Okuma süresi: 3.47 mintues

Tarih bilinci öznenin kendi üzerine dönmesi ile başlar. Bu dönüş başlangıçta her ne kadar öznelmiş gibi görünse de bu nevi bir etkinlik içindeki özne, toplumun özeğinde, onun dinamizmini taşır. Tarih bilinci, bilinçli bir etkinlik olduğundan, şüphesiz toplumun her ferdinde tam ve kâmil olarak bulunması beklenemez. Nitekim insan dünyaya bilinçsiz olarak gelir. Ondaki yegâne varsıllık, içine doğduğu toplumun kültürü ve o kültürün yaşantılarıdır.

Öyle ki özne toplum içinde ilkin kültürün, yani tarihsel olanın uygulamalarıyla karşılaşır. Bu kültür olgusu, tarihsel olması dolayısıyla da, bilinçli değil ama geleneksel, yani âdetlere dayalıdır. Ve etkinliği bilincin veya özbilincin edimleri olmaktan çok uzak, genel bir itaat ile işler. Bu işleyişe genel olarak “töre” denilmektedir.

Törenin iyi veya kötü olmasına, doğruluğuna, yanlışlığına bakılmaz. Töre, başında “tarih hükümdarının” bulunduğu, toplumsal sorgulamaya kapalı, ama öznenin kendi iç sorgulamasına ve genellikle aydınlanmaya izin veren bir olgusallıktır. Zira tarih de kültür gibi özbilinçli kişilerin karakter ve iradeleri ile oluşur ve şekil alır.

Kanunlar veya yasalar ise, bu tarihsel iradenin bir neticesi olarak, mevcut toplumun en yüksek tinselliğinin yansımalarıdır. Bu tin ancak insandan yansır. Tam bu nedenle, tarih bilinci ve iradesi toplumsal değil ama öznel olmaya zorunludur. Nitekim hiçbir toplum tüm fertleriyle aydın veya en azından bilinçli dahi olamaz. Böyle bir toplum ideali, son tahlilde bireyleri hayvansal bir şuur durumunda eşitlemekten kurtulamaz.

Musa öncesi İbrani gelenekleri Tanrı tarafından kutsanır. Bu kutsama tarihe aşkın olarak değil, dünya tininin mevcut durumuna göre bir kutsallık taşımaktadır.

İbrahim oğlu yerine bir koçu kurban ederek, yaşadığı dönemin ötesinde bir tinselliğe sıçramıştır. Bu hareketi takdir edilmeliydi ve edildi. Tanrı, İbrahim’i kutsamalıydı ve kutsadı. Lâkin, günümüz tinindeki bir insanın rüyasında kendisine emrolunan, oğlunu kurban etmesi gibi bir buyruğu tevil ederek yorumlaması, İbrahim’in dönemindeki kadar takdir ve iltifat görmeyecek, hatta bu davranışın aksi feraset ve basiretten uzak kabul edilecektir.

Buradan varılacak sonuç şudur: İbrahim kendi döneminin kâmilidir. Nuh ve İshak ve Yakub da öyledir… Ancak, Kendini Tekrarlamaktan Münezzeh Olan, bugün yepyeni İbrahimlerden, İshaklardan, Yakuplardan söylemektedir.

Yusuf’a gelince…

Yusuf şeriatın gelmesinden evvel, şeriate göre davranmasıyla, yani töreye veya dönemin toplum normlarına göre değil ama kalbinin kendisine gösterdiği yolda yürümesi nedeniyle güzel’dir ve yine aynı nedenle salih sayılmıştır.

Aziz Pavlus, Romalı cemaate yazdığı mektubunda bu konuya değinerek, kendisine şeriat bildirilmeksizin şeriate göre davrananların salih sayılacaklarını bildirmiştir (İncil-i Şerif Romalılara Mektup 2:13-16). Zira salah şeriatin içine doğmakla değil, şeriate göre davranmakla tamam olur. Yusuf, Musa’nın şeriatini değil ama İbrahim’in töresini ve Mısır’ın kanunlarını bilirdi. Ama yine de İbrahim’in âdetlerine veya Mısır’ın kanunlarına göre değil, kalbinin feyzine göre davrandı; çünkü şeriat onun kalbinde yazılıydı.

Şeriatın kalbe yazılı olması ferdiyet bilincidir. Toplumun içinde ama toplumun öngörü ve kabullerine aşkın olarak, yaşamın ilkesini bizzat kendinde bulmak demektir. Veya tasavvufi söylem ile Hakk üzere yaşamak demektir.

Sohbetlerde yükselen “Hakk” nidaları, sohbeti tasdik için değil ama tâlibin yaşam ilkesiyle bağdaştığından, aslında varlıktan yükselen bir kabul’dür. Bu, tam anlamıyla bütün kalb ve bütün canla kabul etmek demektir. Aksi takdirde bu nida gürültüdür, zira Hakk, ancak tahakkuk üzere vukû bulur.

Yusuf’ta Hakk, bu minval üzere tahakkuk etmiştir. Böyle birisi için şeriatın hükümleri faydasızdır, zira O zaten kendi başına şeriattır.

“Mesih” olarak beklenen, kalbine şeriatın yazılı olduğu insan, “ecco homo” gerçek anlamıyla bu insandır. Yine de “Yusuf işte böyle bir insandı” denilemez, ama ancak böyle bir insana “Yusuf” denilebilir. Hakk!

İzzet Erş
+ Son Yazılar