Okuma süresi: 5.18 mintues

İbrahimî dinler ile Hindû dinlerin Tanrı anlayışı arasında teolojik ve teozofik bağlar olduğu gibi, farklılıklar da bulunmaktadır.

İbrahimî dinler Allah’ın mutlaklığını kabul eder ve insanın ancak Tanrının sûretinde var olabileceği fikrinde birleşirler. Buna göre insan Allah’ın Kadîr, Hâkîm, Basîr vs. isimleriyle özdeşleşemez. Zira Kadîr olan Allah’tır [1] ve o Hakîm’dir [2], Semî’dir, Basîr’dir [3] vs… Ulvi isimlerin hepsi Allah’a aittir [4]. Nas yani Allah’ın kendi sûretinde, ünsiyeti olarak yarattığı insan bu isimleri ancak giyinebilmektedir. Böylece İbrahimî gelenekte kişi Kâdir değil ama “Allah’ın kendi kudretini bahşettiği” veya “Allah’ın kudretini giyinen” anlamlarında Kadîrullah olabilir. Ve bu geleneğin teozofisine göre insanın Allah’ın tüm isim ve sıfatları ile olan ilişkisi böyledir.

Bazı mutasavvıfların insanın aşkınlığında Allah ile bir olduğunu söylemesi, ayrılığın olmadığını ancak tevhidin olduğunu söylemesi küfür olarak kabul edilmiştir. Zira Allah, İslamî bir kavram olarak varlığın birlik ve bütünlüğüne işaret etmektedir. Buradaki varlık kavramı Allah’ın isimlerini ve bütünlük bu isimlerin birbirlerine olan nispetlerini ifade eder. Böylece insan varlığıyla zâten Allah olmakta, ancak varlığının tecellisi ile Allah’ın mazharı mesabesindedir. İnsan varlığıyla Allah’ın tecellisinin mazharı, bedeniyle O’nun tecessümü ve fiilen O’nun teşekkülüdür. Böyle olmasıyla insan Allah’tan gayrı değildir, lâkin o Allah da değildir.

Şuurun mertebeleri olarak insan bir süreçtir. Bu sürece, yani şuur tekâmülünün aşamalarına mertebeler (basamaklar) anlamında merâtib denilmektedir. Sûfiler, ifadelerinde her bir mertebenin kendine has renginin, kendi kokusunun, sesinin vs. olduğu belirtirler. Deneyimlerin neticesinde tecelli eden bu belirtilerin sâlikin hangi mertebeye rücû ettiğinin bir nevi işareti olduğunu da eklerler. Örneğin Platon’un Eflatun olarak isimlendirilmesi, Hızır’ın yeşiller içinde olması, Ali’nin kızılbaşlığı, Muhammed’in gül kokusu ile temsil edilmesi vs. bir yakıştırmadan ziyade bu kişilerin kendi deneyimlerinde rücû ettikleri hallerden doğan nitelikler olduğunu belirtirler.

Brahmanî dinlerde ise nihâyi hedef, kişinin kendinden ebediyen kurtulmasıdır. Zira her doğanın ölecek olması gibi, her ölümün sonunda yeniden doğum kaçınılmazdır. Ve bu süreklilik dünya denilen ızdırab mahallinden kurtulamamaya ve samsara denilen yeniden doğum çarkında hapis kalmaya neden olur [5]. Brahmanik gelenekte bedenî ömür, manevî tekâmülle eşzamanlı değildir. Kişi bedenen ölse dahi, manevi süreçleri yeni bir beden altında devam etmektedir. Böylece tüm bu yeniden doğumlarında kişiye düşen görev kendini arıtmak, kişiliğinden tamamen soyunmaktır. Tasavvufi temrinlere benzeyen bu tezkiyelerin farkı İbrahimî gelenekte saflaşma Allah’ın insanda tecelli etmesini sağlarken, Brahmanî gelenekte bu saflaşma kişinin kendinden tamamen kurtulması ile sonuçlanır. Bu nihayet ile kişi Brahmanla yani Paramatman denilen tümel şuurla “ayrımsız bir birlik” içene girer [6].

İbrahimîlikte Allah olunamadığından, ancak O’nun isimleri hâl ve makam olarak giyinilebildiğinden kaftanların renkleri, malzemeleri peygamberlerin, ulvi kişiliklerin vb. hâllerini gösterir. Hatta bu hâllerin giyinilmesine Kur’an’ın dili ile sıbğatullah, Allah’ın boyası ile boyanmak da denilmektedir [7]. Bu boyanma hallerin renkleri ile gösterilir. Brahmanîlerdeki Brahman ile birlik esasına göre ise ulvi kişiler bu renklerle giyinmez, bedenen boyanırlar. Böylece İbrahimî gelenekte Allah’ın ilahi isimleri olarak bilinen nitelikler, Brahmanî gelenekte ilahlar yani Brahman’ın isimlerine bürünen kişilerin suretleri olarak belirirler.

Tasavvuf dilinde fenâfillah, “Allah’ta fâni olmak” şeklinde bilinen deneyim, kelime anlamıyla ferdiyetin yitimi gibi algılansa da, kavram içeriği bakımından ferdin değil, nefsin yitimine, tezkiyesine işaret eder. Şeytan’ın Müslüman edilmesi, teslim alınması da denilen bu deneyimi Lütfi Filiz şöyle dile getirmektedir: “Tasavvuf eğitiminde, diye isimlendirilen yokluk âleminin kişiye benimsetilmesi, ondaki şeytanı yok etmek içindir. Ef’alde ef’ali, sıfatta sıfatı, Hakk’a verdikten sonra, zât mertebesinde de kendini Hakk’a verince, Hakk ile şeytanın bir yerde olamayacağı, daha doğrusu, Hakk’ın olduğu yerde şeytan bulunamayacağı için, kişi şeytanından kurtulur ve kendisine adeta bir gömlek gibi giydirilen “rûh-u izafi” (cem) dediğimiz bir ruhla yaşamaya başlar” [8]. “Bu fena mertebelerini bitirip bekâya geçmemeye arafta kalmak denilmektedir.” [9] Böylece İbrahimî gelenek, Brahmanik gelenekte karar kılınan fenâ mertebesinin geçilmesi gerektiğini bildirir.

* * *

Bu nedenle eflatun giysili Platon [10], Hindû geleneğinin içinde doğsaydı belki de Vişnu gibi eflatun renkli bir ilah olarak resmedilecekti. Hızır yeşil bir insan olacaktı ve Ali kırmızı başlı bir ilah olarak betimlenecekti.

Son tahlilde Brahmanik tanrıların renkli tasvirleri, ne mânevi olanı beşerî olandan ayırt etmek için Hıristiyan azizlerinin başlarına konulan nuranî hâlelerden farklıdır, ne de Yunan mitlerini heykele dönüştüren sanatçının insan başlı atlarından. Bu ifadelerin tümü sanatsaldır. Sanatçının (ki bu niteleme manevî kişinin diğer bir sıfatıdır sadece) bir olguyu ve bir hâli betimleme tarzından ibarettir.


Referanslar:

[1]  Kur’an-ı Kerîm, Mâide Sûresi 5/40

[2]  Kur’an-ı Kerîm, Enfâl Sûresi 8/67

[3]  Kur’an-ı Kerîm, Lokman Sûresi 31/28

[4]  Kur’an-ı Kerîm, A4râf Sûresi 7/180

[5]  Cavit Sunar, Tasavvuf Tarihi “Hinduizm” AAV Yayınları

[6]  Bu anlamıyla Muhammedî ferdiyet şuurundan ayrılırlar.

[7]  Kur’an-ı Kerîm, Bakara Sûresi 2/138: “Sıbgatallâhi ve men ahsenu minallâhi sıbgaten…” (Allah boyası. Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir?)

[8]  Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu. Pan Yayıncılık, s. 499

[9]  Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu. Pan Yayıncılık, s. 504

[10]  Raffaello’nun Atina Okulu eserinde olduğu gibi.

İzzet Erş
+ Son Yazılar