“Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer, çoklu anlama gelen bir Kitap halinde indirdi… (O) bununla dilediğini doğru yola iletir. Ama Allah kimi sapıklığında bırakırsa artık ona yol gösteren olmaz.”[1]
Kur’an-ı Kerim, âyetlerinin iki farklı biçim altında toplandığını belirtir. Bunlar hükmî yani genel geçer olmayan, doğrudan anlaşılan ve inanırı yorumsuz olarak hükme bağlayan âyetler ile benzetmeli olarak yorum gerektiren, inanırın kendi anlayışı, kültürü ve yaşadığı çağa göre içeriklenen, çok anlamlılığa açık âyetlerdir. Kur’an bunların ilkine muhkem, ikincisine müteşâbih âyet demektedir.
“Kitab’ı sana indiren O’dur. Onun bir kısmı muhkem âyetlerdir, onlar Kitab’ın anasıdır (ümmü’l kitâb) ve diğerleri, müteşâbihtir. Fakat kalplerinde eğrilik bulunanlar müteşâbih olanlara tâbi olurlar. Ondan fitne çıkarmak için, onun te’vilini yapmak isterler. Ve onun te’vilini Allah’tan başka kimse bilmez ve ilimde rüsûh bulanlar ise: “Biz O’na iman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır” derler, onlar da tezekkür edemezler, yalnız Ulûl’elbab…” [2]
Muhkem, (hekeme) hüküm, yargı kelimesinden gelir. Hüküm, yoruma kapalı, nihai karardır. Koşulsuz egemenliği (hâkimiyet) ihtiva ettiği gibi, bunun şuuruna varmaya da hüküm denilir. Hükmü veren hakîmdir. Hâkimlik, hakemlik, hekimlik gibi meslekler öznel yargıya dayanmayan, yasaya ve kurallara koşulsuz olarak uymalarından dolayı bu isimleri alırlar. Bu meslek erbaplarının hükümleri kendilerine ait olmayıp, “üstünlükleri” rüsûh buldukları ilimlerin kaidelerinden gelir. Hâkimin, adalet için elzem olan yasa ve kanunların uygulayıcısı olması gibi, hakem rekabetin kurallarına, hekim canlılığın yasalarına teslim olmasından dolayı üstündür. Böylece üstünlük meslek erbabına değil, bilgiye ve bilginin tahakkukuna verilmiştir. Bu sebeple hüküm Allah’ındır denilir[3]. Zira Allah bilgi (teori) ile tahakkukun (pratik) birliğe geldiği Hakîm isminin zâtıdır.
Müteşabih (şebehe) ise teşbih, şebih kökünden gelir. Teşbih benzetme, bir vasıfla vehmetme anlamlarına sahiptir. İki şeyin aynı seviyede benzeşmesine “teşâbüh”, birbirinden fark edilemeyecek şekilde keyfiyet bakımından birbirine benzeyen şeylere de “müteşâbih” denir[4]. Sanat ve edebiyat teşbih, benzetme üzerine kuruludur. Bu bakımdan kimi âlimler Kur’an âyetlerinin muhkem olduğu ve müteşâbih gibi algılanan âyetlerin hükme bağlanması gerektiği, teşbihte kalmanın mümini küfre götüreceği fikrine ulaşırlar[5]. Diğer yandan Bergson gibi filozoflar buna karşı çıkarak anlayış hükmî olsa da sezgisel olarak gerçekleştiğini savunur: “… kavramlar, realiteyi bize ancak dışarıdan temâşa ettirir, onun içerisine sokamazlar. Realitenin kabuğunu delip içine nüfuz ettiren şey ise dinamik hayallerdir.”[6] Benzer yaklaşımı Schiller’in estetik dünya algısında da görmek mümkündür[7].
Öyleyse Allah’ın kitabında müteşâbih ayet olabilir mi? Hakîm olan Allah’ın insanlara olan bildirisinde benzetme veya yoruma dayalı âyet kullanması mutlak varlığı ile bir çelişki taşımaz mı? Allah’ın âyetleri apaçıksa teşbihe neden lüzum vardır? Müteşâbih âyet veya âyetlere hükmî yaklaşım mümkün müdür?
İslâm itikadına göre hüküm ancak Allah’ındır, zira Hakîm olan yalnız O’dur. Bizim Kur’an’ı ve onun ilâhî hükümlerini tam olarak kavrayabilmemiz, o kudret ve ferasette olmadığımızdan mümkün değildir. Kur’an âyetlerini anlayışımız ancak yorumsaldır. Zira hüküm şüphesiz hakikattir. İnsanın ilmi ise hakikatin künhünü anlamaya yetmez. Öyleyse insanın onu anlamaya çalışması, muhkem değil müteşâbih cihetindendir.
Bu sebeple şeriat hükme bağlanır, ama onu anlamak teşbihi sûretledir denilebilir. Zira Allah’ın hükmünü tam olarak anlamak ancak kendisine mahsustur. Biz O’nun hükmünü tümüyle anladık diyemeyiz. Zira anlamak, onu tüketmektir; “Onu anlamaya çalıştık, ilmimiz mesabesinde ona yaklaşmaya gayret ettik” diyebiliriz.
Hükme tam riayet, ona tam teslimiyeti gerektirir. Bu ise kişiyi (özneyi ve öznelliği) ortadan kaldırır. Velhasıl hükme tam uymak ancak tabiata, hayvana ve ruha mahsustur. Tabiat bizâtihî hükme tâbi olmayı, hayvanlık canın hükümle bir olmasını ifade eder. Ruhaniyet ise kendini ifna etmek sûretiyle Allah’a teslim olmaktır. Bu makam ancak Rûhullah tesmiye edilen İsa’ya lütfedilmiştir. Ve bu makam kendisine vehbî[8] olarak tevcih olunmuştur. Yine de “Bu hal ancak onda vardır ve vefatıyla ortadan kalkmıştır” denilemez. Bu hale nail olmak mümkündür, lakin bu hal üzere olanların feyzi yine İsa’dan yani Allah’ın ruhundan/ruhaniyetinden gelmektedir. Bu halde olmayan için ise hükme bağlanmak ona akıl veya iman veya ikan veya ihlas veya salah vs. ile yaklaşmaktır.
Kur’an, İsa’nın insanlar tarafından öldürülmediğini, ancak onlara benzer gösterildiğini ifade eder: “… Allah’ın Resûl’ü Meryem’in oğlu İsa Mesih’i biz öldürdük, derler. Onu öldürmediler ve onu asmadılar. Fakat onlara, benzer (şubbihe) olarak gösterildi.”[9] Âlimler bu benzerliği İsa’ya benzeyen başka birinin öldürüldüğü şeklinde yorumlarlar. Oysa “benzer” için kullanılan şubbihe kelimesi bu hadisenin bir benzetme olduğunu ifade etmektedir. Âyetin devamında “Allah onu yükseltti (rafaahullâhu). Ve Allah Azîz’dir, Hakîm’dir” denilmektedir. Buradan anlaşılıyor ki, İsa’nın vefatı ile teşbih edilen onun izzetlendirilerek bir mertebeden diğer bir mertebeye yükselişidir. Allah bu yükselişi Aziz ve Hakîm ismiyle tahakkuk ettirmektedir. Öyleyse İsa, Aziz’dir ve Hakîm’dir demek yanlış olmaz, ama eksik olur. Zira bu isimler Allah’ındır. Ancak İsa, Allah’ın Aziz ve Hakîm isminin tecelli mahâli durumuna gelmiştir diyebiliriz. İsa’nın buradaki ifnası onun hükme teslim oluşundandır. Velhasıl İsa Allah’ın bir hükmü, hayatı ise müminler için müteşâbih bir âyet gibidir. “Ruhun Rabbin emrinde olması” belki böyle de yorumlanabilir[10].
Allah’ın hükmünde sapma veya fesad olmaz. İnsan hükme tümden arif olmadığından ona yol bulmak yönelişle olur. Kulun yönelişi iradesine, iradesi ise muradına göredir. Ve muradı da ahlâkına (yaratılışına) göredir. Ahlâkı, anlayışına göredir. Anlayışı ise ilmiyle sınırlıdır. İlim tenzih (teori) ve teşbih (karar) cihetindendir. Velhasıl insan için hükme arif olma müteşabihat cihetindendir. Eğer kulun kalbi sapmak isterse, bu onun kendi isteğindendir ve Allah buna mâni olmaz. Zira Kitap her şeyin Allah’ın bilgisi dâhilinde olduğunu bildirir, ancak Allah’ın her şeye müdahil olduğunu bildirmez. Kalbin sapması kulun ahlâkındandır ve ahlâkı onun anlayışındandır. Ancak anlayışını belirleyen kulun temayülüdür. Kul neye meylederse, ahlâkı o cihetten halk olur velhasıl kul kendini inşa eder. Bu inşası Allah’ın izniyledir ancak O’nun emri ile değildir. Zira Allah’ın takdiri ile olan hilkat; tabiat ve hayvanattır. İnsan ise Allah’ın izniyle kendini bina eder.
Bu mevzuyu anlatmak için Kur’an misaller vererek hakikatlere gönderme yapar. Bu göndermelerin (teşbihlerin) kendileri hakikat olmayıp, hakikati anlamak için anahtar durumundadır. Örneğin Kur’an’da Yahudiler kitabın muhkem âyetlerine bağlananları, Nasrânîler ise müteşâbih âyetlere bağlananları temsil eder. Teşbihât olmaksızın hükme bağlananlar çok ciddi ve neşesiz olurlar. Zira insan kurallara mutlak sûretle bağlanmaya uygun tabiatta değildir. Ve hükmü unutup teşbihe dalanların kalbi sapar. Zira hüküm, teşbihin sabitesidir. Sabitesini yitiren kalp ise zıvanadan çıkar. Bunun için denilmiştir ki; “... kalblerinde eğrilik bulunanlar, müteşâbih âyetlere tâbi olurlar. Ondan fitne çıkarmak için, onun te’vilini yapmak isterler.”
Bu uyarı müteşâbih âyetlerin kulları yoldan saptırdığı anlamına gelmez. Sabitesini kaybeden kulun müteşâbih âyetler ile yoldan çıktığı anlamına gelir. Sabite Allah’ın hükmüdür. Teşbih ise o hükme bağlı kalarak yapılan yorumdur. Kur’an’ın, Yahudileri kitabı tahrif etmekle itham etmesi, kitabın âyetlerini Allah’a izafe ederek değil, ruhban kesimin çıkarları doğrultusunda te’vil etmelerinin eleştirisidir. Zira tevil anlamı kaydırmak veya bozmak değil, bir şeyin mânâsını varacağı neticeye, gayeye, hedefe vardırmak demektir. İmam Gazali gibi mütefekkirler te’vilin bidat olduğunu, zira Allah’ın âyetlerini açık olarak beyan ettiğini, onlara keyfi sûretle başka anlamlar giydirilmesinin küfür olduğunu, te’vilin ancak Allah’a mahsus olduğunu söylerler ve te’vili mümine men ederler. Hâlbuki te’vilin Allah’a ait olduğunu söylemek, Allah’a izafeten te’vil haktır demektir. Burada te’vil, “tevhid”e ulaştıran basamak mânâsınadır. Canının istediğine göre anlamı kaydırmak mânâsında değildir.
Huruf-u mukadda[11] ilmine göre Kur’an’da müteşâbih âyetler vardır, zira Kur’an’ın bazı kısımları insanların doğrudan anlayabileceği sûrette değildir. Kaldı ki, böyle bir iddiada bulunmak dahi küfürdür. Birçok âyetin başında bulunan kat’i (kesik) harfler Elif, Lam, Mim, Ya, Sin, Kaf vb. gibi tek başlarına bir anlam ifade etmeyen harfler olup, yan yana geldiklerinde de bir mânâyı doğurmazlar. Bunların mahiyet ve hakikatlerinin ancak Allah’ın bilgisi dâhilinde olduğu ve seçtiği özel kullarına bunları bildirdiği inancı hâkimdir.
“… Cebrâil, ‘Elif, Lâm, Mîm’ deyince Resûlullah Efendimiz, ‘Fehimtü’ (anladım) buyurmuşlardır. Cebrâil, ‘Ya Resûlullah, bunu getiren ben olduğum halde bir şey anlamadım. Sen, daha ben okur okumaz hemen nasıl anladın?’ demiştir.”[12]
Örneğin Elif harfi daima Allah’a, Mim ise Muhammed’e isnat edilir. Lam konusunda farklı yorumlar vardır. Genel görüş onun Cebrail’i simgelediğini söylese de Lam’ın âlem, kâinat, vücûd vs. olduğu da söylenir. Yine de anlayış açısından burada bir ayrılık bulunmaz. Cebrail zorunluluğun aklıdır. Kevn-i kâinat bu aklın tecessümü, âlem onun bilinmesi, vücûd birliğini teşbih eder. Lakin yine de bu kat’i harflerin neden ihtiva ettikleri mânâ ile doğrudan kullanılmağı ama setredildiği ancak onun mânâsına haiz olan ariflere ma’lûmdur. Zira bu bilgi aklî bir ilim olmadığından âlimlere kapalı, ama ilm-i ledün olduğundan ariflere açıktır. İlimde rüsûh bulan âlimler Allah’ın âyetlerinin muhkem ve müteşâbih olduğunu bilirler. Ama yine de bilgileri ilmî cihettendir. Hükmün muhteviyatı ise ancak Ulûl’elbab olan kimselere açıktır: “… Onun te’vilini Allah’tan başka kimse bilmez ve ilimde rüsûh bulanlar ise: “Biz O’na iman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır” derler, onlar da tezekkür edemezler, sadece Ulûl’elbab…” Onlar kalb ile bilirler.
Tasavvuf felsefesi cihetinden Kur’an’ın ayetleri hem muhkem, hem de müteşâbihtir. Akıl muhkemdir, muhkemle (metafizik) ilgilenir. Doğa (fizik) ise Allah’ın teşbihi olan âyetlerdir ve bu âyetler müteşâbihtir. Hatta Allah’ın asıl âyetleri bunlar olup gerisinin Mushaf’tan ibaret olduğu da söylenir.
“Kâinat Kur’an’dır. Onu okumasını bilenler, orada gördüklerinin birer âyet olduğunu anlar ve kâinatı okumakla, Kur’an’ı okumanın aynı şey olduğunu idrak ederler… Aslını bilmeyenler, Mushaf’ta yazılı olanlara âyet derler. Doğrudur, onlar da âyet adını alır, ama gerçek âyetlerin yazısından ibarettir. Gerçek âyetler ise daima inmektedir ve canlıdır. Bunların etkilerini her an görmek mümkündür…
Kur’an’da muhkemat ve müteşabihat olmak üzere iki nev’i âyet vardır. Bunlardan muhkemat olanlar âfâkta, müteşabihat olanlar ise enfüstedir. Bu sebeple de insan âyat-ı müteşabihat olarak nitelendirilir. Muhkemat olanlar, görünen âleme ait hükümleri içerdiğinden, ağacın gölgesi gibidir, değişmez, sabittir. Tıpkı güneşin batıdan doğmayışı gibi.
Müteşabihat olanlarsa dallar, dalcıklar gibi olduğu için, bunlar da aslen değişmese bile, anlam yönünden zamana, okuyanın bakış açısına ve çağ insanının gelişmişlik düzeyine göre değişik şekillerde yorumlanabilir. Zaten müteşabihat, teşbih olunan, benzetilen demektir. Böyle olduğu için de her çağda benzer âyetler halinde gelmeye devam etmektedir. Hazret-i Peygamber zamanında gelmiş olan müteşâbih âyetler, anayasa mahiyetinde olduğu için son kitaba yazılmıştır. Şimdikiler ise o anayasanın zeyli yahut açıklaması gibi olduklarından, bir nev’i şerh olarak algılanır.”[13]
Kaynakça:
Halis Ece, “Kur’an’da müteşâbih âyetler ve mukattaa harfleri” makalesi. (www.mollacami.com)
Nurettin Topçu, Bergson. Dergâh Yay., İstanbul, 1998.
[1] Kur’an-ı Kerîm, Zümer Sûresi 39/23: “Allah, sözün en güzelini, (Kur’an’ın âyetlerini güzellikte) birbirine benzer, ikişerli bir Kitap halinde indirdi. Rablerinden korkanların, ondan derileri ürperir, sonra derileri ve kalbleri Allah’ın zikrine yumuşar. İşte bu (Kitap) Allah’ın rehberidir. Dilediğini bununla doğru yola iletir. Ama Allah kimi sapıklığında bırakırsa artık ona yol gösteren olmaz.”
[2] Kur’an-ı Kerîm, Âli İmran Sûresi 3/7
[3] Kur’an-ı Kerîm, Yusuf Sûresi 12/40
[4] Râğıb el-İsfehânî, Müfredât. Şibh maddesi
[5] Örnek olarak; Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, 1/70-74; Selefiye Okulu
[6] Nurettin Topçu, Bergson. s.61
[7] Doğan Özlem, Tarih Felsefesi. s.96
[8] Vehbî; Doğuştan verili olan. Çalışmakla kazanılmayıp Allah’ın lütfu ile olan.
[9] Kur’an-ı Kerîm, Nisa Sûresi 4/157
[10] Kur’an-ı Kerîm, İsrâ Sûresi 17/85
[11] Hurûf, harf kelimesinin çoğuludur. Mukattaa kelimesi de ayrılmış, münferit demektir Hurûf-u mukattaa ise; ayrılmış, münferit harfler demektir. 28 harfli Arap alfabesinin tam yarısı – on dört harfi- müstakil olarak Kur’an sûrelerinin başında yer alır. ا ح ر س ص ط ع ق ك ل م ن ه ي şeklinde yazılan bu harflere ayrık yazıldıkları için “mukattaa” harfleri denilmektedir.
[12] Nakşi şeyhi Süleyman Efendi’den aktaran Ziya Sunguroğlu.
[13] Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu. III. Cilt, s.245.