Doğduğunuz yerden ve ailenizden başlayalım mı röportajımıza?
Filibe’ye 12 km. mesafede 7000 nüfuslu Kuklen köyünde doğdum, bugün de adı aynı köyümüzün. Filibeli Ahmet Hilmi ile aynı havayı solumuşuz yani. Çok güzeldi köyümüz, dağın eteklerinde, yeşillikler içinde. Roma döneminden kalma banyolar, kalıntılar vardı. Annem ve babamın (Ümmügül Hanım ve Ömer Bey) özel bir mesleği yoktu; toprakla, hayvanlarla çalışarak geçinen insanlardı. Rahmetli babam, Nasreddin Hoca gibi bir adamdı. Çok güzel bir insandı, Allah rahmet eylesin.
Nasreddin Hoca Bulgaristan’da da sevilen bir kişilik tabii çocukluğunuzda…
Olmaz olur mu? Nasreddin Hoca’nın öyküleri, fıkraları ile büyüdük bir yandan. Eskiden, biz çocukken köyümüzde ev gezmeleri olurdu. Güzel hikâye ve masal anlatan büyüklerimiz çocukları toplar, hikâyeler ve masallar anlatırlardı. Şimdiki gibi insanı olumsuz da etkileyebilen cihazlar yoktu ki o zaman, bayılırdık masallar, öyküler, fıkralar dinlemeye.
Peki ilköğretim zamanınızda hangi dil üzerinden eğitim aldınız?
İlkokulu Türkçe, ortaokulu Bulgarca okudum ben. Çocukluğumuzdan itibaren zaten Bulgarcayı öğreniyorduk, ayrıca ilkokulda Türkçe okurken Bulgarca derslerimiz de vardı. Ortaokulda Rusça da öğrenmeye başladık, lisede de devam ediyordu Rusça dil eğitimimiz. Lisede Fransızca da öğrenmeye başladık. Önce Türk lisesine gittim, fakat sonra Türkçe öğretim veren liseler kapandı, çünkü üniversiteye gidenler arasında Türk lisesinden mezun olanlardan zorluk çekenler oluyordu; ben de Bulgar lisesinde bitirdim liseyi.
Üniversiteye gelene kadar 4 dil öğrenme imkânınız vardı yani. Bir de öyle neşeli anlatıyorsunuz ki, zevkle çalıştığınız bir eğitim ve öğretim sisteminiz varmış sanki…
Lisede arkadaşlarımız vardı, onlarla Rusça konuşarak pratik yapabiliyorduk. Geleli kırk yıl oldu, pratik yapamadığımdan Rusçam çok iyi seviyede diyemem. Yine de o temel eğitim sayesinde Rusça kitapları okuyabiliyorum şimdi bile.
Çok severek eğitim alıyorduk; hiç gergin değildi, çok güzeldi ortamımız. Bir tek lisede, hatırlarım bir biyoloji hocam vardı; hoşlanmamıştım kendisinden, çalışmıyordum derslerine ve beni ikmale bıraktı. Fakat diğer derslerim iyi diye hocam bütün yaz boyunca gönüllü olarak, hiçbir bedel talep etmeden Filibe’den kalkıp köyümüze gelip bana biyoloji dersleri verdi ve beni yetiştirdi ki sınavımı vereyim. “Başarılı bir çocuk neden bir tek bu dersten geçemedi acaba?” diye bir konu olmasın diye. Ben de geçtim imtihanımı ve başarı ile mezun oldum liseden.
Tekrar büyüdüğünüz köye dönmek istiyorum. Biraz daha detaylı anlatır mısınız bize köyünüzü, ilk çocukluğunuzun öyküleriyle…
Biz küçükken o kadar güzel bir köydü ki köyümüz, dediğim gibi yeşillikler içinde, bahçeler içinde öyle güzel bir çocukluk geçirdim ki. Bunları anlatırken şimdiki çocuklara çok acıyorum, üzülüyorum, neredeyse bahçeye bile çıkamıyorlar.
Tütün toplamaya giderdik saat 1’de, 2’de; güneş doğmadan bitmesi gerekiyordu tütünlerin toplanmasının. Olgun yaprakları topluyorsun, güneş doğduğu zaman sarkıyor yapraklar, kıramıyorsun; o yüzden güneş doğana kadar toplanması lazım. Ondan sonra da eve dönüyoruz; onları ayıklıyorsun, diziyorsun iğneyle.
Tütünleri kucağımıza topladığımızda aralarından yılanlar sarkardı. Hiç korkmazdık. Ben bahçede at arabasında uyurdum geceleri, tarlaya kadar uyanmak zorunda kalmayayım diye. O kadar korku yoktu, korku diye bir mefhumumuz yoktu yani.
Evimiz çardaklı, 5 odalı bir evdi; evin altında hayvanlarımız yaşardı. En ufak bir ses gelse koşarak inerdik aşağıya, onlar ailemizin fertleriydi. Keçilerimiz, inek, tavuk, hindi, ördeklerimiz vardı; hepsi de bahçemizde ve çevrede otlardı. İlkokulda okurken, okuldan çıkınca arkadaşlarımızla gidip ormanda ders çalışırdık biz. Hepimizin de bir keçi arkadaşı olurdu yanında. Acıkınca keçinin sütünü ağzıma sağardım ben. Dostlarımızdı hayvanlar. Biz çalışırken onlar bir yandan otlar ve oynardı. Başka keçilerimiz de vardı, sabahtan otlamaya götürürdü büyüklerimiz onları, ama hepimizin birer tane de arkadaş keçisi vardı.
Dediğim gibi ilk ve ortaokulu köyümüzde bitirdim, daha ortaokulda iken tiyatro oyunları, danslar tertip ediyorduk köyümüzde, kültür planı vardı köyümüzün. Çok güzel bir kütüphanemiz vardı, kitaplar okuyorduk. Hatta okuduğumuz kitapları kütüphaneye teslim ettiğimiz zaman sorular soruyorlardı acaba hakikaten okuduk mu diye. Çok güzel ilişkilerimiz, dostluklarımız vardı. Tek başımıza ya da birlikte ormana gidebilir, piknik yapabilirdik. Piknik yaptıktan sonra ormandan ayrılırken çevremizi temiz bırakmamız şarttı, yoksa ceza kesiliyordu. Şimdi ormana gidiyorum bazen, öyle üzülüyorum ki gördüklerime.
Peki liseden sonra nasıl devam ettiniz eğitiminize?
Liseden sonra Tıp okuluna gittim 4 yıl, Eski Zara diye bir yerde. Mezun olduktan sonra da 3 yıl çalıştım ve sonra buraya göçtük.
Tıp eğitiminiz hakkında biraz daha bilgi verseniz bize…
Şöyle açıklayayım; biz aile hekimliğine denk gelen bir bölüm okuduk, feldser deniyordu, koruyucu hekimlik. Köylerde, okullarda, işyerlerinde hep bizler hizmet verirdik; önce bizim tarafımızdan kontrol edilmeyen ve yönlendirilmeyen hastalar uzman doktorlara gidemezdi. Bizlerin ihtisas hakkı yoktu o zaman, Türkiye’ye gelmeden önceki son yıl fizik tedavi üzerine ihtisas yapabilmemiz yönünde bir kanun çıkmıştı. Benim çalıştığım kabinde zaten sorumlu olduğum 2 köyüm vardı. Kanun çıkınca ben de haftada bir hastaneye gitmeye başladım, fizik tedavi için lambalı, ısıtıcılı birtakım cihazlar, malzemeler vardı. Sonra buraya göç ettim ve bitirmedim oradaki ihtisasımı. Hatta o zaman arkadaşlar, “Gel imtihanlara gir, bir şekilde devamlılık konusunu çözmeye çalışalım,” dediler ama arzu etmedim. 1969’da buraya gelir gelmez de fizik tedavi kliniklerinde çalışmaya başladım.
Ailece mi göç ettiniz peki, nasıl oluştu bu önemli karar?
Evet, hep birlikte geldik. Şöyle bir şey oldu: 1966 yılında mezun olduğum ve çalışmaya başladığım sene Demirel Bulgaristan’a ziyarete gelmişti ve o dönemde bir anlaşma yapılmıştı, yakın akrabaları Türkiye’de yaşayan Bulgaristan vatandaşları Türkiye’ye göçebilir şeklinde. Anneannem ve teyzelerim burada idi, bu nedenle müracaat ettik ve kabul edildi. Biz de sattık mallarımızı, sattık derken her şey devletleştirilmişti, sadece evimiz vardı, evimizi sattık. Sonra bir de liste verdiler bize, şunları götürebilirsiniz yanınızda diye. Alacaklarımızı aldık ve 1969’da Bursa’ya teyzemlerin yanına geldik. Teyzem evini açtı bize, ben de Bursa Askeri Hastanesi’nde çalışmaya başladım.
İlk geldiğimde Türkiye’de insanlar arası, komşular arası ilişkiler öyle güzeldi ki. Hiçbir evde yemek artmazdı, sürekli bir alışveriş vardı. Şimdi bu apartman dairelerinde neredeyse hiç paylaşım yok, hiçbir iletişim yok. Eskiden bir evde fazla mı yemek pişmiş, hemen paylaşılırdı komşularla. Allah’tan şimdi bu apartmanda alt katta iki genç var da, onları sıkça çağırıyorum yemeğe birlikte olalım, paylaşalım diye; arkadaş olduk artık.
Ne güzel. Peki, Bursa’dan İstanbul’a ne zaman, nasıl geldiniz?
Rahmetli babam İstanbul’u çok severdi. Türkiye’de yaşayacaksan İstanbul’da yaşayacaksın derdi, boğulursan büyük suda boğulacaksın gibilerden. Bir yıl Bursa’da çalıştıktan sonra İstanbul’a tayinimi istedim, Gümüşsuyu Askeri Hastanesi’ne tayinim çıktı. Ben de böylece kalktım ve İstanbul’a geldim, bir yıl da orada çalıştım. Sonra Çapa’ya geldim, yıl 1971 ya da 1972 idi Çapa’ya geldiğimde. 13-14 yıl da orada çalıştım. Çok güzeldi o zaman çalışmak, arkadaşlarımızla ilişkilerimiz çok güzeldi.
Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nden sonra nasıl devam ettiniz mesleğinize?
Daha emekliliğim gelmeden bir doktor arkadaşım dedi ki: “Şevkat gel bir muayenehane açalım beraber.” Ben de tamam dedim, istifamı verdim ve ayrıldım Çapa’dan. Profesör Ender Berker Hoca vardı o zaman, beni çok severdi çok çalışkan olduğum için. “İyi düşün Şevkat,” demişti, yine de geri dönerim diye üç ay boyunca maaşımı vermişti, sağ olsun. Muayenehane açınca kendime ayırabilecek daha çok zamanım olur diye düşünmüştüm, ama öyle olmadı. O kadar çok iş olmaya başladı ki daha çok çalışmam gerekti. Rahmetli Muhsin ağabeyim o zaman sağ idi, bir gün bana dedi ki: “Şevkat, deli misin sen bu kadar çok çalışıyorsun, bırak muayenehaneyi, biraz kendine zaman ayır, serbest çalış.” Ben de tamam dedim ve bıraktım. Böyle ani kararlar verebiliyorum yani.
Kararı verdim ama bu sefer de çok boş vaktim kaldı. O sıralarda başka bir doktor arkadaşım dedi ki: “Gel Nişantaşı’nda bir muayenehane açalım seninle, daha sosyal bir semt, gezmeye vaktimiz de olur.” 1986 idi ve biz Nişantaşı’nda bir muayenehane açtık. O zaman aynı katta bir beyin cerrahı arkadaşımız vardı, aynı katta diş hekimleri arkadaşlarımız da vardı; hem çalıştık hem de iş çıkışlarında, boş zamanlarımızda çok güzel vakit geçirdik 4 yıl kadar Nişantaşı’nda.
Shiatsu masajı ve makrobiyotik beslenme yöntemleri ile tedaviye ne zaman ilgi duymaya başladınız?
Daha Çapa’da çalışırken bir başka hocamız bana hasta devrederken diyordu ki: “Şevkat bak, işte şu noktaya basarsan ses telleri açılır, şu noktaya basarsan şöyle olur…” Amerika’da eğitim görmüştü kendisi. O zamandan itibaren merak ettim aslında, ama o zaman okuyacak bir kaynak yoktu. Benim İngilizcem de yoktu o zaman. Fizyoterapist arkadaşlar vardı; çok enteresan, onların okuduğu dergilerde bu konuya benzer yazılar oluyordu, ama çeviri konusunda yardım ricalarıma yanıt alamamıştım.
Daha sonra Nişantaşı’ndaki muayenehanede iken bir doktor arkadaşım tesadüfen bana bir dergi getirmişti, Alternatif Tıp dergisi. O dergide Betty adında Amerikalı bir bayanın shiatsu konusunda bir yazısı yayınlanmıştı, okuduktan sonra doktor arkadaşım Kemal Bey’e dedim ki: “Ben tanışmak istiyorum kendisiyle.” O da aldı götürdü beni. Arnavutköy’de evine ziyarete gittik, orada bana shiatsu yaptı ve benim çok hoşuma gitti.
Düşündüm o zaman, o anda daha, bir doktorla da çalışsan hep birinin emir altındasın. Hani ben biraz özgür yetişmişim ya, daha o anda bu benim kurtuluşum olacak dedim. Dedim ki: “Betty ben bunu öğrenmek istiyorum, nasıl öğrenebilirim?” O da iyi dedi, toplanın ben size bir kurs yapayım. Toplandık 10-15 kişi bize bir kurs yaptı.
Bir yandan Bulgaristan’da da bu konuda çalışmalar olduğunu duymuştum, kalktım gittim Bulgaristan’a. Orada da birkaç ay kursa gittim. Hastanelerde veriyorlardı bu konudaki kursları o zaman. Hatta televizyondan bile öğretiyorlardı bu noktaları halka. Gitmeden önce sadece 2 ay boyunca hafta sonları Boğaziçi Üniversitesi’nde bir İngilizce kursuna katılmış ve Betty’nin kitaplarını okuyarak kendi kendime İngilizce öğrenmeye başlamıştım. Bulgaristan’a giderken Betty’nin kitaplarının fotokopilerini de yanımda götürmüştüm hatta. Daha sonraki iki yıl içerisinde de İngilizceyi anlayacak kadar öğrendim. Halen de öğrenmeye devam ediyorum.
Peki Bulgaristan’dan döndükten sonra nasıl devam ettiniz çalışmaya?
Bulgaristan’a gitmeden önce Nişantaşı’nda hastalara shiatsu uygulamaya başlamıştım Betty’nin verdiği kurstan sonra; hepsi memnun kalmıştı. Dönünce artık serbest çalışmaya karar verdim ve yeğenlerimin Ulus’taki evine taşındım o dönemde ve serbest olarak çalışmaya başladım, yıl 1993 idi.
Hatta o evde bir süre Robin adında Amerikalı bir bayan öğretmeni ev arkadaşı olarak aldım yanıma İngilizce çalışmalarımı hızlandırabilmek için; Robin de ilgileniyordu makrobiyotik ile ucundan. Ben bir yandan makrobiyotik beslenme ile ilgili, bir yandan shiatsu ile ilgili İngilizce kitaplar okumaya çalışıyordum, bir yandan da Osho’nun Sırlar Kitabı’nı çevirmeye çalışıyordum. Betty de beni Amerika’daki kendi üye olduğu Macrobiotic Society’e üye yapmıştı, ismim dergide geçiyordu. Türkiye’ye gelenler beni arıyordu, yemeğe davet ediyordum; hatta bende kalanlar oluyordu, pek çok şey öğreniyordum hepsinden.
Yaşam öykünüz, mesleki yürüyüşünüz bana sürekli bu seneki çalışma konumuzu çağrıştırıyor doğal olarak. En genel tanımı ile Uzak Doğu ve Hint meditasyonları, sizin tanımınızla Bütünsel İyileştirme Yöntemleri ile ilk ne zaman ilgilenmeye başladınız?
İlk Çapa’da iken, daha yani 1974-1975 yıllarında yogaya başladım Müheyya İzer hoca ile. Daha önce bir Hint kuruluşuna gitmiştim, ama daha sonra Müheyya Hanım ile devam ettim çalışmaya. Sonra Betty ve kitapları ile birlikte makrobiyotik ve Tao felsefesi ile tanıştım. Uzun zaman onun meditasyonlarını, çalışmalarını yaptık arkadaşlarla beraber. O dönemlerde şimdi rahmetli olan çok yakın bir arkadaşım vesile oldu ve beni tasavvuf üzerine sohbetler ve çalışmalar yapan Refik Algan Bey ile tanıştırdı. 13 yıl kadar Refik Bey’in tasavvuf üzerine yaptığı sohbetlere ve çalışmalara katıldım.
Önce Anadolu Aydınlanma Vakfı ile tanışmanız nasıl oldu diye sormak, sonra da yıllardır yaşam öykünüz, eğitiminiz ve mesleğiniz sebebiyle pek çok farklı ortamda farklı kültürlerle ilgili çalışmalar yapmış bir kişi olarak vakfın çalışmaları hakkındaki düşüncelerinizi sormak istiyorum.
İlk Refik Bey vasıtasıyla tanıştım Metin Bey ile. Vakfın kurulduğu yıllarda Bostancı’daki vakıf çalışmalarından bazılarına katıldım, daha sonra Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde yapılan çalışmaların da bazılarına katılabildim. Arkadaşlarım olan Ümit’ten (Gürel) ve Özlem’den de (Alagöz) Metin Bey’in ve genel anlamda vakfın çalışmalarını duyuyordum, üzerine konuşuyorduk. Zaten hayrandım yapılan çalışmalara diyebilirim. Son üç yıldır da aralıksız olarak devam ediyorum tüm toplantılara katılmaya.
Çok güzel arkadaşlarım oldu, hepsini çok seviyorum. Saf tasavvuftan zevk alıyorum diyebilirim kısaca. Saf derken taraf tutmayan anlamında… Dünyanın her yerinden, Uzak Doğu’dan, Doğu’dan, Batı’dan, her konuda her şey konuşuluyor Metin Bey’in sohbetlerinde ve genel olarak vakfın çalışmalarında. Hepsi bir tek yere götürüyor; o da kalbime götürüyor. Kalbime götüren güzeldir diye düşünüyorum.
Konusunda uzun yıllardır emek ve hizmet veren bir usta olarak, bugün uyguladığınız kendi yaklaşımınızı, kendi teşhis ve iyileştirme yönetiminizi nasıl anlatırsınız bize?
Kendimi usta olarak tanımlamıyorum; çalışmalarım, deneyimlerim oldu ve hâlâ öğrenmeye devam ediyorum. Pek çok yöntemden faydalanıyorum çalışmalarımda. Tıp eğitimimden başlayarak öğrendiklerimle birlikte, makrobiyotik şemsiyesi altında ayurveda, shiatsu, klasik masaj yöntemlerinden yararlanıyorum. Bunlara paralel olarak hastanın kendi yapması gereken egzersizler ve beslenme düzeni üzerine çalışarak bütünsel bir yöntem uygulamaya çalışıyorum. İyileşme bütünsel bir şey çünkü. Kişi beslenme düzenini, hayat şeklini değiştirdiğinde tamamlanabiliyor. Her organın duyguları var. Beslenme biçimi değişirse, yani enerji akışları düzelirse o duygularda da değişiklikler oluyor. Kızgınlık, saldırganlık karaciğer ile ilgili duygular mesela; beslenme yeniden düzenlendiğinde, o organlardaki enerji akışları düzenlendiğinde o kızgınlık ve saldırganlık hâli de değişebiliyor. Korku böbrekler ile ilgili bir duygu ağırlıklı olarak. Bir hastam vardı, birtakım şikâyetlerinin yanı sıra uçağa binmekten de korkuyordu; beslenme düzenini değiştirdik tamamen, shiatsu uyguladım bir yıl boyunca, o da bir yandan düzenli olarak egzersizlerini yaptı, şimdi uçağa da binebiliyor mesela.
Ben önce şikâyetleri ne diye soruyorum hastalarıma. Sonra şikâyetine göre ne yiyor, ne içiyor diye soruyorum, nasıl bir yaşam düzenleri var öğrenmek için sorular soruyorum, diğer organları ile ilgili şikâyetleri olup olmadığını soruyorum ve onları dinliyorum. Bankacı genç bir hanım vardı mesela, boyun tutulması şikâyetiyle gelmişti; sorular sormaya başladım, bağırsakları ile ilgili sorular sorunca öğrendim ki ciddi bir bağırsak tembelliği sıkıntısı çekiyor. Bağırsak ve boyun sinirleri arasında önemli bağlantılar var. Onun da beslenme düzenini değiştirdik, bağırsak tembelliği sorunu ile birlikte boynu da düzelmeye başladı.
Dediğim gibi tedavi bütünsel bir şey, benim yaptıklarım yeterli değil. Kişi önce beslenmesini düzeltecek, bir yandan sürekli egzersizlerini yapacak, yaşantısında bir değişiklik olacak yani. Ancak o zaman iyileşme mümkün olabiliyor.
Bütün bunları kendimde uyguladım önce ben. 50 yaşıma kadar ciddi sağlık problemlerim vardı. Kalp krizi geçirdim 1993’te. Kronik bir bronşitim vardı hep mesela, her ay ateşim çıkıyordu. Pek çok sıkıntım vardı. O zaman Betty evime gelmişti, bir bakayım dedi, ne yiyor ne içiyorsun. Sonra bana uygun bir beslenme düzeni verdi, alışık olduğum pek çok şeyi yemeyi neredeyse tamamen kestim ve yeni bir beslenme düzenine geçtim. Giderek sindirim sistemim düzeldi, eklemlerimdeki sorunlar tamamen geçti, tüm sorunlarım geçti. Ben çok disiplinliyimdir ama. Karar verdiysem tam anlamıyla ne denirse yaparım.
50 yaşından beri gençleşiyorsunuz yani…
(Gülümseyerek) 50 yaşımdan beri gençleşiyorum çok şükür, enerjim çok yerinde. Yaptığım işi çok seviyorum. Köylü kızıyım ben, tarlalarda çalıştım, çapalarla kazdım, her çeşit işi yaptım. İşim de tarlada çalışmak gibi geliyor bana, derin kazılar yapıyorum, hazineyi bulmaya çalışıyorum, hâlâ bulamadım.
Peki, son olarak tüm hazineyi bulma çalışmalarında en çok dikkat edilmesi gereken unsur sizce nedir diye sorsam?
Denge derim, her konuda denge. Her konuda aşırılıktan, abartıdan uzak durmak. İş hayatından, beslenmene, tüm yaptıklarında, tüm yaşantında denge. Egzersizler için de, meditasyonlar için de denge. Geçen gün iki hastam geldi, boyunları tutulmuş, başka rahatsızlıkları da var. Onlar da spor çılgını olmuş; yoga üstüne yüzme, onun üstüne başka egzersizler; sonuçta yine sorunlar. İş hayatında da gece yarılarına kadar çalışmalar sorunu. Hâlbuki erken yatıp sabah 5’te kalksak, aynı işi çok daha iyi yapacağımız kesin. Çok enteresan, rahmetli babamdan kaldı bu alışkanlık bana. Babam güneş doğmadan hepimizi kaldırırdı: “Kalkın ayağa, sonra yine yatın. Allah kısmetleri, rahmetini güneş doğmadan dağıtıyor,” derdi. Hatta Muhsin ağabeyimle yengemin odası koridorun sonundaydı, onları direkt uyandırmazdı da babam, odalarının önünde tahta üzerinde bıçakla tütün keserek ses yapardı, tak tak tak, uyansınlar diye.
Kendi yaşamımda dengeye dikkat ediyorum. Yoga kursu da yaptım bir süre ama sonra bıraktım. Bir yandan shiatsu masajlarımı, bir yandan tüm ev işlerimi de hiç yardım almadan kendim yapıyorum. Alışveriş, yemek, temizlik, çamaşır, ütü, baktım kendime zamanım kalmadı, yogayı bıraktım. Günde en fazla iki masaj yapıyorum artık. Yürüyüş yapıyorum, günlük işlerimi yapıyorum ve kendime zamanım kalıyor. Zaten ben iyi olmazsam, kendime iyi bakmazsam kime faydam olabilir ki?
Çok eskiden, hatırlıyorum, hastanede çalışırken, tabii ki kaygılarım vardı; ne olacak, evim yok, şuyum yok gibi, üzüntülerim ve sağlık sorunlarım falan. Ama ne zaman ki yaşam alışkanlıklarımı değiştirmeye başladım, iç organlarım iyileşmeye başladı, bütün bunlar da geçmeye başladı. Bugün mutluysan, her şey güzel. Onun için kesinlikle aklıma bir negatiflik geldiği an onu değiştirmeye çalışıyorum. Şu anın güzelse, her anın güzel oluyor.