Hacerü’l Esved mi? Bir göze benzer,
Âdem ü Havva mı? Hep bize benzer…
İsmail Emre, Doğuşlar 2, No: 750
Bana anlatılana sadık kalarak, sadece duyduklarımı aktarmaya çalışacağım. Sevdiğim dostumun Kâbe’yi ziyaretinde, ufak bir çocuğun dedesine sorduğu soruya cevaben, ihtiyarın anlattığı bir efsane ile ilgili, başka hiçbir yerde rastlayamadığım tuhaf bir öykü. Elinden tuttuğu torunu işaret parmağı ile Hacerü’l Esved’i gösterip onun ne olduğunu sormuş. Dedesi ise bu soru üzerine, yüzünü Kâbe’nin bulunduğu yöne döndürerek, hiç acelesi olmayan mutmain bir edayla anlatmaya koyulmuş: “Bu taş” diyerek başlamış cümlesine, “Buraya bütün bir tarihin üzerinden süzülerek geldi.”
Ufaklık ise sadece dinlemiş. İhtiyar, bu taşın Âdem’le aynı topraktan olduğunu söylemiş. Kadının, içinden sökülüp alındığı günde, bir süreliğine de olsa cansız bedeninin üzerine yatırıldığı musalla taşı olduğunu iddia etmiş. Dediğine göre, cennetin kapıları bir daha asla açılmamak üzere kapandığında, Âdem ile cennetin ara yerindeki berzaha hüküm lahdi olarak dikilmiş olan yine bu taşmış. Dostumun anlattığı, benim de aklımda kaldığı kadarıyla şöyle devam etmiş ihtiyar hacı:
“Bu kara taş, Kabil’in çantasında, onunla birlikte gezmiş bütün sürgünü boyunca. Kabil ne topladıysa, onun yanında saklamış bir ömür. Yine de özgür olmak istemiş, kaskatı bir taş olmak yerine yumuşamak istemiş, okşayan insan eli gibi, zarif, merhametli… Rahmetle anılmak istemiş. Bu yüzden babasının putlarını hiçe sayan cesur yürekli İbrahim karşısında doğasına küsmüş. Kendisi olmaktan nefret etmiş. ‘Kendilik bu ise isyanım Rabbime ulaşsın, çünkü ben bu aşağılık ben olmaktan bıktım,’ diyerek hayıflanmış uzun bir müddet. Kimsenin bilmediği bir sırdır bu! Hz. İbrahim’in kırdığı onca put içinde darbe almadan yere yığılan zavallı taş meğer o imiş.”
Çocuğun dinlediğini görünce ihtiyar öyküsünü sürdürmüş:
“Oysa Hz. İbrahim’den evvel henüz bütün dünyanın dili bir ve sözü bir iken, Allah’ı bilmeyi arzulayan biçare Âdemoğlu, kendinden ayrı bildiği Rabbin cemaline karşı dikerken Babil’in kefaret kulelerini, taş yerine kerpiçleri olan günahkâr kavmin yüz çevirdiği o günde kendisinden, o da yüz çevirmişti bütün insanlardan.
Bu yüzden hiç titrememişti içi Hz. İshak’ın boynu üzerine yatırıldığında. Yine bu nedenle soğukluğunun ürpertisini, acımasız bir kalbin katılığı gibi vermişti masum vücuduna. Eğer Rabbin lütfu yetişmeseydi, kim bilir belki günahsız kanı ebediyen üzerinde olacaktı.
Ne yaman bir çelişkidir hey hat! Nasıl bir kaderdir ki oğlu Hz. Yakup bin İshak da aynı taşın üzerine başını yatırdı bir zaman. Ancak bu sefer semanın bütün katları açıldı acz ile inleyen nefsine. Ve arşın bütün âlâ meleklerini inmekte ve çıkmakta gördü. Ve sabah olup uyandığında kaldırıp kafasının altından mübareği, dikti başucundaki toprağa. İki kolunu kaldırıp göklerin krallığına, ‘Bu taş” dedi, “Yeminim olsun ki Rab ile aramda şahittir.’ Ve bugün dahi hâlâ taşın şahadeti sürmekte…
Hz. Yuşa işte bu taşı alıp Rabbin makdisi yanında olan meşe ağacı altındaki bir yere dikti. Allah’ın şeriat kitabına yazmayı bitirdikten hemen sonra ayağa kalktı ve kavmine dönerek Efendisinin kulu Hz. Yakup gibi yüksek sesle bağırdı: ‘İşte, bu taş bugün bize şahit olacaktır; çünkü Rabbin bize söylediği bütün sözleri işitti ve Allah’ınızı inkâr etmeyesiniz diye size karşı şahit olacaktır!’
Öfkeyle kaldırıp asasını vurduğunda üzerine, ilk kez o zaman incindi, ilk kez o zaman acıdı canı. Musa’nın bilmediğini de bildi ki öfke ile kalkan o asa, kendisine değil ama Rabbin iradesine karşı bir kibir taşmasıydı. Görenler su diyerek içseler de içinden fışkıran ırmakları, aslında acıdığından Allah kulu Hz. Musa’ya, döktüğü gözyaşlarıydı. O vakit Rab celali ile Musa’ya nazar eyledi…
Hz. Harun için göğsünde gururla taşıdığı levhanın süsleri, kefaret takdimesi için yonttuğu mezbah, oğullarının adını kazıdığı Urim ile Tumim oldu bir vakit (Ki o taşlar bugün hâlâ Hz. Süleyman’ın yanındadırlar ve iyi ile kötünün fevkinde rehberlik etmekteler). Yine de ne gafleti ile inşa ettiği buzağının ayıbı gibi ne de Allah’ın parmakları ile yazdığı emir levhaları kadar bilinmedi insanoğlu indinde.
Hz. Davud’un eliyle dev Golyat’ı yere serdiğinde razı oldu yeniden Allah’ın takdirinden. Kendinden kendine, ‘Demek ki,’ dedi, ‘Rab ümidini kesmemiş benden.’ Hz. Süleyman’da mabedin sütunları oldu, Şimşon’da yıkıldı yerlere. İnsan nerede yükseldiyse yücelere, mukaddes ayaklarının altında oldu ve nerede söndüyse, son nefesiyle dikildi başı dibine. Destanlar yazıldı, ağıtlar okundu huzurunda.
Belki sadece Hz. İsa durdu dimdik beşeriyetin zaafları karşısında. Ve haykırdı kendisi için yazılmış olanı, her şeyi bilmekle meşhur, kendini bilmekten gafil meclis huzurunda: ‘Yapıcıların reddettikleri taş, köşenin başı oldu.’ Köşenin başı olan İsa, köşe taşı olarak bilindi müminler indinde, ateşli ve lütufkâr icabetleriyle.
Ve yuvarlandı taş. Ebetler ebedince yuvarlandı ve hep yuvarlandı…
Çölde İsmail’in üzerine el basarak ant ettiği o taş, o mukaddes baş, Hacer, Yusuf, Hallaç ve nicesinin kara gözleriyle nazar edildi Hazreti Peygamberin gözüne. O da hürmetle aldı zeytuni mukaddesatı ve layık olduğu yere, Kâbe’nin köşesine yerleştirdi, Rûhullah İsa’nın bizzat vasiyeti olduğu üzere. Ve kara taş orada, yani tam burada huzur buldu ve sakin oldu.”
Söylediğine göre ihtiyarın anlattığı öykünün sona ermesiyle (dostumun yalancısıyım), Kâbe’nin etrafındaki her şey bir anda yok oluvermiş. Sadece Kâbe’nin kara örtüsü ve önünde ihramlara bürünmüş bir kadın. Gözleri kapkara…
Bu öyküyü dinledikten sonra merakla daha sonra ne olduğunu sordum. O da dedenin dizleri üzerine çökerek torunu ile aynı hizaya gelinceye kadar eğildiğini, gözlerine bakarak ve ince bir tebessümle şöyle dediğini söyledi: “Hacerü’l Esved, Hacer anamızın iki gözü gibidir. Orada bir taş olduğuna aldanma. En büyük sır buradadır aslında! İki gözün bir görmesinde…”
Daha sonra doğrulup yüzünü Kâbe’ye dönerek:
“Ya da kim bilir belki her şey bir tesadüften ibarettir. Bu kara taş da öylesine bir gök taşı, bir meteordur belki de. Bu sözler de bir masaldan ibarettir, eskilerin anlattığı türden bir efsanedir sadece…”