“Bereshit Bara Elohim
Et HaShamaim ve Et HaEretz” [1]
Tora’nın ilk cümlesi Tanrı’nın başlangıçta Gökleri ve Yeri yarattığı bilgisi ile başlar. Düz anlamı bakımından bu bir durum bildirmesidir. Bu bildirime göre Tanrı (Elohim) dolaysızca vardır ve yaratışın ilk eylemi olarak Gökleri ve Yeri var eder. Bir görüşe göre bu edim bir yaratmadır, bir diğer görüş ise bunun bir halk ediş, yani var olana şekil vermek olduğu fikrindedir [2]. Felsefi açıdan ise bu eylem, en yüksek tinsel etkinlik olarak düşünmenin zorunlu aşamalarına işaret eder.
Felsefi düşünme kavramlar üzerinde durur. Kavramlar düşünme etkinliğinin yapı taşlarıdır ve bir düşüncenin tutarlı ve nitelikli olması kavramlarla olan bağlılıkla ilgilidir. Kavram, dış olgusallığın varoluş zeminidir [3]. Burada dış, insana dışsal olanı ifade eder. İnsanın duyusal algılarla edindiği bilgi ve yargılar onun dışa bakan yanı, sezgi ve anlayış ile edindiği bilgi ve yargıları ise içselliğidir. İnsan bunların ne birinden ne de ötekisinden ibarettir. İnsan, bu yanların her ikisiyle birlikte yapılanır. Yine de özsel mahiyeti bakımından insanın asıl gerçekliği, yani içi ile dışını birliğe getiren “anlayış” olduğundan, içsellik kapsayıcıdır. Dolayısıyla da düşünme insanın öz niteliğidir.
Algılar, duyusal çevre ile sınırlıyken; düşünce, duyularıyla tanık olmadığı ama akıl ile kavradığını idrak edebilme yeteneğine sahiptir. Böylece insan, kendi ile sınırladığı var oluşunu aşarak varlığı, yani kendiliğinin mevcut olmadığı “önce” ve “sonra”yı idrak etme kabiliyetindedir. İnsan, varlık üzerine düşünebilmekte ve bu yolla kendi varlığını idrak etme suretiyle “kendini” bilmeye kabildir [4]. Ve felsefe açısından bu, düşünme etkinliğinin zirvesidir. Kendini bilmek, cesaret ve sabırla varlığı düşünmek ve onun karşısındaki acziyetini fark etmek demektir [5].
Varlığa yönelen akıl, öncelikle kendilik denilen varsayımsal kişiliğinden soyutlanır. Bu soyutlanma samimi olduğu ölçüde arınmadır da. Yani bir kabul olarak değil, ama bir deneyim olarak soyutlanmayı başaran akıl, tutarsız yakıştırmalarla sahiplendiği varsayımsal kişiliğinden arınır. Bu arınma onu kendisini içinde bulamadığı, ama deneyimlediği için ayrı da tutamayacağı arı varlık ile buluşturur [6]. Bu tanışma fizik tanıklığın ötesinde bulunduğundan, metafizik yani fizik-üstü olarak nitelenir. Fizik üstü olan ise arı düşüncenin kendisidir [7].
Arı düşünce varlık zeminini tarih ötesinde arar. Zira tarih, düşüncenin bir içeriğinden ibarettir. Düşünce, en arı biçimiyle kendini varlıktan ayrıştıramaz [8]. Böylece onun için başlangıç; kendi başlangıcı ve evrenin başlangıcı birdir. Bu başlangıç kendi varlığı ile yokluğu arasındadır. Kendi yokluğu, kendi üzerine düşünememesi olduğundan bu yokluk, aslında arı yokluk olarak bilinmezliktir [9]. Böylece düşünce, kendi yokluğundan kendini doğurduğu bir evren kozmogonisi tahayyül eder ve buna başlangıç der. Çünkü başlangıç, en azından bir belirlilik ifade eder. Başlangıç, yani kozmogonik tasavvur, bilinmez olanla ile bilinir olanın arasındadır. Böylece bir başlangıcın olduğu kabulüyle, yokluk ile varlık arasına hayali bir çizgi çekilir. Ve yokluk yoktur, ancak varlık vardır, denilir [10].
Yine de kaotik olanla kozmik olan arasındaki ayrım sürmektedir. Kaos belirsizlik, kozmos bu belirsizliğin tanımlı ve belirli kılınmasını ifade eder. Düşünce açısından bu ayrım, tanımsız olanı tanımlı kılmayı, anlamsız olanı bütün içinde anlamlı, yani yerli yerinde görmeyi ifade eder. Böylece kozmoloji aklın, kendisi için belirsiz olan şeyi bilgiye dönüştürebilmesi anlamına gelir. Bu ise varlığı, belirli varlığın yokluğundan yaratmak demektir. Zira varlığın bu bilgisi insana aittir ve insandır. Ve tanımsızlığı içinde, insanın kendini bilmeyişi olarak durur. İnsanın kendi varlığını, kendi yokluğu ile dolaylı olarak bilişi, kendini kendi bulunmayışından (yokluğundan) yaratması anlamına gelir. Böylece kozmos, insanın kendini var olmayandan yaratmasıdır.
İlk ayrım olarak konumlanan fizik ve metafizik, bu anlamıyla duyusal olan ve ussal olan şeklinde ayrılır. Fizik, yasalara bağlı olarak bir ve bütündür. Ondaki boyutluluk ve iç içelik, kişiden kişiye değişmeyen bir ortaklık taşır. Yasalar çokluğu içinde birdir ve varoluşun tamamı için geçerlidir. Akıl ise çok katmanlıdır, kişinin aslî hüviyetine yakınlığına göre derecelenir. Alegorik bir ifadeyle akıl, ayağı zemine güçlü basan bir merdiven gibidir. Merdivenin diğer ucu göğe dayanmaktadır. Varlık zemini ortak olsa da, her bir kişi için kendini yaratmanın, gerçekleştirmenin “basamağı” farklıdır. Bu anlamıyla metafizik; gökler (HaShamaim) ve fizik; yerdir (HaEretz).
Bu etkinliğin öznesi olan insan ise hem yaratıcı, hem de yaratılan konumdadır. Kişi, kendini kendinden yaratma kudretindedir. Bu anlayışa göre insan bedeni, doğası ile insan olma niteliklerini yansıtmamaktadır. Ama onun gerçek varlığı tinsel doğası olduğundan beden olarak varoluşa gelişi ile değil, ama tinsel olarak doğmasıyla gerçek anlamda var olur. Bu ikili kutupsallık, yani kendi ve yaratılan kendilik, dışsallığı bakımından iki kişi; mürşit ve mürid, Rab ve kul vb. şekillerde tanımlanır. Yine de bâtıni gelenek mürşidin veya Rabbin içte olmadığı sürece irşâdın vaki olamayacağını da bildirir. Böylece Rab, mürşid, Tanrı vb. tanımlamalar, bu konumdaki öznenin, talibin kalbinde doğmasıyla mümkündür. Bu ise ifadesi bağlamında kâmil mürşidin kalbinde yer bulmak olarak ifade edilir [11]. Zira kapsayıcı olan talip değil, ama talipte zuhur edecek mürşid imgesidir. Her biçimde bu çift kutupluluk ayrılığın birbirlerine olan sevgilerinde yittiği birliği, Elohim’i ifade eder.
Böylece Tanrı’nın başlangıçta Gökleri ve Yeri yaratışı ussal açıdan bir hiyerarşiyi gerektirir: Kozmogoni, kozmoloji, metafizik, fizik ve felsefe. Felsefe ise ontoloji ve epistemoloji temelinde durur [12].
Referanslar:
[1] Tora, Tekvin 1:1
[2] İbn Arabi, Yaratma. İbn-i Arabî bu ifadelerin her ikisini de kullanmaktadır. Ve bunların farklı boyutlara ait olduğunu belirtir. Bunlardan birini kabul edip diğerini reddetmez. Yaratılan başlangıç ile halk edilen başlangıcı birbirinden ayırır. Evren halk edilir, insan ise yaratılır. Zira insan mevcuttan değildir, yok-varlıktan varlığa taşınır (M. Bobaroğlu).
[3] Platon, idea ve ideal. Platon idea ve ideali kavramın süreci ve ereği olarak ayırır. Ona göre biçim (idea) süreçtir. Kendini dış olgusallıkta eksik veya yetersiz olarak gösterir. Kendi bütünlüğüne erekte erişir. Bu ise idealidir.
[4] Pitagoras, Kendini Bil veya Gnothi Seauton. Delph Mabedinin kapısında bulunan ifade.
[5] Sokrates, Kendini Bilmek. Bu ifadeler Platon’un Fedon ve Timaios diyaloglarında geçer.
[6] Hegel, varlık-yokluk. Mantık Bilimi, varlık-yokluk-oluş.
[7] Aristoteles özgün olarak bu tabiri kullanmasa da fizik-üstü olarak ifade ettiği alanın düşünce olduğu açıktır. Aristoteles, Platon öncesi filozofların varlığın tözünü (arkhe) maddi doğada aradıklarını, ancak Platon’un bu ilk varlığı düşünceye taşıdığını ifade eder ve Platon’u doğa filozoflarından ayırır. Örnek olarak, Aristoteles, Metafizik 985a11, 989b21, 990b24.
[8] Rene Descartes, Cogito ergo sum çıkarsamasında olduğu gibi, düşünce varoluşsal pekinliği veren tek alandır. Duyumsamalar, algılar, rüyalar, rüyetler vs. varlığın pekinliğini verecek alanlar olamazlar. Zira bu yeteneklerinin kişiyi yanılgıya da sürükleyebildiğini her samimi insan deneyimler, ancak kimse düşünüyor olduğuna dair bir çelişkiye sürüklenemez. R. Descartes, Meditasyonlar.
[9] İmam Rabbani agnostisizm ve Kantçı düalizm.
[10] Parmanides, yokluğun yokluğu ifadesi.
[11] Osman Kemâli, insan-ı kâmil.
[12] Metin Bobaroğlu, AAV Toplantıları, Kasım 2014.