Okuma süresi: 6.53 mintues

Ben kimim?” sorusunu kendine sormayı başarabilen her samimi talip, içinde bu soruya yanıt bulamadığı ifadelerden sıkılır. Bu nedenledir ki dinler tarihi veya daha geniş olarak ‘ölüm karanlığına karşı aydınlığı arayanların tarihi’, bu sorunun muhatabı olan samimi insanların tarihidir. Ve aynı samimiyetle yaklaşan her yolcu için tarih, geçmişten geleceğe akan bir deniz değil, şimdi ve burada olan gerçekliktir. Tam bu nedenle tarihin nerede başlayıp nerede bittiği, tarihin öznesine göre şekillenir. Ve her ferdin tarihi, kendi öznel tarihi ile yüzleştiği noktada başlar. Ve de zaten o kadardır…

İsa, taliplerine dedi: “Ya siz, ben kimim dersiniz?

Simun Petrus da ona: “Sen Hay olan Allah’ın Oğlu Mesihsin,” dedi. Ve İsa dönerek: “Ne mutlu sana, ey Yunus oğlu Simun, çünkü bunu sana açan et ve kan değil, göklerde olan babamdır. Ben de sana derim ki: Sen Kayasın ve ben iman topluluğumu bu kayanın üzerine kuracağım.

Ve bu sözü söylemeyi bitirdikten hemen sonra, imanın tecessümü olan İsa Mesih kurtuluş kayasının üzerine çıktı ve herkes kayanın üzerine bina olanın Ruhun mabedi olduğunu gözleriyle gördü.

Bunun üzerine habibinin emriyle Ali, peygamberin omuzları üzerine çıktı. Başta peygamber ona omuzlarının üzerine çıkıp Kâbe’nin son merhalesi el-Lah putunu kırmasını söylediğinde edep ederek bu isteğini geri çevirmişti. İkinci kez tekrarlandığında bunun emir makamından söylendiğini anlayarak emrin edebin üzerinde olması sebebiyle peygamberin asasını eline alarak hikmet ve anlayışın nişanesi mübarek omuzlarına çıktı ve elindeki değneği yukarı doğru kaldırdı.

Değneğini fezaya kendi nefsinden değil, ama Allah’ın Mısır’dan çıkılması hükmünün bir gereği olarak kaldıran Musa, denizin ortadan ikiye yarıldığını gördüğünde kavminden daha çok şaşırdı. Rabbinin bu acayip işlerinde kendisini kullandığına şaşırarak denizin ortasından kavmi ile beraber geçti. “Rab,” dedi en içre sessizliğinde, “suları sulardan ayırdı.” Ve kavminin her bir ferdi denizin içinden kendisi ile geçtikten sonra Musa asasını indirdi ve onu yere bıraktı.

Ve asa bir yılana dönüşerek firavunun yılanlarını yuttu. Firavun ve kâhinleri gördüler ki bu iş Musa’nın kendisinden değil, iman ettiği Rabbin kudretindendi. Ve oradaki herkes firavundan yüz çevirerek Musa’ya nazar kıldı. Rabbin iradesini kendisinde gördüklerinden bir an yılana bakmadılar. Ve yılan gözden uzaklaşıp saklandı.

Kurnazlığı  ile mâlum mahlûk yerden fısıldayarak kadına seslendi: “Rab size bahçenin ortasındaki ağaçtan yemeyeceksiniz. Yerseniz mutlaka ölürsünüz dedi mi?” Kadın dili ile ikrar verdi. Bunun üzerine yılan dedi: “Katiyen ölmezsiniz!” Ve kadın kendisine yılan sûretinde görünenin İblis olduğunu bilmedi. Ve ağacın meyvesinden aldı. Kendisi yedi ve musahibine de yedirdi. Ve bu uyanışları kendilerine derin uyku oldu. Bir daha gözlerini uzunca bir zaman açamadılar.

Gözlerini açamamasına sebep semadan inen bir nurun ansızın çevresinde parlamasıydı. Ve yere düşüp bir sesin kendisine, “Saul, Saul, niçin bana eza ediyorsun?” dediğini işitti. O da yönsüz gelen bu sese yüzünü dönmeye çalışarak “Kimsin Ya Rab?” diye sordu. Ve ses ona “Ben eza ettiğin İsa’yım” diye cevap verdi. Pavlus’un nutku tutulup dili lâl oldu. Üç gün gözlerini açamadı ve bir şey yemedi. Ve vicdanında kendine defalarca sordu: “Saul, ne için Rabbe eza ediyorsun?

Ve Tanrı’nın kendisine ne için eza ettiğine anlam veremeyen Eyub, kalbinin karanlığında Rabbe isyan etti. “Ben ki” dedi, “sana sadık ve iman dolu bir kulum. Bana bu yaptığın nedir?” Dünyanın Temellerini Koyan, haşmetiyle gürledi: “Bilgisizce sözleriyle takdiri karartan bu adam kim? Şimdi kuşağını beline vur, adam gibi; sana sorayım da bana anlat. Ben dünyanın temellerini korken, sen neredeydin?

Bin yıl kadar sessiz kaldıktan sonra, sanki henüz bir gün geçmiş ki taze bir sesle cevap verdi Süleyman: “Rab, yolunun başlangıcında Kadim işlerinden evvel beni teşkil etti. Dünya var olmadan evvel, başlangıçta, ezelden ben kıyamda idim. Enginler, suları bol pınarlar yokken doğmuştum. Sen dünyayı ve kırları ve dünya toprağının başlangıcını daha yapmadan, dağlar daha yerleştirilmeden, tepelerden önce ben doğmuştum. Sular emrinden öteye geçmesinler diye denize sınır koyduğun zaman…”

O deniz sınırlarını  aşıp dünyayı doldurmaya başladığında dahi kimse Allah’ın kâmil kulu Nuh’a iman etmedi. Oysa kendisinin niyetinde bir fesat da görmemişlerdi. Ta ki kuru tek bir toprak kalmayıncaya ve yaşayan her can ölümü tadıncaya kadar Rabbin öfkesi dinmedi. Kırk gün aralıksız yağmur yağdı. Ve yaşayan tek bir can bile kalmadı, kendisiyle beraber gemide olanlar müstesna. Ölümün şuurdan hatıraları silmesi gibi, bütün beşeriyet silindi yeryüzünün hatıralarından.”

Gemide olmayanlardan sadece Yunus’un sesi işitildi balığın karnından: “Gayrı kimse yok, Ben vardır kendimden kendime ancak. Eksiklikten azade…” diye düşündü beşeriyetinin karanlığında ulûhiyetiyle nûr gibi parlayarak. Balığın karnı karanlıktı ve o karanlığın içinde parladı Allah’ın nûru. Basiret gözüyle gördü ve anladı, beşeriyet gözüyle görülmeyeni. Ve karanlığa da iman etti, aydınlığı kendisine sunduğu için. Ve bütün bunlar, ışığı karanlıktan ayrılmasından sadece bir gün önce vâki oldu.

Ve karanlıktan aydınlığa çıksın diye İbrahim, kendini boşluğa bırakmasını emretti gönlüne taht kuran Rab. Neyi varsa elinde kalan ve elinden gitmesin diye sıkıca tuttuğu, her şeyi karanlıklara terk edip, kendisine göstereceği ışık vadisine inmesini istedi. Dedi ki: “Git kendi içine ey Milletin Nur Babası, git. Karanlık yolculuğunda sana rehber olarak kendiliğinin nurun yeter!” Eğer bir kez olsun geri dönüp baksaydı, geride bıraktıklarına ettiği tamah, tercihi olacaktı Rabbinin dostluğuna.

Hepsi geri döndüler ve dönüp murdar oldular. İyilik eden yok! Bir kişi bile!” diye bağırdı Davud, onların döndüğü yere değil, ama yüzünü Rabbin makdisine dönerek. Ellerini iki yana açtı ve Rabbin önünde raks etmeye başladı. Ve bütün krallığı, servi ağaçlarından her çeşit çalgılarla ve çenklerle, santurlarla, tefler ve zillerle Rabbin önünde sevinçle raks ettiler. Makdisin önünde teflere vurularak Rabbe hamd ederken ses yavaşça söndü yüreğinde. Kendi sükûnunda yalnız nefesini duydu kendinden yadigâr kalan. Bir müddet ve o da kalmadı. Durdu ve dedi: “Bütün nefes sahipleri Rabbe hamd etsin, Rabbe hamd edin!

Bunun üzerine Muhammed, Allah’ın kendisine verdiğine uyarak hamd-i senâ etti kendi kulağının duyacağı kadar bir sesle: “Âlemlerin Rabbine hamd olsun.” Ve bu sözü daha söylemekte iken yer şiddetle sarsıldı. Ve ne varsa kendisine gömülmüş, üzerini rahmetle örttüğü, esirgemeden geri verdi ışığa. Bakışının berraklığında hayrı ve şerri yek nazarda hak bildi.

Ve bunların hepsi günlerin en başında, Allah’ın letafet ruhunun kesret karanlığının üzerinde süzülmesinin hemen ardından oldu. Günlerin ilkinde yarattı yedinci günü. Ve daha zevkindeyken gördü her şeyin mertebesinde hak ve güzel olduğunu. Bu güzelliğin kendisine bir iltifat olduğunu bilerek sessizce bekledi Yusuf kuyunun dibinde, kuyunun dibinde olduğunu her zaman birinin bildiğini bilerek…

İzzet Erş
+ Son Yazılar