Ey kâfirler, nefsine uyanlar, müşrikler, müminler, putperestler, ateşe tapanlar, Nasrâniler, Yahûdiler, Hidâyet ehilleri, Müslümanlar, İsrâiloğulları, Âdemoğulları, Allah’ın sevdikleri, ilhâm verdikleri, razı oldukları, kendinden razı olanlar, emin olanlar, tatmin olanlar ve ey nefslerini kendilerine ilâh edinenler…
Hitap – muhatap ilişkisinde okunur her kitap. Okunan, bu irtibat ile okunduğunda anlamlıdır, ancak o zaman bir mânâ ifade eder. Aksi takdirde ne okur vardır, ne de okunan. Zira okumadır okunanı hakîki kılan.
Kur’an ismi okunan anlamına gelir. Birçokları onunla okumuş benliğini, kendini onunla aramış. Devrin gereği, kutbunun feyzi ile bulmuş kimliğini. Okumayı bilen okumuş okunanı, okumayı bilmeyenin okuduğu Kur’an değilmiş. Yine de bir tarih kitabının çok ötesindedir Yaşayan Kur’an. Mürekkebi demdir onun, sayfası Âdem. Binâenaleyh Kur’an’ı ancak okuyan yazar. Mârifet indinde hakikati budur okuryazar olmanın.
Anneannemin bir sözüdür, devirlerden akıp gelmiş, geleneğin dili ile söylenmiş: “Tora’da her Yahudi’nin ismi anılır.” Hiçbir arama boşuna değildir elbet, yine de çok sonralar öğrendim Allah’ın ehli hidâyeti kitabında andığını. Meğer her tâlib-i insânî bir Hâdîden alırmış feyzini. Meğer Rabbin andıkları İbrahim’miş, İshak’mış, Yakup’muş ve diğerleri. Öyle ise muhatap feyz aldıklarım üzerinden benmişim her hitâbında. Benmişim kitab-ı Tevrât’ın, kerîm olan Kur’an’ın, Zendavesta’nın muhatabı.
Oysa kâfirler diyor Kur’an, sonra mümînler, putperestler. Hitap bir değilken nasıl bir olur tüm hitapların muhatabı? Hitap insanadır, insan ise tüm hâllerin mahâli. Kâfir de odur, müşrik de, sûretullah da, kelâmullah da, sevgili de.
Muhatab kendini nasıl bilir, nasıl anlar seslenilenin kendisi olduğunu? “Ey kâfirler” dendiğinde kim dönermiş nebînin sesine? Mümin olmak varken imansızlığı, ahsen-i takvîmlik dururken sefillik hitabını insan nasıl kabul eder? İnkâr ve ikrârın makâmı kişinin amelleridir ancak. İnsan amelleri vasıtası ile ne ise odur. Her amel, her eylem içinde bulunduğunun, bulunacağının habercisidir.
Kâfirlik insanın ikrârıdır, küfr ile örter kendini. Müslim de odur Rabbinin eline apaçık bıraktığında nefsini. Cenneti de yapan kendisidir ve odununu kendi elleriyle taşır cehennem denen vicdan evine. Kendi kutsar, kendi lânet eder, kendi küfreder. Ancak kendi ikrârı ile aydınlanır karanlık ve karanlıkta parlar nûr yine ancak kendi fiilleriyle.
İkrârın tecellî ve tezâhür mahâli eylemdir. İnsan neyin eyleminde ise o eylem ile isimlendirilir. Cemaat buna denir. Onlar bir arada olmasalar da ruhları, nefsleri hep beraberdir. Kâfirler bir cemaattir, müşrikler, muvâhhitler cemaattir. Yan yana olmasalar da can canadırlar. Onlar kıbleleri üzerinden bir aradadırlar. Nefsânîler, rûhanîler, mânevîler, kudsîler, esfelîler, arzîler, semâvîler… Her biri bir cemiyettir ve amelleri ile dahil olunur cemaatlerine.
Mümin ile kâfir bu mânâ ile ayrılır birbirinden. Burada dinin, tefekkürün, ilmin mahiyeti, kudreti geçmez. Hepsinin neticesinde vicdanın ettiği ikrârı ile duhûl vardır. Amelleriyle dahil olur insan seçtiğine, amelleriyle de ayrılır Hak ile bâtıldan.
Velhâsıl-ı kelâm şuur-u Muhammediye’ye dâhil olanlar bi-lâ istisna tüm insanlıktır, zira Muhammediyet’in mânâsı rahmet ve kapsayıcılıktır. Allah her kulunun sesini duyar, her kuluna lûtfeder. Allah’ın Ekber tesmiye olmasının bir mânâsı da şüphesiz budur.
Nebînin mârifetine dâhil olmak için çok yalvaranlar vardır. O’nu çok sevenler, sabah akşam zikredenler vardır. Gözünden yaşlar dökenler, imânın menkıbeleriyle gecesini gündüz edenler vardır. Şüphesiz her birinin nidâsı Allah’a ulaşır ve herkese murâbıt olduğu nebînin feyzi ile ihsân edilir. Lâkin şuur-u Muhammediye’nin ihsânına ancak o şuurda olanlar dahil olurlar. Onlardan o şuurun amelleri tecelli eder. Velhâsıl bu hakîkat nübüvvetin tamamı için ayrı ayrı geçerlidir.
Musevî’nin müşrîği Muhammedî olmayan değil, feyzî Musa’dan yüz çevirendir. Hakeza Îsevî’nin kâfiri de ruhtan örtünendir. Bu sebeple Muhammedî olmak demek, Muhammedî eylemde bulunmak demektir; aklen, fikren, hâl’en… Hakîkate mâruf olup her zerrede Hak’kı görmek, hatta gösterebilmek demektir.
Bu dem üzere bakmayı öğrenince gördük ki Mustafa’nın Kemâli ile Muhammediyeti arasında fark yokmuş. Zira gördük ki Muhammed kâmilmiş, Kemâl Muhammed…
Bilen var ise, muhakkak bildiren vardır…
Hak ile bâtılı ayırana hamdolsun…