İnsanlık tarihinin en çok bilen öznesi şüphesiz modern dönemde bulunmaktadır. Bu tespiti hem bir kinaye olarak hem de tartışmasız bir gerçek olarak kabul edebiliriz. Bilgiye ulaşmanın bu denli kolay olduğu bir dönem yaşanmadı. Tarihimiz bir bilgiye ulaşmak, bir sırrı çözmek, bir bilene danışmak için yollarda heba olan insanlarla doludur. En yüksek sırların “en çok satanlar” rafına giremediği şaşırtıcı bir dönem yaşamaktayız. Bugün bilgi parmak uçlarımızda ama bilmeye ilgisiziz. Mutlaka bunun birçok nedeni vardır. Ancak bir sorun olarak modern dönem insanı, düşünmeksizin bilme kabiliyetine sahip olduğundan, maruz kaldığı veri çokluğunu bilgiye dönüştürememekte, kendisini en derinden ilgilendiren konulara duyarsız kalmayı tercih etmektedir.
Örneğin içinde bulunduğumuz çağda “modern”, “modernlik” vb. olguları, felsefenin birer kavramı olarak incelemeyi başaramıyoruz. Çünkü “modern” kavramını hayatın içinde, yaşadığımız çağın bir çıkış yolu olarak, olumsuzluğun yıkıcısı ya da kurtarıcısı veya sürekli olarak bir şeylerin karşıtı olarak görmemeyi başaramıyoruz. Dolayısıyla bu kavramın içeriğini aklımız değil, duygularımız belirlemiş oluyor. Bunun bir neticesi olarak “modern” ve “modernlik” kavramları içeriklerini daima ahlak algımızda buluyor; ahlaklılık veya ahlaksızlık olarak.
İslam dünyasının modernliği reddi, modernlik kavramının ve olgusunun Batı’ya ait bir kazanım olmasından ileri gelmektedir. Modernlik başta hoşa giden bir teklif gibi kabul edilse de Batı dinamiklerinin modernliği yakalayabildiğini ama kendisinin bu gereklerin çok gerisinde kaldığını, hatta bunu yakalamasının hayal olduğunu anlayınca redde gitmiştir. Modernliği bu reddediş, kaçırılmış bir trenin arkasından zaten onu hiç yakalamak istemediğinin avuntusuyla süslenir.
Doğu için modernlik, kendi önünde tarihselliğinin ortaya koyduğu zorunlu bir şey, sürecin doğurduğu bir ihtiyaç olarak bulunmadı. Dolayısıyla modernlik istemi Doğu toplumlarına hep dışsal kaldı. Bu dışsallık ihtiyaçsızlıkla ilgili değil, tamamıyla yabancılaşmayla ilgiliydi. Zira Doğu’nun da mutlaka bireyselliğe ve hukukun üstünlüğü ile gelen toplumsal eşitliğe istek ve arzusu vardır. Ancak Doğu, modernliği kendi tarihsel gelişiminde bulmadı. Kendinde bulmadığı ama ona sunulan bir şey olarak modernliğe adapte olmak istedi. Oysa “adaptasyon” başlı başına yabancılaşmadır. İçsel olana adapte olunmaz. İçinde bulduğuna uyumlanma vardır. İçsel uyumda çaba gerekmez. Geleneksel eğiliminde bu başkalaşım yoluyla gelen yeni kendiliği bulamayan İslam toplumları içten içe “çatırdadı”.
Modernliğe geçmek veya en azından onunla barışmak için büyük çaba gösteren, göstermesi gereken Doğu toplumlarının yaşadığı zorluk da Batı için dışsaldır. Batı, Doğu’yu bu anlamda anlayamaz. Onun yaşadığı çelişkiyi kendi yaşam olgusundan bağımsızlaşamadığı sürece değerlendiremez. Çünkü modernliği tarihsel bir zorunluluk olarak giyinen Batı, Doğu’nun terk etmekte zorlandığı, terk etmek istemediği gelenekselliği çoktan yitirmiştir. Bunu öylesine yitirmiştir ki Doğu’nun yaşadığı çelişkiyi, içine düştüğü manevi boşlukla ilişkilendiremez bile. Dolayısıyla modernlik bu anlamda yalnız Doğu için değil Batı için de yeni ve çözümü zor bir sorunsal olarak durmaktadır.
Bu sorunsal sadece bilince ait bir konu değildir. Çünkü bilinç kendine nesne edindiğinin üzerine yoğunlaşır, önünde bulduğunu çözümleye girişir. Halbuki modernlik binlerce yıllık dünya insanı için geleneksel yaşam biçiminin güvenliğinden ayrıldığı, ayrılmaya itildiği yeni bir durumdur. Tercihle gelmediği gibi, tercihle de ortadan kalkmayacaktır. Bu yeni durum, “modernlik”, artık kaçınılmaz olan, varoluşsal bir bölünmenin doğuşudur.
Modernlik, Batı için kronolojik bir sonuçtur, çünkü Batı’nın zihinsel yapısı kronolojiktir. Doğu ise zaman üstünde yaşar. Hayatını zamana inerek, tinselliğini zamanın üzerine çıkarak yaşar. Tarihinin tüm sorunları ve bunlara verilmiş yanıtlar şimdidedir. Batı’ya kıyasla verilecek bir örnekle tüm filozoflar, şairler, sanatçılar ve devlet adamları vs. şimdi ve buradadır. Bu şimdi ve buradalık sadece zihinsel bir yakınlaşma, yad etme sanki buradaymışlarcasına değildir. Algısı, duygusu ve rehberliğiyle Doğu için tüm tarih şimdidedir. Bu nedenle tarihi, bir nesne olarak önüne koymakta Batı kadar başarılı olamaz. Batı için tarih müzedir, oysa Doğu tarihinin içindedir. Ona yabancılaşmadığı için onun ne dışında ne de üzerindedir.
Tüm bu karşılaştırmalarda zihin yine hangisinin doğru veya doğruya daha yakın olduğunu seçmek ister. Çünkü doğru olmayan zaman kaybıdır ve doğru olan kestirmedir. Halbuki bunlar karşıt değil ama farklıdır. Biri diğerinden daha doğru olmak zorunda değildir. Batının düşünce biçimi, kendi tarihsel deneyiminden ileri gelir. Dizgesellik anlayış için kolay, uslamlama çözümleyicidir. Diğer yanda anakroniyi sanatsal bir biçim olarak benimseyen Müslümanlar için Kur’an’ın kafa karıştıran zeminsiz zamansallığı ve rasyonel kurgunun hepten olmayışı olağandır. Yani Doğulular için Aristoteles, Marks’tan sonra yaşayabilir ve bu anlaşılabilirdir. Batı için bu imkansızdır. Batı’nın tüm paradigmaları bir bayrak yarışı şeklinde elden ele geçerken, Doğu tinselliğinin kahramanları yarışları tek başlarına başlar ve bitirirler. Ve hâlâ bunlardan biri diğerinden daha üstün değildir.
Müslümanlar kendilerini Doğu’nun alışılagelen yaşam deneyimine daha yakın bulurlar. Japonlar, İngilizler gibidir, zihinleri ada toplumlarının genel düşünce biçimlerine göre şekillenmiştir. Batı, Doğu’dan daha mükemmel olduğu için değil, kendi deneyimlerini doğrudan ortaya koyduğu için Batılıdır.
Öyleyse insan nerelidir?
Bu soru, doğal olarak doğacak itirazın aksine insanı kültürden, tarihten, dinlerden vs. soyutlamaz. İnsan kendinde zaten bunlardan soyuttur. Bu aidiyetleri giyinir. Doğu’yu veya Batı’yı, ırkları, milliyetleri, ahlakı, gelenekleri giyinir. Ve giyindikleriyle belirli bir insan olur. “Kazandığı” bu belirlilikle de üstünlüğün nerede olduğunu arar. Gerçekte üstünlük; insan olmanın üstünlüğü ve onuru indirgenmemişlikte aranmalıdır. Tıpkı kutsal metinlerde ilk insanın çıplaklığı gibi… Şüphesiz her kültür kendi “ilk insanını” yine kendi suretinde yaratır. İbranilerin ilk insanı doğal olarak İbranice konuşurdu, Uzak Doğu’nun ilk insanı beyaz tenli ve çekik gözlüdür, Afrika’nın ilk insanı kendi kabile ihtiyarlarına benzer. Oysa kitaplarda açıkça belirtilmiştir ki ilk insan, yani tüm aidiyet ve giyinmelerin öncesinde veya tam da en sonunda tüm bunlardan soyunmuş olarak Tanrı’nın suretindedir. Tanrı, kavramı gereği bunların hiçbirine ait değildir.
Modernlik, birey olma olgusu, kendiyle belirlenme ve tarihsel deneyimin bütününü kapsayarak aşma, onu elinin tersiyle itmek değil, avucunun içinde, hatta ceketinin göğsüne denk gelen iç cebinde taşıdığı haritada, nereden geldiğini bilerek ve hatırlayarak yalnızca kendi olmaktır. Olmamış bir meyveyi ısırdığında ekşiyen yüzler gibi değil, aksine meyvenin dahi yenmekten onur duyduğu bir tatlılıkla… Modernlik, insanın tarihte belki ilk kez kendi olmaya bu denli yaklaşığı, müthiş bir sorumluluk ve hassasiyet durumudur.
* Shayegan, Daryush; Yaralı Bilinç. Çev. Haldun Bayrı. Metis Yay., İstanbul, 1991.