Kölelik ve Çıkış…

“Ve o su ile ölü bir ülkeye can verdik.

İşte Çıkış tam budur.”

(Kâf Sûresi’nden)[1]

Tora’da yer alan mitsel öykülerin en can alıcısı İsrailoğulları’nın Mısır ülkesinden kaçışlarını konu alır. Hem Tora hem de kendisinden sonra gelen tüm kabul edilmiş metinler Mısır ülkesini (Mitsraim / מצרים) “kölelik evi” olarak tanımlarlar [2]. Yine de Mısır’ın gerçek bir kölelik evi olup olmadığı ve bu köleliğin hakiki mahiyetinin ne olduğu bugün alternatif yorumlarla da tartışılmaktadır. Zira Tora her iki düşünceye de zemin hazırlayacak kayıtları içinde barındırmaktadır. “İbranilerin Mısır’daki konumu kölelik olarak tanımlanabilir mi?” Ya da “Bu kişiler sadece paralı işçiler miydi?” gibi soruların günümüz dünyasını ilgilendirebilecek ve modern insanın hayatında katkı sağlayabilecek yegâne yanı bu kölelik tanımına dayanmaktadır. Doğru soru aslında şudur: “Kölelik nedir?”

Kölelik tasavvuf literatüründe, günlük kullanımının ötesinde ve belki özüne en yakın anlamıyla kulluktan ayrılmaktadır. Her iki kavram da itaati ve hizmeti imlemektedir. Ancak kulluk gönüllülüğü, kölelik buyurganlığı göstermektedir. Bu anlam içeriğiyle mutasavvıflar kelamlarında, kişiyi kendi iradesini hiçe sayarak peşinden sürükleyen alışkanlıklar, zaaflar, boyun eğmeler, güç yetirememeler vb. tüm acziyetler için kölelik kavramını kullanmışlardır. Zira Allah’ın sûretinde halk olunan insan, onun nitelikleri ile isimlenmiş ve kudretinin kâbil olmayacağı bir durumdan her hâlükârda âli kılınmıştır. İnsan köleliği (köleliğinin boyunduruğunu ve Efendisini) kendisi seçer ve seçtiğinin kölesi olur.

Kulluk ise gönüllü olarak katılmaktır. Bu katılım, eylemi gereği bir zaaf değildir. Hatta zaafa dönük olan öznel çıkarlardan feragat temelinde bulunur. Örneğin, annelik kulluktur. Hakiki anlamıyla öğretmenlik, doktorluk, hatta askerlik dahi kulluktur. Bugün her birinin, örneğin maaş almaları gibi nedenlerden dolayı sadece birer meslek olarak kabul edilmeleri normaldir. Ancak öğretmenler, doktorlar vs. mesleklerinin gereklerini karakterleriyle birleştirdiklerinde hayatlarını, diğer insanlar uğrunda ifna eden kullardır. Kulluğun Allah’a isnâd edilebilmesi, nefsi üç beklentiden berî kılmakla mümkün olur: Maddi çıkar, mevki beklentisi, manevi tatmin.

Tora’nın Mısır’ı kölelik evi olarak nitelemesi, İsrailoğulları’nın manevi tekâmüllerini terk edip Allah’ın kulluğunu bırakmalarıyla ilgilidir. Öyle ki manevi kişilikler olarak İsrailoğullarını bir topluluk olarak İbranilerden ayıran bu yönelimleridir. İbraniler, İbrahimî geleneğin töresine uymaları için Allah’ın kavmi olarak seçilmiştir. Bağlılıklarını yitirmedikleri sürece de İsrailoğulları olarak anılacaklardır. Hz. Yakup olan İsrail’in evladı olmaları, bu geleneklerine bağlılıklarından dolayıdır. Ancak Mısır’da bu bağlılıklarından yüz çevirmiş ve Allah’ın kulu olmaktansa, Firavunun kölesi olmayı seçmişlerdir. Hz. Musa, kavmin kayan manevi eksenini bir yasa altında toplamak için törenin yasasını, Tora’yı tebliğ etmek üzere gelmiştir. Bu nedenle denilebilir ki Hz. İbrahim bu törenin temelini oluşturuyorsa, Hz. Musa ise geleneğin şuurunu teşkil etmektedir.

Tora, Mısır diyarından çıkan İsrailoğulları’nın sayısını bildirmemiştir. Bununla birlikte, Çıkış kitabında kavmin yirmi yaş üzerindeki erkek nüfusunun yaklaşık olarak 600.000 olduğu [3] ve bu adedin içinde kadınlarla çocukların hariç tutulduğu kaydedilmiştir [4]. Mısır’dan çıkışın birinci yılında yapılan sayıma göre nüfus 603.550’ye yükselmiştir [5]. Yine de bu rakamın içinde kaç kadın olduğu ve kaç aile bulunduğu bilinmemektedir. Basit bir hesapla her erkeğin ortalama bir eşi ve iki çocuğu olduğu düşünülse, toplam nüfusun iki milyonun çok üzerinde olduğu söylenebilir. Bir de bu nüfusun yanında İbrani olmayan diğer milletlerden de insanların ülkeden çıktığı düşünülürse, bu rakam üç milyonun da üzerine çıkacaktır [6].

Böylesi bir nüfusa sahip olan Mısırlı İbranilerin içinde muhakkak yoksullar olduğu gibi zenginlerin de bulunduğu açıktır. Üstelik ekonomik durumlarının çok da kötü olmadığını gösteren birtakım deliller öne çakmaktadır. Örneğin, her İbraninin kendine ait bir evi bulunmakta idi [7]. Ve bu evler ghetto şeklinde değil ama Mısırlıların evleriyle iç içeydi ve onlarınkinden farklı evleri yoktu. Öyle ki Rab, İbranilerin evlerini diğerlerinden ayırmak için işarete ihtiyaç duymuştur.

Ayrıca her ne kadar Rab, Mısır’dan çıkılacağı esnada İbranilerin Mısırlı komşularını soymalarını helal kılmışsa da, tarihin gördüğü en kapsamlı hırsızlık dahi, altından heykeller inşa edecek kadar çok ganimet çalındığını ispat etmemektedir. Genel kanı Hz. Harun’un kavmin isyanını bastırmak için bir heykel yaptığı yönünde olsa da, Tora kavmin kendi arasında “Seni Mısır diyarından çıkaran ilâhların bunlardır,” dediği yazılmıştır. Dolayısıyla kavmin yanında, sadece vakfettikleri altınlarında heykeller yapılabilecek kadar çok ganimet bulunmaktaydı.

Yine de sosyal statüleri açısından İbranilerin Mısır’daki konumunu anlamak için bunlar yeterli değildir. Önemli nokta Pitom (פתם) ve Raamses (רעמסס) şehirlerinin inşasında yatmaktadır [8]. Burada kullanılan inşa sözcüğü tam anlamıyla bina etmeyi anlatır (יבן) ve bina etmek sadece bir yapının maddi oluşum sürecini kapsamaz. Aynı zamanda manevi yapılanmasını da kapsar. Örneğin, aklın bina edilmesi yapı ustalığı değil, ama öz-bilinçle ilgili tinsel bir eylemdir.

Geleneksel kayıtlarda Pitom şehri Nil’in kuzeydoğu deltasında yer alan antik bir Mısır şehridir ve ticaret açısından güçlü bir liman kenti olduğunu belirtir [9]. Burayı bina eden İbranilerin ticari alanda önemli rollerinin olduğu düşünülebilir. Raamses ile ilgili detaylı bir bilgi olmasa da Mısır’da yönetim erkini elinde bulunduran Krallara verilen önemli bir unvan olmasından yöneticilik vasfını gösterdiği anlaşılır. Buradan hareketle İsrailoğullarının köleliğinin Mısır’ın yönetiminde ve ticaretinde üstlendikleri rol ile ilgili olduğu söylenebilir. Öyleyse İsrailoğullarının Mısır’daki esaretinin hem sosyo-ekonomik, hem de manevi boyutta ele alınması gerekir.

Sosyo-ekonomik açıdan Tora, İbranilerin Hz. Yusuf sonrası dönemde büyük zorluklar yaşadıklarını ortaya koyar. Ancak Tora, İbrani perspektifinde oluşturulmuş bir metindir. Aynı dönem Mısır devlet arşivi ve tarihçileri açısından muhakkak aynı karamsarlıkla dile getirilmeyecektir. Levi Strauss’un da belirttiği gibi: “Bir siyasal düzenin muhalifleri var olan düzeni gönüllü olarak kabul etmezler; onu toptan mahkûm edip, sanki yaşanan dönem koskoca bir araymış da bunun sonunda yaşam yeniden başlayacakmış gibi, tarihin dışına atarlar. Bunun yanında, iktidardakilerin devlet organlarının işleyişine daha yakından ve daha yüksek bir düzeyde katıldıkları sürece tam tersini düşündüklerini görürüz.[10]

Örneğin, Hz. Yusuf döneminde devlet bir kıtlık olacağını öngörmüş ve halkın elindeki mahsulleri depolamıştır. Kıtlık başladığı zamanda da Mısır’ın kendi halkı da dâhil olmak üzere çevre yerleşimlere bu mahsulleri satmıştır [11]. Böyle bir dönemde kıtlığa maruz kalan halkların tarihçileri başta Hz. Yusuf olmak üzere mahsulleri pahalıya satan Mısır yönetimini eleştirecekti. Ancak bu olguya ilkesel açıdan bakıldığında ekonomi stratejileri olan devletlerin, olmayan toplumlardan daima daha güçlü olacağı değerlendirmesi de pekâlâ yapılabilir. Bugün bu değerlendirme ülke yönetiminde üniversitenin ve bilim insanlarının, bilgi ve bilgiyi kullanma yetenekleriyle orantılıdır.

Bu nedenle Mısır’daki hayat esaret olarak değerlendirilecekse, İbranî tarihinin bütünü içinde yapılmalıdır. Zira İbraniler Mısır’da, Mısır öncesi dönemden çok daha başarılı bir dönem geçirmişlerdir. Yine de Mısır sonrası manevi gelişimleriyle kıyaslandığında, bu dönem esaret ve zayıflık olarak nitelendirilebilir. Buradaki önemli nokta İbranileri dünya tarihine, dünya tininin olgusal tarihine bağlayan ilkenin ne olduğuyla ilgilidir. Bu ilke şüphesiz Tora’nın merkezinde bulunan İsrail’in Tanrısının söyleminden yola çıkarak tespit edilebilir. Zira bu “Tanrı” İbranilerin Rabb’idir.

Rabb kavramı Kâşânî’de “ihtiyaç duyduğu şeyi kendi aracılığıyla elde ettiği özel bir sıfat ile kayıtlandırılmış olan Zat” için kullanılır. Rabb kökünden gelen Rubûbiyet her bir ferdin Allah ile olan gerçek şahsî münasebetine delalet etmektedir… Rabb her bir varlıktan ancak kendisinde zuhura gelen şeyi talep eder… Rabb özel bir İsim yoluyla tecelli eden Hakk’dır… Hakk’ın somut varlıktaki tecellisi daima bir İsim aracılığıyla vuku bulur. Gerçekten de her münferid varlık ile Rabb’i arasındaki şahsî ilişkinin ontolojik bir yönü vardır [12].

Böylece denilebilir ki Tora’da geçen “İsrailoğullarının Rabbi” ifadesi, onların hususî Rabbleriyle olan münasebetlerinin izharıdır. Yani İsrail’in Tanrısı, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği Rabbü’l Âlemin olan Allah değil ama Allah’ın o kullarıyla temas ettiği hususî bir vechesidir. Yine de vechesi aslında ayrı olmayacağından, her bir vechesine rubûbiyet aslına yol bulur. Yine de Rabb Hakk değildir, ama Hakk’tandır.

Öyleyse, İsrailoğullarının Rabbi kimdir? Kimin rubûbiyeti altındadır? Bu konuda İbn Arabî, Rabb için şu tanımlamayı yapar: “Rabb, Rabb’i olduğu münferid varlığın kabiliyetine tâbidir. Eğer merbub olacak hiçbir şey yoksa Rabb da hiçbir zaman rubûbiyetini izhâr edemez[13]. Demek ki Rableri ile rubûbiyetlerini kaybeden İsrailoğulları yeniden kimin aracılığıyla murabıt oldularsa Rableri odur denilebilir. Ve bu Hz. Musa’dır. Zira Musa kavmin yaşamakta olduğu manevi ıstırabı kendi nefsinde bilmiş ve kavmine imdat yine kendi rubûbiyetinden hâsıl olmuştur. Bu nedenle de Rabb’i Musa’ya kendini “Ben Olan Ben” İsmiyle bildirmiştir [14]. Kanaatimce bu Ben, Musa’nın Rabb’i ile olan rububiyetinin Ben’idir.

Musa tipolojik bir kahraman olarak İsrailoğullarının karakterini taşır. İsimler öğretisi [15] üzerinden bakıldığında Musa, Allah’ın bir İsmi konumundadır ve kavmi bu özel İsimle müsemma olanları ihtiva eder. Böylece İsrailoğulları tesadüfi bir topluluk değil ama anakronik ve lâ mekân olarak Musa’nın feyzinde bulunanları kapsamaktadır. Bu konuyla ilgili İbn Arabî, “Musa’dan dolayı çocukların öldürülmesindeki hikmet; kendisinden dolayı öldürülen her çocuğun hayatının, ona yardım olarak dönmesidir. Çünkü her biri Musa olduğundan öldürüldü… Hiç kuşkusuz onların her birinin hayatı Musa içindi, yani onun uğrunda hayatlarından olmuşlardı,[16] ifadesini kullanarak kavmi indinde Musa’nın konumunu bildirmiş olur.

Ayrıca, “Musa, çok sayıdaki ruhların toplamı olarak doğmakla, (kavmin) bütün faal yetilerini kendinde topladı[17] demesiyle, Musa’nın sosyolojik açıdan kavmin önderi, psikolojik açıdan kahramanı, eskatolojik açıdan kurtarıcısı ve en belirgin olarak da ontolojik açıdan kavminin hakikati olduğunu söylemiş olur.

Bu açıklamalardan sonra Hz. Musa’nın kavmi olarak İsrailoğullarını, dünya tininin olgusal tarihine bağlayan ilkenin ne olduğu sorusuna geri dönersek; Hegel, Judea’yı (İbrani geleneğini ve Yahudi törelliğini) soyut olan Tanrı’ya “dürüstlükle” (ve sorgusuzca) bağlanmak olarak açıklar. Ancak devamında bunun bilinçsizce uygulanan bir itaat olduğunu vurgulayarak öznenin tinselliği açısından bir yoksunluk olduğunun da üzerinde durur: “Tüzenin (hukukun ve yasanın) temeli soyut olarak arı özgürlüktür. Yahudiler, ne iseler, “Bir” yoluyla öyledirler ve bu yolla Öznenin kendi için hiçbir özgürlüğü yoktur… Özne hiçbir zaman özgürlüğünün bilincine varamaz.[18]

Yine de Hegel ileriki dönem yazılarında Yahudiliğin kölelik yerine, özgürlüğün ilk büyük dini olduğu fikrine ulaşır: “Yahudi inancında Tanrı, dünyanın yaratıcısıdır. O, Yunan Tanrıları gibi daha üst bir zorunluluğa tâbi değildi. Yahudilikte Tanrı tarafından yaratılan dünya, temel olarak iyidir. (Bu nedenle de) Yahudiliğin kölelik yerine, özgürlüğün ilk büyük dini olduğu söylenebilir.[19]

Doğrusu her iki öne sürüm de haklılık payı içermektedir. Firavun, Musa ile çekişmesi sonrasında halkına “Ben sizin Yüce Rabbinizim” şeklinde seslenir [20]. Bunun nedeni İbranilerin Firavunu Rabb olarak benimsemeleriyle ilgiliydi. İsrailoğullarının Tanrısı İbrahim’in, İshak’ın ve Yakub’un Tanrısı olmalıydı. Bu üç isim aynı zamanda törelliğinin dayandığı üç temel ilkedir. Yusuf ise Yahudi eskatolojisini oluşturur. Öyle ki Yusuf mitsel bir İbrani karakteri olarak geçmişin değil, gelecek olanın rüyetidir. Vaad edilmiş toprak (yönetim) ve mesihi bir karakterdir (kral).

Bu eskatolojik süreç Yahudi törelliğini biçimlendirir. Mısır esareti sırasında kavim töresinin dışına düşmüş ve farklı bir Rable merbub olmuştur. Ve bu Rab firavundur. Firavun bir kişi olarak değil ama bir kavram olarak iktidarın simgesidir.

Firavun iktidarın simgesidir; siyasetin ve iktidarın ilâhıdır. Zenginliğin, iktisadiyatın ilâhı Karun’dur… Züht yoluyla istismar etme ya da dinî istismar aracı olarak kullanmanın ilâhı da Belam’dır… Firavun denildiğinde bir kişi kastedilmez… Firavunlar vardır, Karunlar vardır, Belamlar vardır. “Şirk” demek bu üç kuvvetin birbirinden ayrı durması, birbirinden kopması demektir. Bunların birbirinden koptuğu her düzende sebep olduğu şeyler zulüm, suistimal ve sömürüdür.” [21]

Dolayısıyla İsrailoğullarının esareti, içine düştükleri şirkle ilgilidir. Ellerinde bulundurdukları iktidar ile mânevi bağlılıkları ayrılık göstermiştir. Buna benzer bir uyarıyı Hz. İsa da dile getirir: “Kimse iki efendiye kulluk edemez; çünkü ya birinden nefret eder ve ötekini sever yahut da birini tutar, ötekini hor görürsünüz.[22]

Bu nedenle Hz. Musa ile bildirilen emirlerin ilki şöyle olmuştur: “Seni Mısır diyarından, esirlik evinden çıkaran Allah’ın RAB benim. Karşımda başka ilâhların olmayacaktır.” [23] Bu tedibin nedeni İsrailoğullarının Firavunu Rab edinmiş olmalarıdır. Ancak Rabden kasıt hayatın üzerinde temellendiği ilkedir. Dolayısıyla Firavun’un nidası “yönetim erkinizin merkezi benim” şeklinde değerlendirilebilir. Çünkü Firavun iktidarın koruyucusudur.

Sonuç olarakMısır ülkesi ile sembolize edilen mahalde tahakkuk eden hal için kullanılan esaret ve kölelik ifadelerinin ihtiva ettiği antropolojik mahiyet, kişinin kalben mutmain olmadığı eylemler üzerinde ısrar ettiği amellerle ilgilidir. Kalp, Allah’ın evi [24], Ruhülkudüs’ün mabedidir [25]. Kalp mahalinde alışkanlıkların, zaafların esareti altında bulunmak köleliktir. Ancak aynı ilişkiler içinde kul olmak “Rabbi has” denilen hususî Rabbe rubûbiyettir. Yani Allah’a, özvarlığa yaklaştıran bir etkinliktir. Zira insanın fıtratı ve temâyülü hürriyetedir.

[1]  Kur’an-ı Kerîm, Kâf Sûresi 50/11 “…ve ahyeynâ bihî beldeten meytâ, kezâlikel hurûcu.”

[2]  Tora, Tesniye 6:12, 7:8, 8:14, 13:5, 10. Ayrıca Tanah, Yeşu 24:17, Yeremya 34:13

[3]  Literal okuma ile bakıldığında dönemin Mısır nüfusunun neredeyse tamamının İbranilerden oluştuğu düşünülebilir. Yine de Pesah Agadasında  telkin edildiği üzere Mısır’dan çıkış tarihin içinde olmuş bitmiş bir öykü değildir. Her insan kendi hayatında Mısır’dan çıkışı ve esaret evinden kurtuluşu yeniden yaşar; yaşamalıdır. Tora’yı bu nazarla okuyan bâtıniler 600.000 sayısının 600 kâmili gösterdiğine inanırlar. Zira İbrani sayı dizgesinde Alef “bir” sayısını olduğu gibi “bin” sayısını da göstermektedir. Ancak Kabalistler bir ile binin karıştırılmaması gerektiği, zira binin bire ulaşmak için seyahatini tamamladığını söylerler. Böylece elmanın çekirdeğinden yeniden yetişmesi gibi, bin birin kemalidir.

[4]  Tora, Çıkış 12:37

[5]  Tora, Sayılar 1:2, 3, 45, 46

[6]  Tora, Çıkış 12:38

[7]  Tora, Çıkış 12:23

[8]  Tora, Çıkış 1:11

[9]Targum Yonatan (Babil Talmudundan)

[10]  Claude Levi Strauss, Irk, Tarih ve Kültür. Metis Yayınları 1994, sayfa 38.

[11]  Tora, Tekvin 41:47, 54

[12]  Toshihiko İzutsu, İbn Arabî’nin Füsus’undaki Anahtar Kavramlar. Kaknüs Yayınları 1998, sayfa 163-165

[13]  Toshihiko İzutsu, İbn Arabî’nin Füsus’undaki Anahtar Kavramlar, sayfa 168

[14]  Tora, Çıkış 3:14

[15]  İbn Arabî, İlâhi İsimler Öğretisi. (Daha geniş olarak Füsusu’l Hîkem)

[16]  İbn Arabî, Füsusu’l Hîkem. (Musa Bahsinden)

[17]  İbn Arabî, Füsusu’l Hîkem. (Musa Bahsinden)

[18]  G.W.F. Hegel, Tarih Felsefesi. İdea Yayınevi. Sayfa 149

[19]T. Pinkard, Hegel, İş Bankası Yay., 2010

[20]  Kur’an-ı Kerîm, Nâziât Sûresi 79/24 “Fe kâle ene rabbukumul a’lâ”

[21]  Metin Bobaroğlu, Simgesel Düşünme, AAV Yayınları. Sayfa 175

[22]  İncil, Matta 6:24

[23]  Tora, Çıkış 20:2-3

[24]  Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, Kalp bahsi

[25]  İncil, Korintoslulara Mektup 6:19 “… bilmez misiniz ki bedeniniz Allahtan aldığınız sizde olan Ruhülkudüs’ün mabedidir?”