Filozofların aklî tefekkürleri ve peygamberlerin vahyî risaletleri üzerine…
Hiçbir peygamber risaletini müminlerinin aklına hitaben yapmamıştır. Zira peygamberlik gönüllere hitabetin sanatıdır. Peygamberler akıllarına gelen bir düşünce veya tefekkürle ulaştıkları bir sonucun Allah’ın buyruğu olduğunu söylememişlerdir. Onlar kendilerine nasıl ihsan edildiyse öyle bildirmişlerdir. Vahiy kalbe bir anda inzal olur, nebilerin nübüvvetleri ise akıl filtresinden geçirmeden sözü muhatabına iletmektir.
Her vahiy inzal olduğu peygamberin meşrebinin rengine bürünse de, ona düşen tebliğdir. Peygamber ister Lutî, isterse Nuhî kanaldan olsun, Musevî veya İsevî meşrep üzerine olsun, daima ruhlara seslenir. Akıllara söyleyenler peygamberler değil, filozoflardır.
Felsefe ise yola çıkmak demektir. Her şeyi riske atıp kendini alıştıklarından alıkoymak demektir. Zira akıl yürür ve ancak yürüdükçe keşfeder. Felsefî eylemde her adım yürüyenin bizzat kendisine aittir. Eğer yürüyen, felsefenin içinde kalma konusunda ısrarcıysa ve rahatı değil ama doğruyu arıyorsa, beğendiklerine değil ama iyiye yöneliyorsa, artık dönemeyeceği bir yolculuğa çıkmış demektir.
Felsefe iradîdir. Eğer gerçekten felsefî etkinlik içinde kalınabiliyorsa, akıldan başka hiçbir rehber bu yolculuğa çıkana eşlik edemez. Önceki filozoflar ve yazdıkları vardır şüphesiz, ama hepsi sadece yürünen yolda izlerdir. Etkileşimde bulunulan akıllar vardır, ama kavramak daima içte olur, kimse arayan adına idrak edemez. Metafizik kurgularla anlayış inzal edilemez. Peygamberler ölüleri diriltirler, ama anlayışı kimsenin düşüncesine ve hikmeti kimsenin vicdanına sokamazlar.
Felsefe kimseye aydınlanmayı vaat etmez. O sadece aydınlanmayı aramayı salık verir. Çünkü insan eğer aydınlanmışsa insandır ve Sokrat’ın dediği gibi sorgulanmamış bir yaşam hiç yaşanmamış demektir. Nübüvvet ve risalet indinde felsefe hakir görülür. Hakikati anlamaya elverişsiz ve yöntemi itibariyle yeteneksiz kabul edilir. Hâlbuki kendi hakikatini arayan insanın rehberi akl-ı ilahîdir. Bu sebeple aklın kudretini reddetmek, mebdei olan Hakk’ı reddetmekle birdir. Lâkin eğer arayış başlamadan bitmişse, yani sonunda ulaşılmak istenen nokta daha en başta koyulmuşsa, felsefe ancak o zaman aşağılıktır. Ukalaca bir tavrın aracılığından başka bir şey değildir ve felsefe adını almaya layık olamaz.
İdealist düşüncede bütünsellik vardır ve ereğin daha ilk adımda kendini bütünün bir yansıması olarak göstermesi gerektiği söylenir. İlk adımda kendini gösteren ancak cesarettir. Çünkü ilk adımda kendini gösteren sadece kaybedilecek olanın sezgisidir. Buna rağmen hiçbir şey için değil, ama hakikatin kendisi için, o heyecanı yaşamak için değil, ama başka çaresi olmadığı için bu yola girme ihtiyacını gösterenler, felsefi eylemin onurunu taşımaya layık olurlar.
Peygamberlik ise buyruksaldır. Orada müminin aklını kullanma cesareti göstermesi talep edilmez. Öyle ki Tanrı zaten önceden ulaşılmış, lekesiz, tertemiz bilgiyi peygamberleri aracılığıyla kullarına sunar. Vahyî bilgi hiçbir şüpheyi gerektirmez. Kusursuz bilgiyi içerir. Deneyimlenmiş ve yücelerin yücesinden onanmış bilgidir. Bal gibi tertemizdir. Sadece iman ister. İman ile yönelene tüm açıklığı ile kendini sunar. Damarlarına ulaşıp nefesine dolar. Anlayış ve hikmet mümin için farz değildir, tüm kalbi ile kendini Tanrı’nın buyruklarına bırakması yeterlidir. O’nun iradesine teslim olarak huzur ve neşe ile bütün bir hayat geçebilir.
Oysa felsefeci teslim olamadığı için anlayışsızlığın ve iman edemediği için şüphenin içine atılır. Tırmanarak çıkması gereken yüce dağlar onun kendi içindedir. Orada huzur ve ferahlık yoktur. Anlayışla çıkması gereken derin kuyular vardır. Üstelik ne istediğini kendisine bildiren bir efendiden yoksun efendiyi yine kendi içinde bulmalıdır. Bulmalı ve kendine rehber etmelidir. Kolay değildir, nefsi ağır gelir insana. Aradığını bulamama ve sermaye olan hayatı boşa harcama ihtimali vardır. Mutluluğun ve şüphesizliğin cennetinden bir kez çıkıldığında, en tatminkâr anılar bile arayana hafif gelir. Gireceği toprağı kendi tırnaklarıyla kazan kimden korkar? Yalnızlık yorganına sarılarak uyuyan kimden çekinir?
Her ikisi de Allah’ın kullarıdır. Allah kendisini her iki evlâdına da beyan eder. Birine kelâm ile, diğerine hâl ile… İkisi de bir noktaya geldiklerinde tatmin olurlar. Filozofun ve müminin her ikisi de o noktada mutmaindirler. Şüphenin kalktığı ve kendilerini birliğin kucağına bıraktıkları o noktada ikisinin de birbirine anlatacakları bir şey kalmaz. Ne birbirlerini hakir görürler, ne de üstünlük taslarlar. Yine de filozof için müminin huzuru ahmaklıktır ve mümin filozofun derinliğini kaldıramaz ve inkâr eder.
Velhâsıl, Allah asla iki evlâdının birini öbürüne tercih etmez. Zira Allah yalnız ihlâsı arar. Sahici olan nerede ararsa arasın, efendisinin huzurundan ayrılmaz…