Bir metni tarihsel herhangi bir metin olmaktan ayırıp onu kutsal kılan nedir?

Klasik bir tarih metni kendisine zemin olarak zamanı alır. İnsanın zaman içindeki ve giderek tarih içindeki rolünü yorumlar. Oysa kutsal metinlerin savı, tam da bunların aksine, kendi kutsallıklarını tarihe (zamana) aşkınlıkta, insanın ebedi tinselliğinde (ya da tinselliğin ebediliğinde) sergilediği yönündedir.

Bir metni kutsal kılan süphesiz birçok unsur vardır. Eskatolojik yani kehanet ve peygamberlikler içeriyor olması, kendisini İlahi yani ereksellik (totoloji) üzerinden kuruyor olması, yol gösterici ve yasa koyucu olması vs. onun kutsallığına işarettir. Benim üzerinde duracağım özellik ise, kutsalın kendisini daima arketipler üzerinden kuruyor oluşudur. Bunun için semâvi dinlerin mitsel anlatımları örnek alınabilir.

Örneğin Âdem bir hazrettir, insanlığın babası, toprağın simgesi, yani bir arketiptir. Giderek doğanın, ilk olanın, ebediyetin ama aynı zamanda yaratılmışlığın, rahmetin, lûtfun arketipi olarak insanı kuşatır. Ancak düz okumalarda dikkatten kaçan en önemli detay Âdem’in bir arketip olarak Musa’nın söyleminde gerçek olduğudur. Biz Âdem’i görmedik. Onunla hiç tanışmadık. Musa olmasaydı kendisine dair hiçbir bilgimiz olmayacaktı. Bunun anlamı, Âdem’i yaratanın, onu cennete koyup sonra oradan atanın Musa olduğudur. Öykü bunun Tanrı tarafından olduğunu ifade etse de, Tanrı dahi Musa’nın söylemiyle bize ulaşmaktadır.

Musa” ismi ile işaret edilen kişi, Âdem gibi, Nuh gibi peygamberleri ve öykülerini, ümmetinin çocuklarına gece uyumadan önce anlatılacak hikayeler olsun diye uydurmamıştır. Yasanın bilincinde olan, hatta giderek yasanın bizzat kendi bilinci olan Musa, Âdem’i doğanın yasalılığı altında yaratmış, onu dolaysız bilincin cennetine yerleştirmiş ve öznel istencin tümel istenç karşısındaki konumu nedeniyle aynı cennetten uzaklaştırmıştır.

Tevrat’ın Âdem’i, Musa ismi altında anılan Yasa’nın Âdem’idir. Musa’nın Âdem’i tümel “Ben” karşısındaki tikel “ben”dir. “İsa” ise, Âdem’in tümel karşısındaki eksikliğinin farkındalığı olarak, onu kendi üzerinden ortaya koyan ve kemâlatın sürdüğünü, Âdem’in ve giderek tüm insanlığın kendisi vasıtasıyla suçsuz olacağını ve cennete, Tanrı’nın melekutuna tekrar gireceğini söyleyen, öz olarak aynı, ama içerik olarak farklı bir söylemin adıdır. İsa’nın Âdem’i Musa’nınkinden farklı olduğu gibi, Tanrı ilkesi, cennet kavramı ve muhattabı da farklıdır.

İsa”, İsa’nın kendi söyleminde Ruhü’l Kudüs’tür; tindir, mânâdır. Zira O, Tevrat’ın ruhu, mânâsı olarak inmiştir. İlginç olan şudur ki, İsa kendi söylemine Musa’yı da bir arketip olarak katabilmiştir. Özbilinçten yoksun inanırların değil ama İsa’nın Musa’sı, tarihsel bir karakter olmanın ötesine geçmiş bir arketiptir ve böyle olmaklığıyla tüm insanları kapsar ve tüm insanlarda kapsanır.

Muhammed” de kendi söyleminde bu tipolojik karakterleri hatmetmiş ve tevhîdin âbidleri yani zorunlu basamakları olarak yükseltmiştir. Kitabında bu peygamberlerin de anılmalarını, yani onların insanî varlığın zorunlu aşamaları olduğunu ve onları anmanın insanın kendi öz doğası, fıtratı ile bağ kurmak olacağını bildiren Allah, Muhammed’in söylemindeki Allah’tır. Ve kendisi, bu Kur’anî arketiplerin tecelli mahali olduğundan hazrettir. Onun söyleminde her bir peygamber hazrettir. Ama yine de her birinin söylemi farklıdır. Kur’an’a göre ne Âdem Tevrat’taki gibi günahkardır, ne Musa İncil’deki gibi vicdansızdır, ne de İsa havarilerin söylemindeki gibi çarmıhta can veren bir âcizdir. Muhammedî (tevhidî) söylemde her bir nebi tecessüm-ü ilahîdir.

Hz. Muhammed ile önü açılan sohbet geleneğinde bu arketipler ilahî kelâmın basamakları olmuştur. Ehl-i sohbet bu isimlerin ihtiva ettiği zahirî ve batınî mânâlar ile tâliplerin zihinlerini aşıp gönüllerine nüfuz edebilmiştir.

Denilebilir ki her tâlip nübüvveti ve risaleti irşâdına tâlip olduğu mürşid üzerinden tahsil eder. Ve mürşid hak ise, yani özgür ve özgün ise, özünde her biri birer arketip olan bütün peygamberleri tâlibin istidâd ve meşrebine uygun bir lisân ile, onun ihtiyaç ve nasibi ölçüsünde kalbine nakş eder.

Hakk ile bâtıl bu noktada birbirlerinden ayrılır. Eğer bu tesbitim hak ise, bütün peygamberler, melekler ve dahi Allah’ın güzel isimleri sohbette, ehlinin kelâmında hayy ve hakikidir. Her bir hak sohbet füyûzat-ı ilahî olduğundan kendi özgün söylemi ile her seferinde yeniden ve yepyeni olarak doğar. Öyle ise tâlibin kulağına çalınan tüm hakikatler sözün sahibinin zevkidir ve bütün isimler de yine O’nundur. Ve yine sohbet hak ise, sözün sahibi Allah’tır.

Mürşid gerektir bildire, Hakk’ı sana hakke’l yakîn

Mürşidî olmayanların, bildikleri güman imiş.

(Niyâzi Mısrî)

Öyle ise sohbet, “Rabbim Allah’tır” diyebilene haktır.

Hâşâ ki hak ile bâtılın hükmü bizde olsun. İfade buyurulan tefekkürden ibarettir…

İzzet Erş
+ Son Yazılar