“Öfkelenme ya Rab ve fesadı ebediyen anma;

İşte, yalvarıyoruz, bak, hepimiz senin kavminiz.”

(İşaya 64:9)

Çoğu hikâyecinin hayatlarındaki en çaresiz anlar, hikâyelerine güçlü bir giriş bulmaya çalıştıkları sırada başlangıçta kulaklarına çok hoş gelmesine karşın zamanla etkisini yitirdiğini fark ettikleri cümle ormanlarını onarmaya çalışırken gelir başlarına. Nispeten güçlü bir fikrin etrafındaki düşünceler sözsüz, yazısız ama tertemiz bir sezgiyle kanatlanırken, görenlere bir kelebek avcısını anımsatan hikâyeci, incelikli hamlelerle davet eder cümleleri tezgâhına. Yine de insanoğluna, yaratıldığı o ilk günden beri kendisine hayranlığının hiç eksilmediği bu kanatlı düşünceler, her zaman aynı cömertlikle sunmazlar kendilerini.

10. yüzyılın Kordobalı edebiyatçılarından İshak bin Ezra böyle bir derdin azabı içinde huzursuz beklemekteyken, henüz tanışmadığı cümlelerin önünde diz çökerek, mumunun çadırına yaydığı ışık kadar aydınlanmaları için yalvardı kendilerine. İlk denemesinde kalemi eline aldı ve her zaman yaptığı üzere düşünmeden, sadece Allah’ın kendisine lütfettiği gibi yazmayı denedi:

“Allah kulu Musa, Rabbin kendisine lütfettiği çok sözlerin ihtiva ettiği mânâlara hâiz olamayarak, kimi zaman isyanından sebep, kimi zaman da gerçekten bilmeyerek, Rabbin sözünü haklamaktan geri kaldı. Rabbin ağzından çıkan sözün tümü şüphesiz ki hakikattir.

Ve sözü ağızdan çıktığı gibi yapmak, kapıdan giren her talibin omuzları üzerine yüklenen mukaddes bir hükümdür. Yine de söz Rabbin ağzından bir kerede çıktığından ve sözü sahibine tekrarlatmak edepsizlik kabul edildiğinden, unutkan kulların yapabileceği yegâne şey hıfzettiği ile yetinmektir.

Zulümlerin en büyüğü, sözün hakikatine nail olduktan sonra geri dönüp yanlış anlayışla eylenen ameli doğrultmaktır. Samimi dahi olsa anlayışsızlığın karaltısı çöker sineye. Yücelerden bir ses, feyz-i mukaddes bir nefes ile: “O zalimler onu kendilerine söylenenden başka bir sözle değiştirirler”[1] nidasını duyduğunda, tam o esnada ha yaşamış koca bir ömür, ha doğarken ölmüş talip, ne fark eder?”

Kendisi bile anlamadığından elinden dökülenleri, genellikle her yazarın ilk sayfasının kaderi olduğu üzere buruşturulup atıldı bir köşeye. Ve yeniden denedi:

“Allah kulu Musa, Rabbin kendisine lütfettiği çok sözlerin mânâlarını kendi iç odalarında yankılanarak duyduğundan kimi zaman inadından sebep, kimi zaman da istemeden aşırıya giderek Rabbin ancak kendisine bildirdiği nice buyruklar hususunda yanılgıya düştü. Tahrifatın fıtratı gereği kendisinde tezahür eden tahribatları, Allah’ın suçsuz kullarına bahşettiği lütuf gazaplarından bilerek, her bir belayı birer terakki meleği olarak benimsedi.

Hâlbuki mânâyı tevil kendisine hak kılınmadığından, söylenen sözlerle tutulan niyetler oltadan kurtulan balığın denizde kaçması gibi kaybolup gitti. Zira Rab ona letâfetle muamele etmesini rica etmişti. O ise letâfetle muameleyi kendi meşrebi gereğince acizlik sayarak, sözdeki hükümlerin kat’i sûretle icrâsına hükmetti. Yazık! Kendi nefsine zulmettiği gibi, halkına da azab etti.”

Bu sayfanın da kaderi ilkiyle aynı oldu. Öfkeyle buruşturup kâğıdı çadırın uzak bir köşesine fırlatıp attı. Ve yeniden kalemi eline aldı. Ve kalemi kâğıda tekrar vurdu:

“Allah kulu Musa, Rabbin kendisine lütfettiği çok sözleri kendi zanlarından arındıramayarak kimi zaman aczinden sebep, kimi zaman da kudrete açtığı davadan, yüreğinin kuruntularına yenik düştü. Rabbin kendisine asasını semaya kaldırmasını buyurduğunda, denizin ikiye yarıldığını ve derin suların kayalar gibi sert, kendisini örten azametli duvarlara dönüştüğünü gördüğü günün hemen ardından, kendi sesiyle Rabbin sesini birbirine karıştırdı ve ağzından çıkan sözün Rabbe mi, yoksa kendisine mi ait olduğunu bilemedi.

Kavmi Rabden davacı olup hararetlerini dindirecek kudreti kulu Musa’dan sorduklarında, Allah şahittir, Musa Rabden asla şüphe etmedi ama bu imansızlara artık unutmayacakları bir mucize vermeyi nefsinde hak gördü.

Mısır’daki kardeşini korumak niyetiyle Kıpti’nin kafasına indirdiği yumruk misali, asasını taşa vurdu. Bunun üzerine taştan on iki suyolu çıktı ve on iki kavim kendi sularından içtiler. Onlar sularını içmekte iken Musa kavmi tedip ederek haykırdı: “Allah’ın rızkından yiyin, için ve artık yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.” [2] Kavm ise bu işin Rabden değil ama Musa’nın kudretinden olduğuna hükmetti. Musa’yı Rab bildiler ve Musa’nın Rabbini yine bilemediler. Hâlbuki Kâdir Allah, Ebediyet Babası [3], lütuf ve kerem sahibi ancak o idi…

Ve Musa Rabbin sesini bir kez daha işitti: “Eğer o taşa benim adımla yavaşça dokunsaydın, içtikleri su helâl olurdu kendilerine. Sen ise kızdın ve taşa öfkenle vurdun. Ve kavmine içirdiğin bu su taştan besmelesiz fışkırdı. Bu su, vurduğun taştan benim adımla değil ama senin öfkenle çıktığından ve onu bütün kavmine içirdiğinden, kavminin kulları ebediyen sert enseli ve asabi olacaklar. Mucize görseler de iman etmeyecekler ve sen onlara bunu yaptığından dolayı huzuruma giremeyeceksin. Çünkü bilirim ki öfken banadır. Oysa kavmi sana ben vermedim, onu sen istedin.”

İshak bin Ezra öfkeyle fırlattığı kâğıtları yerden aldı. Yeniden açarak buruşukluklarını giderdi. Diğer sayfaları, son yazdığı kâğıdın altına sakince koydu ve yerinden kalkıp yatağına uzandı. İstiğfar edip huzur içinde uyumayı umdu… [4]


[1]  Bakara Sûresi 59

[2]  Bakara Sûresi 60

[3]  İşaya 9:6

[4]  Yalnız bu değil, bunun gibi lütfedilmiş her kelime, referansı ancak Rabbe ait olan feyzlerden ibarettir. Bu Feyz-i Mukaddes kimin elinde? Belirtilmemiş bütün referansların sahibi benim ve ben dediğimin referansı Rabbimdir.

İzzet Erş
+ Son Yazılar