Sözlü rivâyet terimi ya da şifâhi rivâyet, bir durumu; olay, kanı, görgü, tasvir, sonuç belirtici öznel bir üslupla kendi seviyesine bağlı bir aktarımdır… Yazı’ya bağlanan kaybetme sürecindeki söz’ün ilk anlamı, ya da asıl anlama en yakın anlamı, sona doğru ise artık ilk’el sözel yapısının ifade ettiğinden bambaşka bir yapıya kavuşur. Söz; söz’ü duyanı, aktaranı, aktarılanı; sözü söyleyeni, sözü söyleyenin sözünün arkasındaki hakikati, sözün söylendiği zamanı, neden söylenme gereği duyulduğunu içermekle kalmaz sadece; söz aynı zamanda, sözü duyan ya da alanın halini, alma anındaki birleşik ortamı, ortamın durumunu, söz’ün aktarıldığı kültürün özelliklerini, kültürdeki mânâsını ve yerini bir bütün olarak ifade etme aracıdır. [1]
Dürüstlüğünden kimsenin şüphe etmeyeceği dört ahbap, dördü de bir beden gibi gezinirken Kudüs sokaklarında, başlarına gelen bir hadisenin tarifsiz heyecanı içinde dönmüşler evlerine. Yine de insanoğlunun hafızası zayıf ve hatıraları rüzgârın alıp götürdüğü bir yaprak gibi olduğundan zihinde, gözleriyle gördükleri bu şeyi mutlaka yazmaları gerektiğine kanaat getirdiler…
I.
Gördüğüm bir hadise üzerine…
Bir grup gezgin Kudüs’te hediyelik eşyalar satan bir dükkâna girdiler. Satıcı duvarda duran koç boynuzunu grubun başındaki kişiye uzattı. O da boynuzu eline alıp ağzına götürdü ve üfledi. İlk üflemede ses çıkmayınca tekrar denedi. Ve üçüncü denemesinde ses duyuldu. Arkasındakilere dönüp güldü ve “Şimdi oldu,” dedi…
II.
Allah’ın kuluna nasip ettiği bir tanıklık üzerine…
Kudüs denilen mukaddes şehre geldiklerinde büyük bir sessizlik içinde Hz. İsa’nın çarmıhta ölüme giderken yürüdüğü yoldan geçtiler. Gözleri İsa’nın ayağının tökezleyip dizleri üzerine düştüğü yerin hemen yanındaki kutsal malzemeler satan bir dükkâna ilişti. Dükkânın sorumlusu olan derin bakışlı genç duvarda asılı duran ve Sur-u İsrafil’i anımsatan boynuzu başlarındaki muhterem zâta uzattı. O da gencin uzattığı bu boynuzu ağzına götürmeden önce biraz bekledi. Ardından derin bir dinginlik içinde üfledi. Bu ilk üflemede ses boynuzun içinde yankılandı. Sesin dışarı çıkması ise üçüncü üflemeyle duyuldu. Gerisinde duran kardeşlerine baktı ve güldü. Anladılar ki şimdi oldu…
III.
İlhamat-ı ilâhi ile tecelli etmiş bir şehadet üzerine…
Allah’ın Kral Davud ile yüceltip oğlu Süleyman’a emanet ettiği mukaddes şehir Kudüs’e geldiler. Mesih İsa’nın, insanoğlunun kurtuluşu için döktüğü temiz kanın henüz kurumadığı soğuk yoldan geçtiler. Duvarların soğukluğu içlerine işlemişti, çünkü vaktin geldiğini hissediyorlardı.
Birden durdular ve ayakları daha fazla ilerlemedi. Zira kıyametin alameti olarak Allah’ın biricik oğlunun çarmıha gerildiği günün öğleninde, masumiyetin simgesi Mesih İsa’nın mübarek ayağının tökezleyerek sırtında taşıdığı çarmıhla yere düştüğü yerdeydiler. O vakitte orada olanların hepsi titrediler.
Hz. İsa’nın mübarek yüzünü, imanlı bir kadının uzattığı bez ile silip yeniden ayağa kalktığı ve “Ben bunun için doğmuşum,” diye mırıldandığı yerde, sanki o uğursuz günden beri orada bekleyen ve yüzü İsa’nın sevdiği şakirdini anımsatan bir genç onları geldiklerinde karşılamak için Allah’ın takdiri ile bu ulvî mekânda beklemekle görevlendirilmiş bir bekçi gibi karşıladı. Ve yanından hiç ayırmadığı Sur-u İsrafil’i Allah adamına uzattı.
Yahudilerin Allah’a ibadet için davette kullandıkları bu boynuzun, kıyamet günü İsrafil tarafından üfleneceğini imanı tam her İsevi bilir. Allah adamı, zaten kendisinin olan ve Mesih’in acı dolu gününde bu genç adama emanet ettiği boynuzu eline aldı ve ağzına götürdü. Üflemeden önce bekledi. Bu bekleyişin, Allah’ın emriyle gelecek nice belaların belki takdir ile geri alınması için tanınmış son bir umut bekleyişi olduğunu anladılar. Ve yine belki öylesi bir merhametten olacak ki boru üflendiyse de kıyamette dünyayı esir alacak ses işitilmedi.
Bunun bir hata olmadığı ama rahmetin bir tecellisi olduğunu ikinci üflenişte de ses çıkmadığını gördüklerinde anladılar. Fakat üçüncü kez üflediğinde Kudüs’ün tüm sokakları ve evlerinde oturanlar ve kulağı kendisinde olup aklı dünya işlerini anlamaya henüz yetmeyen yeni doğmuş bebekler bile sesi işitti. Ve sesin işitilmesi ile hayatını Allah’ın ismine hizmet için adayan tüm ruhaniler, iç odalarında bildiler ki vakit gelmişti.
Ve Allah adamı dönüp kardeşlerine baktı, ama bir şey söylemedi. Bedende değil ama ruhta kardeş olduklarından hepsi bildiler ki vâki olan yerine gelsin diye Allah’ın takdir ettiği her ne idiyse, işte o anda orada o şeyler vuku buldu…
IV.
Allah-u Teâlâ’nın, bir sabah rüyetinde aciz kuluna indirdiğinin apaçık beyanıdır…
Allah’ın yeryüzünde halife tayin ettiği insanoğlunun en şereflisi, Yüce Rabbin emrine verdiği ulvî meleklerle birlikte aslında bir şehir olmayan ama zâhiren şehirlerin anası olarak bilinen Kudüs’e, mukaddeslerin mabedine geldiler. Kudüs ki Kral Davud’un kemikleri olan adaleti o şehrin yollarını, oğlu Süleyman’ın eti olan hikmeti duvarlarını bina etmiştir. Ve Allah’ın Âdem peygamberin günahlarına fidye olarak gönderdiği biricik oğlunun masum kanı, bu mukaddes şehrin sokaklarında, Davud’un adaletini bilmeyen ve Süleyman’ın hikmetini tanımayan bir halk tarafından akıtıldı.
Allah’ın nuranî meleklerinin bile görmeye dayanamadığı bu acı hadise esnasında, nurlarını bir daha arzın üzerinde parlatmayacaklarını söylediklerinde dünya kısa dahi olsa bir süre karanlıkta kaldı. Azrail’in bile, kendisine takdir edilen bu görevi nasıl yerine getireceğini bilemeyerek bir duvara yaslandığı ve o günden beri bu şehrin soğuk duvarlarının ve ıssız caddelerinin, içinden umursamazca geçenlerin kulaklarına bu talihsiz ölümü fısıldadığı bilinir. Yine de “lâ faile illallah” olduğunu bilen Allah’ın velileri, bu şeyleri yapanların ve yaptıranların üzerinde Allah’ın hükmünün olduğunu bilerek sabrederler…
İnsanoğlu ve omuzu üzerinde görünen melâike taifesi, Allah’ın indinde henüz iki günün anca geçtiği bu sokaklarda, eski, soğuk bir anının izleri ardınca yürüdü ve Hz. İsa ile birlikte dizleri üzerine düştüğü ama Allah’ın ricası ile yeniden dikildiği o yerde, kan kırmızı güllerle donanmış o sokakta durdular. Allah ve meleklerinin salât ettiği güzel nebinin, ruhum diyerek yâd ettiği Allah kuzusunun, o lânet günde verdiği vasiyet bütün mukaddes nefislerde tecelli etti.
Çarmıha gerildiğinde ayaklarını mesh yağıyla yıkaması için tüm günahlarından arındırdığı Mecdelli Meryem’e bu yağı verdiği günde, Allah da Cebrail’e Sur-u İsrafil diye anılan boynuzu emanet etmişti. Ta ki İsrafil, kıyametin kopacağı haberini arzın ve semâvatın tüm katlarına duyurmak için geldiğinde, genç bir çocuk olarak karşısına çıkıp bu boynuzu kendisine versin.
Ve o gün geldiğinde, Allah’ın bu görev için tayin ettiği tüm melekleri uyandılar. Ve vaktin geldiğini bilerek, sonun başlangıcını hazırlayacak o sesin arzı titretmesini beklediler. İnsanoğlu, Cebrail vasıtası ile kendisine inzal olan bu boynuzu iki eliyle kavradı. Tasarrufun kendisinde olmadığını ama olan her şeyin Allah-u Teâlâ’nın takdiri ile vâki olduğunu bildiğinden boruyu sadece üfledi.
İlk ses bâtına hükmettiğinden zâhiren bir ses işitilmedi. İkinci sesin hükmü zâhir için olsa da bu ses de işitilmedi. Olacak şeylerin tümü kendisine malum olduğundan Cebrail sadece bekledi. Zira bütün veliyullah gibi Cebrail de bilir ki zâhire ilk çağrı Allah’ın salih kullarını, tövbeden yüz çeviren isyankâr kullarından ayırmak içindir. Ve Sur-u İsrafil üçüncü kez üflendiğinde zâhir ile bâtın ve dahi Hak ile bâtıl, sâlih ile fâsid birbirinden ayrıldı. Ve bu sesle birlikte yerin karıncasından göğün kuşuna, denizin derinlerinden Levyatan’a kadar her mahlûk Armagedon’un geldiğini bildi…
Ve insanoğlu meleklere bu şeyleri gösterdiği günde (melekler ki dilleri olmadığından isyanları da bulunmaz ve anlayışta insan gibi olmaktan mahrumdurlar), bildiler ki insanoğlu Allah’ın kelâmı vâki olsun diye, takdir ettiği her şeye göre yaptı. Ve kendi nefsinden yapmadığını ancak sadece Allah’ın dediğine göre yaptığını büyük melekler ve onların altında olan diğer melekler gördüler. Ve işte aynen böyle oldu
[1] Talmud ve Hadîs, Karşılaştırmalı Bir Araştırma, Mehmet Sait Toprak, Kabalcı Yay. s. 84