Okuma süresi: 5.45 mintues

Dünyanın güneş ile olan konumuna ilgisiz olarak, uykuyla sonlanan bir günün ardından gelen her yeni gün, gözümüzü açtığımızda içine uyandığımız bir yepyeniliktir. İnsan, her sabah yepyeni bir güne uyanır. Önceki günün sorunları devam ediyor olsa da ben yeni günde yeniyimdir.

Yine de hayatın yüklediği tüm sorumluluklar, verilmesi gereken hesaplar, uğrunda yaşanıldığı savunulan yüce yüce ilkeler veya hepsi için genel bir isim koyarsak, tüm öznel yargılar, yorgan kaldırıldığı anda yeniden yatağa dolarlar. Psikolojik bir itki midir bilmiyorum ama yorgan altında biraz daha kalma isteğini buna bağlamak çok yanlış olmasa gerek.

Gece başını yastığına koyduğunda daha yüce ilkeler için yaşanması gerektiğine dair düşünceler, sabah evden çıkarken yastığın üzerinde kalan saç telleri gibi kalıyor gerçek dünya karşısında. Yaşadığımız dünyalardan hangisinin daha gerçek olduğu ise insanın en çok hangisine değer verdiği ile ilgili bir iç hesaplaşmadır. Çünkü değer, uğrunda harcanılan emekle dolaylı, rasyonel bir tavırdır aslında.

Klişeleşmiş bir minibüs sloganına dönüşen “Bugün Allah için ne yaptın?” sorusu karşısında, yüce ile bağları hepten kopmuş sıradan şehir insanı tanrısını çoktan maddi bir gücün imgesine bürüdüğünden, sadece şu cevabı verebilir kendisine: “Olsun… Çalışmak da bir ibadettir.” Çalışmak tabii ki ibadettir ama içindeki çalkantılardan kurtaramaz insanı. İçindeki huzursuzluğu, savaşı gideremez.

Çünkü savaş en primitif biçimi ile içimizdedir, en içimizde. Dışarıdaki tüm savaşların aksine, en ilkel ama en acımasız olan savaşı içimizde besleriz. Tevhidi bir de böyle düşünürsek, bu savaşta ölen de benim, öldüren de…

Yaşadığı savaşlar ülkesinde, artık barış olmasını dileyen bir dostumun dediği gibi: “Biz barışı önce evde sağlamalıyız. Çünkü aramızdaki anlaşmazlığı bitirmediğimiz sürece, dışarıda bir barış beklentisi hayalden başka bir şey olmayacak…”

Savaş bizim içimizde. Sorumluyu hep dışarıda aradığımızdan savaşlarla kirletilmiş ve berbat kokuların yükseldiği bir dünya yarattık. Kokunun kaynağını arıyor ama bulamıyoruz. Zira koku her gittiğimiz yerde bizi takip ediyor. Öyle ki kokunun artık bütün dünyayı kapladığına ve bunun içinden çıkılamayacağına inanıyoruz. Bu algımızla kendi yüzü görünmesin diye siyah bir tül ile örtünen ama aynı tül nedeniyle dünyayı siyah gören birer fanatik inanıra dönüştük.

İki kadeh şarabın etkisini yapan, hırsları iten, nefreti kovan, apaçık, dürüstçe “seviyorum” dedirten her ne idi ise çocukluğumuzda, onu yitirdik. Bunu alkolsüz, bunu uyuşmadan, bunu kalplerimizin hoşluğu ile yapamaz olduk. Onun yerine her ne yaptık ise, bu içimizdeki savaşı bitirmedi. Savaş şimdi daha güçlü. Çünkü kızdırıldı ama saldırmasına izin verilmedi. Nefretin sınırları kalktı. İnsanlar kendilerini doğuran ebeveynlerinden nefret eder oldular.

Hz. Musa, “Annesinden ve babasından nefret edip ona karşı kalkan her can İsrail evinden atılsın” dedi. “Onlara saygıda kusur edip, sözü ile bastıranı mutlaka öldürün” dedi. Aslında dedi ki: “Bunu yapacağın gün öl daha iyi!” Ama biz Hz. Musa’yı ve önerdiği yaşamı unuttuk. Unuttuk diye Hz. İsa’yı çarmıha gerdik. Hz. İsa’yı çarmıha gerdiğimiz için Hz. Muhammed’le hiç tanışamadık. Ve tanışamadığımız için bilemedik Salih kim? Hızır kim?

Çünkü birileri, “Biz Müslümanlarız” dediler; “Allahı biz biliriz” dediler, onlara inandık, ama Allah’a inanmadık. Maskeler giydirdik nefsimize. Hainleri dost edindik. İki yüzlülere inandık, barışa inanmadık. Aslında barışı hiç istemedik.

Birilerinin, “Yahudi biziz, Allah ancak bizleri hidayete erdirdi” dediğine inandık. Allah’ın onları seçtiğine inandık. Seçtiği hakiki kullarını davalarında bir başlarına bırakıp kendi zanlarımızı Hak bildik. Bu zanlarımız Hak olmadıklarından, maalesef biz rezil olduk.

Rabbi Hillel’in   bir öyküsünü paylaşmak isterim:

“Bir gün bir Yahudi ilahiyat öğrencisi öğretmenine başa çıkamadığı kötü düşünceler ile nasıl savaşabileceğini sorar. Ve öğretmeni onu Rabbi Hillel’e yönlendirir. Uzak bir kasabada yaşıyor olmasına rağmen öğrenci hemen yola koyulur. Rabbi Hillel’in evine ulaşır ve kapıyı çalar.

Rabbi Hillel pencereden gelenin kim olduğuna bakar, ancak kendisine kapıyı açmaz. Geldiğini fark eden Rabbinin kapıyı açmamasına bir anlam veremeyen öğrenci kapıda beklemeye başlar. Ancak gece olur ve kapı kendisine hala açılmamıştır. Bunun üzerine öğrenci, Hillel’in kapısını tekrar çalar. Yine açılmaması üzerine öğrenci kapının dibinde uyumaya karar verir.

Sabah olduğunda kendisi ile konuşmaya kararlı olduğunu göstermek için kapıyı bu sefer daha emin bir şekilde çalan öğrenci, kapının kendisine yine açılmadığını görünce artık oradan ayrılmaya karar verir. Rabbinin evini terk edeceği sırada kapı açılır ve Hillel öğrenciyi içeriye davet eder.

İçeriye giren öğrenci sabırsız bir şekilde neden orada bulunduğunu anlatır ve içindeki olumsuz düşüncelerden kurtulmak için kendisine bir yol göstermesini talep eder. Rabbi Hillel ise öğrenciye sabaha kadar kapısında beklemesine rağmen kapının açılmamasını örnek göstererek şöyle der: “Kötü düşünceler zihnimize bizim onlara izin verdiğimiz ölçüde girebilirler. Eğer biz onları içeriye almazsak sabaha kadar kapımızdan ayrılmazlar. Ve sabah olduğunda artık güçleri kalmadığından çekip giderler.”

Hayatlarını barışa adayan ve barışın kendisinden başka hiçbir gayeleri olmayan Abdülaziz Buhari’den, Menahem Froman’dan, Hasan Manasra’dan ve aynı amaç için didinen daha birçoklarından, içimde süren savaş nedeniyle af diliyorum. Çünkü biliyorum ki onların barış için savaşmak zorunda kaldıkları tüm olumsuzluklar kötü düşüncelerin kapısından girmesine izin veren kişilerce besleniyorlar. Madem ki tevhid var ve varlığın her bir zerresi iletişim ve etkileşimde, öyleyse dünyadaki tüm savaşlar bizzat benim kendi iç savaşımın yansımalarıdır. Bunun hesabını “ben insanım” diyen herkes kendine vermelidir.

İzzet Erş
+ Son Yazılar