Felsefi kavramsallık içinde ideal olan, ideanın kendini bütünlemesi olarak ifade bulur. Bu bütünleme edimsel olan ideanın kendi gerçekliğini ereğinde gerçekleştirmesidir. Çünkü idea bir süreçtir. Psikolojik, sosyolojik vs. bilimsel tüm paradigmaların belirleyicisi ve her birinin aklı olan felsefenin bir kavramı olan idea, düşüncenin öz malzemesi olarak arı kavramdır ve kavramın kavranabiliyor olmasının da zeminidir. Düşünme etkinliği ve düşünebilme kabiliyeti bu idealar aracılığıyla gerçeklik bulur.
Platonik düşünce sisteminde idealar, duyulur olanın ötesine ait olan bilgidir. Bu ifadesi ile öne çıkardığı belirlenim, ideanın zihinsel olmadığı, insan denilen birikime aşkın olarak onu öncelediğidir. İdealar yaratılmaz, idealarla yaratılır. İdea bilinmez, idealarla bilinir. Çünkü idea bir sürecin ifadesidir. Başlangıçta nominal bir içerikle sadece bir sesten veya daha sonradan kazanacağı tam içeriğiyle soyut bir sezgiden ibarettir. Yine de ideaların her biri diğerinden ayrı ve katışıksız olarak özgün, ancak mutlak idea altında tanımlı ve gerçektir. Böylece idealar, mutlak ideanın, düşünce biçimleri ve giderek olgular karşısında aldığı çoklu formların genel adıdır.
İdealar, özünde mutlak ideanın olduğu algısal bir çokluk alanına işaret eder. Bu idealar soliptik ve birbirlerinden kopuk olmadıklarından, ancak kurgul bir bütünlüğün yanlarından ibaret olduklarından, ondaki ayrımlar ancak ayrımlı birlik olarak nitelenebilir. İdealar aklın formlarını ve bu formlar ile düşünebilmenin temellerini ve yeteneğini ortaya koysa da ideaların birliği olarak mutlak idea aklın sezgisini ifade eder. Bu nedenle Platonik bilgi nihayetinde sezgiseldir. Öyle ki; tümelin bilgisi, aklın nesnelere olan bağları gibi değil, ama tümden kalbe bağlanan arı sezginin bilgisidir. İdeaların niteliği ve etkinliği akıl ile bilinir, ancak ideanın ne olduğu sezgiye ait bir bilgidir.
* * *
İdeanın saltık doğasını algılanabilir bir gerçeklik olarak olgular dünyasında göstermesi ve insanın onu algılamadaki yetkinliği kişiden kişiye farklılık gösterebilir. Genel olarak idea, soyut doğasının zorunlu bir neticesi olarak insanın kendi kabulleri ve inançları ile içeriklenir. Kavramın tümel ve tanımlı yapısına ters olan bu durum, duygusal insan için zorunlu olarak böyle olmak durumundadır. Her insan ideale ulaşmayı, onu bilmeyi vs. ister. Ancak idealin ne olduğu veya ona nasıl ulaşılacağı gibi bilgiler ancak ideanın doğasına katılmakla mümkündür. Bu katılım ise ancak kurgul, yani belirlenimlerini eytişimsel aklın zorunlu yanlarından alan bir yapı ile mümkündür. Bu yapıya katılabilmenin olanağı çaba ve dürüstlüğü gerektirir. Öyle ki çoğu zaman akıllı insan, inancının nesnelerini dolaysız buyruklar olarak bulduğu vicdanını tartamaz. Vicdan (duyunç / bulunç) tikel aklın yaşayabilmek ve tutunabilmek için dayandığı kabullere boyun eğer. Oysa bu, buluncun doğasına terstir. Böylece insan kendine karşı dürüst olduğunu sanırken, zaaflarına yenik düşmektedir.
İdeali istemek, ideanın katışıksız doğasına bilinçli olarak katılmayı istemektir. Ancak böyle bir bilinç idealin gerçekliğini isteyebilir. Aksi takdirde ideal olarak istenen, kişinin kendi öznel arzularından, yanılsamalı tikel istencinden başkası değildir. Bu öznellik, ortak yanılgılar altında belirli bir toplumun genel yargısına dönüşse dahi öznel olmanın ötesine geçemez. İdeolojilerin tümü nesnel geçerliliklerle korunan, ancak özünde yine öznel olan bu yanılgıların somutlaşmasıyla oluşur. Ve nihayetinde ne olursa olsun ideoloji belirli bir yönetim erki olarak idealize ediliyorsa, o erk bir yanılgıyı temsil etmekten kurtulamaz.
İdeal olan ile ideolojik olan burada birbirlerinden ayrılır.
* * *
İdeolojilerin tümünde salt kendi koyut idealarının bütünlüğü değil, daha da ileri gidilerek, insanlık ülküsünün gereğinin yerine getirildiği savı güdülür. Bu anlamıyla tüm ideolojiler ilericiliği savunarak bir önceki kapıyı ortadan kaldırırlar. Öncekini ortadan kaldırması durumunda ise başlangıçta ilerici ve yenilikçi olan her hareket, amacına erdiğinde donuk bir yapıya bürünür.
İslam’ın içtihat ile ortaya koyduğu ilericilik, ideolojiler açısından yamadır. İçtihat, mutlak yenilikçilik demektir. Bu anlamıyla mevcudun düzenlenerek yeniye uygun hale getirilmesini değil, ama tam anlamıyla devrimciliği ileri sürmektedir. İslam, devrimci olduğunda idealine yakın; devrimi ve içtihattı reddettiğinde ise ideolojiktir. Bu anlamıyla Muhammed devrimcidir. Bunun yanında İslam’ın daha ilk yıllarından itibaren Muhammed’in yanında olanların da, karşısında olanların da tutumu ideolojiktir.
* * *
Örneğin, Tanrı’nın insanı seçmesi, seçimin istenç ile ilgili olmasının ve bu niteliğin insan ile temellenmesinin bir neticesi olarak “seçilmiş insan” düşüncesinin bir ideali yansıttığı savlanabilir. Ancak Tanrı’nın belirli bir topluluğu sonsuza kadar seçtiği düşüncesi Tanrı’nın özgür doğasıyla, tümel istençle çelişir. Bu nedenle seçilmiş kavm düşüncesi ideolojiktir.
Muhammed’in bilincinden (tevhîd) daha kâmil bir bilinç olamayacağını söylemek, bu savın felsefi bir zemini olması nedeniyle ideale yakın kabul edilebilir. Hatta varlığın birlik ve bütünlüğünü ilkesel ve sezgisel olarak tüm yanlarıyla ortaya koyması bu bilincin tamlığının da delili kabul edilebilir. Ancak Hz. Muhammed’den sonra daha kâmil bir peygamber gelmeyeceğini iddia etmek ideolojiktir. Çünkü bu da mutlak istencin sınırlı tikel istenç tarafından belirlenmesi anlamına gelir.
Her iki örnek de inanır topluluklarının kendi inançlarının birer yansıması olarak din dışıdır. Bir topluluğun seçkinliği, bu seçimin vurgulandığı metinde mutlak iradeye bağlı olarak değişmesini de içerdiğinden, yargı Tanrı’ya değil inanıra aittir. Ve tamlık (kemâl) bakımından Muhammed’in savı bilince ait olduğundan, ancak inanırların bu bilinci değil ama antropomorfik bir kişiyi tanrılaştırmalarından dolayı, düşünce kendi içinde çöker. Eğer bu sav, bilincin sahibi olarak peygamber tarafından öne sürülseydi, farklı bir zeminde incelenmesi gerekirdi. Savın, peygamberin sevenleri ve inanırları tarafından ortaya konması ise aklî olmanın ötesindedir. Belki bunun sevgi veya pekinlik dürtüsünden ileri geldiği söylenebilir. Sonuç olarak, bu sav ideal olanın değil, ideolojik olanın ifadesidir.
Burada indirgemeci bir hareketle belki şu söylenebilir: Hakikatlere ve bu hakikatleri kendinde deneyimlemiş olan kişilere ait tüm bilgiler, o hakikatlerin bağlamlarından koparılmış tarihsel ve sosyolojik bilgiler olarak algılandığında, ideal olmaktan ideolojik olmaya geçer. Buda veya İsa tipolojilerinde idealize edilen kurtarıcı ruh figürü onların kendi tinsellikleridir. Ancak bu, eşit ölçüde insanın tinselliğinin de ifadesini taşır. İdeolojik birer nesne olarak da bu kişiler bir gün gelecek olan ötekiyi imlerler. İdealinde Arcuna kendi nefsiyle ve sanılarıyla savaşan her savaşçıdır. İdeolojik olarak ise tarihi bir savaşçıdır sadece. Hint Ganesha veya Süleyman, hikmet ve anlayışın ferdi ideallerini taşırlar. İdeolojik olarak ise hayali bir tanrı veya sıradan bir kral olmaktan öte değildirler.
Son tahlilde, genel olarak ideoloji, varlığını ideanın doğasından alan belirli ideallerin tinselliklerini yitirip tarihsel formlara dönüşmesiyle oluşur. Veya bu formlara dönüştüklerinde artık ideal olandan uzaktırlar.