.

İnek sembolizmi, Hint toplumunda kast sisteminden ve geleneksel toplumsal düzene kadar derin anlamlar taşır. Brahminler gibi yüksek kastların dini rollerinde inek, bir rehber ve koruyucu figür olarak belirir. Aynı zamanda insanın kendini bilme ve dönüştürme çabasında da bir sembol olarak karşımıza çıkar. İnek, yalnızca üretim aracı değil, bireyin Tanrı’ya ulaşma yolculuğunun da bir temsilidir. Onun sembolik doğası, insanlık tarihindeki evrensel anlamını ve kutsal metinlerin derinliğini gözler önüne serer.

Hinduların kutsal metinlerinde sıklıkla vurgulanan “kutsal inek” bir motiftir. Bu motif, insanın Tanrı’ya ulaşma yolculuğunda rehber ve koruyucu bir figür olarak yorumlanır. Yani mürşittir. İnek, hikmetin ve anlayışın bir sembolü olarak, aynı zamanda insanın kendini bilme ve dönüştürme çabasını da ifade eder. Bu bağlamda, Hinduların kutsal ineği, dini bir sembol olmasının yanında, toplumsal düzenin, ruhsal derinliğin ve insan-Tanrı ilişkisinin de bir göstergesidir.

Hint kutsal metinleri, sembollerin yalnızca kültürel değil, aynı zamanda evrensel bir dil oluşturduğunu gösterir. Bu dil, insanın manevi yolculuğunu, Tanrı’ya olan yakınlığını ve kutsiyet anlayışını derinlemesine yansıtır. İnek, artık yalnızca bir hayvan değil, bütünüyle duyusal olan içeriğine rağmen kutsallığın aşkın bir sembolü, bir rehber ve ilahi hikmetin bir taşıyıcısıdır. Böylece bu metinlerde işaret edilen kutsal ineğin, tasavvuf simgeselliği içinde dervişlikten, olgun (kâmil) insan olmaya kadar tüm aşamalarında bize insanı gösterdiğini söyleyebiliriz.

 


Yazarımız İzzet Erş’in yeni kitabı “İnek, Ateş ve Kahraman” Destek Yayınları’ndan çıktı!

İzzet Erş
+ Son Yazılar