Mekke, Medine, Kâbe, Kudüs, vaat edilmiş topraklar, Ganj Nehri, Adem’in toprağı, Harun’un asası, Musa’nın çarıkları, Yusuf’un gömleği, İsa’nın kanı, Buda’nın incir ağacı, sedir ağacı, elma ağacı, hayat ağacı, iyiliği kötülüğü bilme ağacı vs., taşından kuşuna, gezegeninden yaprağına bir imgeyi kutsal kılan nedir?
Aslında hiç teferruatlı değil, çok basit… Muhammed bir bal arısına baktı. O arıya her gün bakıp görmeyen yetişkinler gibi değil, ama bir çocuğun hayreti ile baktı. Bir sürü şeyin içinde o anda sadece arıya baktı. Onu seyretti. Eyleminde gördü. Arıyı varlığın bütünlüğü içinde, bütünden farklı, ama vücudun bir uzvu olarak seyran etti. Varlığın bir ayrılmazı olarak, Allah’ın bir hilkati ve vahyinin mazharı olduğunu gördü.
Onu kutsadı. Elini arının başının üzerine koyup, ona: “Rabbim seni mübârek kılsın,” demedi. Ona sadece baktı, onu fark etti. Diğer her şeyin içinde, zihni ile değil ama zevkiyle ona baktı. Ve ferasetiyle buyurdu: “Rabbim bal arısına şöyle vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve kurduklarından evler edin!” (Kur’an-ı Kerîm, Nahl Sûresi 68)
Doğrusu, Allah bir arı ile asla konuşmadı, zira vahiy kelâmî cihetten değildir; kalbe inzal olan dolaysız bilgiye denir. Ondaki dolayım vahyin inzalinden sonradır. İfade gereksinimi ile anlatmak icap ettiğinde, vahiy akıl dolayımına girer. Kendisi tek başına aklın tüm edimlerinin dışındadır. Dolayısı ile vahiy akıl ile değil, ilham, keşif ve müşahede ile, ama her birinin neticesi olan feraset ile malumdur.
Muhammed arının ne yaptığına baktı ve arının aklî bir eylem içinde değil, ama aklın ikircikli doğasının tamamen ötesinde tüm varlığı ile sadece eylediğini gördü. Onun Allah’ın vahyi ile eylediğini değil, tam da Allah’ın vahyi olduğunu gördü. Zira arı, aldığı vahiy üzere eyliyor olsaydı âkil bir varlık olurdu ve eyleminin neticesinde iradî olarak dinlenmek veya eyleminden vazgeçmek keyfiyetinde bulunabilirdi.
Arı o âna kadar sadece bir arıydı. Doğanın içerisinde insanın farkındalıksız olarak her gün baktığı ama görmediği, görse dahi görmediği bir şey olarak durmaktaydı. Ne zaman ki o, bilincin önüne koyulmuş, onun tarafından fark edilmiş ve Muhammed’in hayatında bir yeri olmuştur, artık o vardır. Buna kutsama denir. Kutsamak, fark etmektir. Kutsal kendisinin farkında olunandır. Farkında olunmayan bir nesne, her ne olursa olsun; ne kutsaldır, ne de mübarek…
Binaenaleyh Muhammed’in kutsadığı, ancak Muhammed’e kutsaldır. Arının farkında olmayan bir şuur için arının bir kutsiyeti de olamaz. Mânâsı, kutsallık arının kendisinde değil, arıyı bütünün içinde fark eden şuura aittir. Bu nedenle onun adı Muhammed’dir. Kendisine hitaben Fahr-ı Âlem denilmesinin, on sekiz bin âlemin Mustafa’sı denilmesinin muhakkak bir sebebi de budur.
Muhammed ismi ‘kendisine hamd edilen’ mânâsına gelir. Bilincin nesnesi konumuna gelen her ne ise, bilinç onun üzerinden kendi iç âlemine döner ve nesneyi ne olarak biliyorsa, kendini de o olarak görür. Zira dışsal olan içsel olanın yansımasıdır ve dış olarak bilinen bâtının tezâhürüdür. Yani düşüncenin yansımasıdır. Eğer düşünce insanın özsel bir edimi olmasaydı, insan onu engelleyebilirdi. İstemediğinde onu durdurabilirdi. Hâlbuki düşünce mütemadiyen devinmektedir. İnsanın onun üzerindeki kudreti ancak ricası ile kazandırabildiği mevziden ibarettir. O dahi iradî değil, hulkîdir. Yani yaratılışının, olumsuzluklar karşısındaki tutumu ile oluşan seçimleri ve karakteri ile dolaylıdır.
Muhammed arıya baktı ve onun Allah’ın vahyi olduğunu gördü. Şuuru, sıradan bir arı üzerinden varlığın bütünlüğü ile kutsandı. O arıyı kendisi ile aynî varoluş doğası içinde bilip onu “Allah’ın arısı” kıldı, arı da ona hamd ederek onu Muhammed çağırdı. Takdir tabii ki Hüdâ’nın, ancak görünen o ki, Muhammed bunu bilincinin tüm karşılaşmalarında kâmil surette tahakkuk edebildiğinden, Hakkı her yerde görüp bâtılın varlığını olumsuzladığından ona Muhammediyet lâyık görüldü. Onun için gayrı kalmadığından kalbi İslâm oldu. Yani tüm değişenlerde değişmeden duranı bildi.
Dolayısıyla ism-i Muhammed, şuurun bu nevi bir edimsellik içerisinde kendi varlık bütünlüğüne şahadet getirendir. Yitip gitmiş bir beşer değil…
Muhammed arıya bakar. Onu fark eder. Tüm eylemleri içerisinde arıyı, sıradan bir arı olmaklığının çok ötesinde seyrana dalar. Ve kendisine bildirilen ayete şunu ekler:
“… şühpesiz bunda tefekkür eden bir kavm için ibret vardır.” Dolayısıyla kutsallık ve onun tüm simgeselliği, ancak dış bir gerçeklik olarak bilineni, bilincin nesnesi konumuna getirip tefekkür ile içselleştiren için kutsaldır. Şayet eğer öyle değil ise Kâbe düz duvar, Musa’nın çarıkları sıradan pabuçlar olurdu. Ve bunun neticesi olarak Muhammed simgesellikten uzak, kendisinden başka hiçbir şeyin göstereni olmayan bir çift pabucu kitabında zikreden sıradan bir beşer olurdu.
Oysa Muhammed yani tinsellik olarak doğaya aşkınlık, kendinde ve kendi için olan tüm nesnel varoluşu, bizzat kendisi kılan ve onun üzerinden egosunu değil, ama “ben’i” mübarek kılan, farkında olan insandır. Ve bu hiç de sıradan değildir.