Okuma süresi: 5.44 mintues

 Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim Yüksek Lisans Bölümü’nde Özdemir Altan Atölyesi’nden 1986 yılında mezun olduğunuzu biliyoruz. Aynı yıllarda, bir yandan kendi yaptığınız gitarlarla müzik yapmaya başladığınızı da… 30 yıla yakın bir süredir yüzlerce öğrenciye ağırlıklı olarak müzik ve felsefe üzerinden hizmet veren bir usta, bir hoca olarak, resim ile başlayıp, müzik ve felsefe ile devam eden yolculuğunuzu bize nasıl anlatmak istersiniz?

Resme çok ufak yaşlarda başladım, sanırım 3–4 yaşlarında. Ortaokul ve lisede ustalaşmaya başlamıştım, evden hiç çıkmadan günlerce resim yapardım. Bir ortaokul öğrencisi için büyük tuvaller kullanırdım (2-2,5 m.). O devirlerde bir sürü klasik kopya da yaptım.

Müziğe biraz daha geç başladım (12 yaşında). Müziğe başladım ama olanaklar sıfıra yakın, berbat bir gitar, nota, metot, hoca, vs. hiçbir doküman, eğitmen yok. İnanılmaz bir yoksunluk durumu, ama nedense çok hevesliyim.

1970’ler Rock müziğin en parlak yılları, bir sürü efsane grup var. Ama beni en etkileyen Jethro Tull’dı. İşte böyle biraz büyülü bir ortamda Mimar Sinan Resim bölümüne girdim. Hocam Özdemir Altan ve Güngör Taner… Ben tam anlamıyla büyülü bir ortamda yaşarken, bir de en sevdiğim sanat dallarından biri olan resim eğitimine başlamıştım.

Ama üniversiteye gidince o büyülü ortam hemen kayboldu. Kendimi hiç de idealist olmayan bir ortam içinde buldum. 18–19 yaşında müzikle, resimle, felsefe ile yoğunlaşmış bir çocuk için büyük bir şok. Resim eğitimi alıyordum, ama etrafımda gördüğüm hiç kimsenin hayalleri yoktu. Maalesef herkes yaşamını kurtarabilecek bir mesleğin, bir pozisyonun, bir konunun peşindeydi. Bir sanat okulunda böyle bir durum nasıl olabilirdi ki?

Bir akademisyen olarak eğitim ve öğretim kurumlarında gençlere hizmet etme imkânınız varken, yıllardır öğrencilerinizle evinizde çalışma nedeninizi bizimle paylaşır mısınız? Bir de öğrenci kabul etmek için kriterlerinizi sorsak?

Böyle bir ortamda akademisyen olmak benim için imkânsız bir şeydi. Hocalarım ve arkadaşlarım sık sık beni “Aklını başına al” diye uyarırlardı. Sanırım onlar benim iyiliğim için mevcut olan durumu gösterirler ve bu duruma uyum sağlamamı öğütlerlerdi.

Oysa sanatın ana unsurlarının dışlandığı ve adına sanat ortamı denilen bir yerden ancak içi boş, anlamsız sanat öğeleri ortaya çıkabilirdi. Evet, yapılan emek vardı, yapılan çok güzel yapıtlar mevcuttu. Ama samimiyet, özgünlük ve özgürlük yoktu. O içi boş sanat öğelerini üreten kişilere bakmanız yeterliydi, o kişilere baktığınızda kolayca bir yargıya ulaşabilirdiniz. Herkes “Hayallerini, özgürlüğünü, özgünlüğünü bırak; ondan sonra buraya gel,” diyordu sanki.

İşte bu yüzden kendi evimde, çok kısıtlı olanaklarla hizmet vermeyi tercih ettim. Bu çok uzun ve yıpratıcı bir şey, ama olması gereken buydu.

Ben her zaman bu kurumsal yapılara karşı bir hayat sürdürdüm ve benim gibi olanlarla bir eğitim ortamı oluşturmaya çalıştım. Kimseye hesap vermeden, kendi hayallerinden ödün vermeden böyle bir ortam oluşturmak aslında çok zor bir şey değil, çünkü ülkemizde bu tip kurumsal yapılar ve üniversiteler aslında çok zayıflar. Bilhassa teknik açıdan, metodoloji bakımından ve en önemlisi çalışma temposunun yoğunluğu açısından hepsinin ciddi sorunları var. Bense inanılmaz çalışma temposuna sahiptim. Bu yüzden akademik ortamın dışında çok daha verimli olunacağını biliyordum, ama hesap edemediğim bir şey vardı. Herkes, her öğrenci, aynı kafa yapısıyla, hayalleri yok edilmiş bir durumda geliyordu. En ufak çocuklar bile hiçbir cesarete ve hayal gücüne sahip değildiler.

Yani kısaca cesaretli ve Metin ağabeyin anlatımlarıyla kahraman olabilecek bir kişiyi bulmak hemen hemen imkânsızdı. Herkesin hedefleri vardı, ama hiç kimsenin hedefi hakîki değildi. Hayalleri çok ufak yaşlarda yok edilmiş bu kişilerde amaç hakiki olanın bulunması değil, tam tersine sahte olan yaşamlarının maddi veya manevi olarak zenginleştirilmesiydi. İşte bu yüzden öğrenci kabul ederken önce çok çalışabilecek olanı (günde 10–15 saat) ve ardından hem anne-babalarıyla, hem de tüm kurumlarla (yani ilâhlarla) hesaplaşabilecek, hayallerinin peşinden yeniden koşabilecekleri tercih ediyorum. Diyorum ki, mevcut olanların, pozisyonların, konumların peşinden gitmeyin; olmayanın peşinden gidin.

Maalesef ki bu söylemim anlaşılmıyor, hepsi benden kendilerine bir yaşam kurgusu yapmamı bekliyor. Ben onlara hayallerinizin peşinden gidin diyorum, onlar benden hayallerini zenginleştirici sihirli formüller istiyorlar.

Anadolu Aydınlanma Vakfı ile ne zaman tanıştığınızı, çalışmalarına sürekli olarak katıldığınız vakfın amaç ve etkinlikleri hakkındaki görüşlerinizi sorsak?

AAV’den önce bir sürü başka çalışmalara katıldım, ama hepsi kötüydü. Burada durum çok farklı… Metin ağabeyden çok şey öğrendim; onun anlatımları çok yetkin ve yoğun. Ama bu denli yoğun emeğinin ulaştığı yerde sorunlar var. Böyle bir yetkin anlatıma izleyiciler olarak çok daha etkin bir katılım bekliyorum ve bu etkin katılımın biraz zayıf olduğunu düşünüyorum.

İnsanlar, biraz kendini kurtarma derdinden sıyrılmaları ve asıl olan, asli olan dertlerine ulaşmaları durumunda, Metin ağabeyin eşsiz olan yoğunluğunun zevkine daha üst boyutlarda tanık olacaklardır.

Bildiğiniz gibi AAV’nin bu seneki çalışma konusu mitler ve günümüze etkileri. Röportajımızın son sorusu olarak, müzik ve yazı çalışmalarınızın yanı sıra, resim çalışmalarınıza da hızlı bir dönüş yaptığınız bu günlerde, mitlerin sizin çalışmalarınızdaki ve yaşamınızdaki etkileri nedir?

Mitler benim en önemsediğim konuydu ve çok büyük dikkatle konuyu araştırdım. Ama tüm dokümanlar pozitivist kafayla yazılmış ve bu anlamda hiç yararlanamadım. Metin ağabey ise bu konuyu tam umduğum gibi dile getiriyor. Ondan çok şey öğreneceğiz. Bu sene şanssızlığımız önemli bir sağlık sorunu yaşaması oldu, bu konuyu onun dışında bu kadar yoğun anlatabilecek bir kişi yok.

Deniz Tipigil
+ Son Yazılar