Yaşam öykülerinin en başından başlıyoruz röportajlarımıza bildiğiniz gibi. Size de aynı merakla ilk çocukluk yıllarınızdan üniversite seçiminize kadarki öykünüzü sormak istiyorum…
Nikolai Gogol 1809’da ‘en eksi 139’ yaşındayken doğmuş. O da Karadenizliydi. Denizdaşız. O beni hiç tanımadı, ben onu on beş yaşında tanıdım. O Karadeniz’den Petersburg’a, ben Kars’a gittim on iki yaşındayken. Onun Petersburg yolculuğundaki yaşını bilmiyorum. Unutmadan söyleyeyim, Kars’ta Puşkin’le karşılaştım: ‘Erzurum Yolculuğu’nun okunuşu.
Kız kardeşi olan yaşıtlarımı kıskanırdım. Biz dört erkek kardeştik. Okulumuz, köyün en güzel yerinde, babalarımız gurbette olduğu için annelerimizin sırtında taşıdığı taşlarla, imece usulü yapılmıştı. Anneme ve diğer annelere olan okul borcumu halen ödemiş değilim.
Soruda bir gariplik var; “çocukluk yıllarınızdan…” diyorsunuz; benim çocukluğum devam ediyor. Ve çocuklar için çok üzülüyorum. Onlar için güzel bir dünya oluşturamadık.
Doğduğum yerden uzak diyarlara ne aradığımı bilmeden gittim. 18 yaşında Türkiye’nin her bölgesine gittim. Trakya hariç… Yeni yerler, yeni arkadaşlar, yeni sınıflar. Ve Urfa Akçakale, sınırda bir köy… Öğretmen. Türkçe bilen öğrenci yok. Arapçayı orada öğrendim. Antalya Aksu Öğretmen Okulu birincilikle bitti. Liseyi dışarıdan bitirme sınavları; ver elini İstanbul. Dünyaya ilgi, onu değiştirme ilgisi, evrenselleşmiş ilgi, 800 yıl önce Katalonya’da olana ilgi, 600 yıl önce Osmanlı’da, 1917’dekine ilgi, Küba, Vietnam. “Bir şeyi söylemenin en iyi biçimi onu yapmaktır.” Jose Marti düşüncesi.
Çocuk deyip geçmeyin; Fidel 13 yaşındayken babasının yanında çalışan işçileri grev yapmak için dolduruşa getirmiş.
Çocuk deyip geçmeyin.
“Soğuk, düzgün, anlamlı, taş, oyunsuz,
Dev okuldan mini mini çocuklar kaçmış.”
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Tam da burada eşinizle nasıl tanıştınız diye sorsam…
4 torunumun ninesi, oğlumla kızımın annesi ile bir araya gelişimiz karşılıklı riske girme olasılığının yüksek olduğu zamana ve yaşa rastlamıştı. Aile içinde de… Ağabeylerimden birinden önce evlendim. Galiba orman yeşerince evlenmiştik.
Ben mi onu kaçırdım, o mu beni kaçırdı anımsamıyorum. Ama zaman ilerledikçe kaçırıldığım düşüncesi ağır basmakta. Sanırım erkeklerin çoğunda da bu böyledir. Açıklamazlar.
İnşaat mühendisi olduğunuzu biliyor olsam da emek verdiğiniz alanlar, işleriniz hakkında hiç bilgi yok. Nasıl gelişti mesleki tercihiniz, yürüyüşünüz?
Yıldız Teknik Üniversitesi’ni ve inşaat mühendisliğini özel olarak bir seçme nedeni yok. İstanbul’da aslında daha önemli işlere devam edecektim. Ankara’da ailece yap-sat konut sektöründe uğraşımız vardı. Öğrenim sürecinde yapı üretimini geçmişinden günümüze öğrenmekle genel olarak dünyamıza, özel olarak çevremize bakışımız değişti. Bir heykeltıraşın taşa bakışıyla, bir heykel severin bakışı farklıdır.
Bağımsız çalışmayı tercih ettim. Konut, su getirme, kanalizasyon, ısıtma merkezi, tamir bakım atölyeleri, proje üretimi… Mola verilen zamanlar da oluyor. Şimdi bir yabancı ülkedeki oğlum, gelinim ve torunlarımın ülkeye dönmesi için gerekli altyapıyı oluşturmaya çalışıyorum. Fakat ülkedeki eğitim ve öğretim uygulamaları frene basmama sebep oluyor, umarım fren tutmaz.
Ülkemizde bilimin ve teknolojinin arşivi var, fakat uygulama yetkisini elinde bulunduranlar birikimlerimizi doğayı harap edecek yönlerde uyguluyorlar. Hangi meslek olursa olsun, etik değerlere önem vermeme uygulamaları bizde de egemen. Farkına varanlar acılar içindeler.
Anlatınca aklıma geldi: 1967 yılının 21 Ekim gecesi Pentagon’un önünde toplanan dünyanın dört yanından gelmiş gençler, bir tür protesto gösterisi düzenlemişler ve diğer gezegenlerden yardım istemek için bir manifesto yazmışlardı.
“…Spektrumun tüm renklerinden biz insanlar bugün burada toplandık. Bizim gezegenimiz dünya, bitkileriyle, hayvanlarıyla, insanlarıyla, bebekleriyle yok oluyor. Bedenler, ruhlar yok oluyor. Bedensel ve tinsel acımız büyük. Zamanlara ve mekânlara hükmeden, adlarını bildiğimiz ve bilmediğimiz milyarca yıldız sistemi ve yıldızdaki kozmik güçler; bize yardım edin.”
Çok değerli şairlerle olan yakın arkadaşlık, dostluk öykülerinizden bazılarını, size F. H. Dağlarca’nın ‘Çocuk ve Allah’ kitabının baskısını sorduğum zamandan hatırlıyorum. Ne zaman, nasıl sevdalandınız şiirlere, şairlere diye sormak istiyorum önce; sonra da bizlerle olabildiğince detaylı paylaşmanızı rica ediyorum bu değerli anılarınızı…
Babam İstanbul’da gurbette iken inşaat ustasıydı, çocukluğumda dinlemiştim. Kuzguncuk’ta Nazım Hikmet’in ikamet ettiği yalının havuzunu yapmıştı. Münevver Hanım’ın biz okuyalım diye verdiği kitaplar, misafirliğe gittiğimde polislerin takibi, dönerken uyuyan polisleri uyandırıp gelin dönüyorum deyişim. Kuzguncuk, Kadıköy, Beyoğlu, Asmalı Mescit. Belli oturma yerlerinde rastlaşmalar. Rahatsız etme endişesi. Yalnız şairler değil, ressamlar, tiyatro oyuncuları; Sabahattin Kudret Aksal’la Sait Faik Abasıyanık’ın heykeli için Adapazarı’na trenle yolculuk.
Burgaz Ada.
Kuzguncuk’ta İsmet Baba’da Can Yücel ile oturmak, sonra onu evine bırakmak, konuğu olmak.
Dağlarca’nın etrafında fır dönmek, fark ettirip kendini çağırtmak…
“Senin şiir yazmadığını öğrendim, onun için çağırdım. Neden yalnız içiyorum biliyor musun? Karşında biri olunca rakı şişesi yalnız kalıyor; onu yalnız bırakmamak için.”
Ankara Siyasal Bilgilerden kel bir arkadaşım vardı, Dağlarca’nın oturduğu kahveye birlikte giderdik. Bir kere Dağlarca’ya “Bizim kel arkadaş geldi mi?” diye sordum. O, “Kel demeyeceksin, bir zamanlar saçı olan arkadaş diyeceksin,” dedi.
Kadıköy’den sonra Bostancı’ya taşınan bir meyhanede Perşembe akşamlarını birlikte geçirdiğimiz, trajik bir erken ölümle giden Cemal Süreya.
Soru özel olarak şairlere odaklanmış gibi olsa da, mühendislik öğrenimim sırasında Oğuz Atay, o zamanki adıyla topografi dersimizin hocasıydı. ‘Günlükleri’ o dönemin belgeseli gibidir. Mebusan Yokuşu’nda bir proje ofisimiz vardı. MSÜ’den Taksim’e yaya çıkan veya inenlerin çay molası verdikleri bir yerdi.
Bir gün Dağlarca’ya: “Nazım Hikmet, Orhan Veli ve senin yüzünden şiir yazamadım. Sait Faik Abasıyanık, Sabahattin Ali, Orhan Kemal yüzünden nesire başlayamadım. Resim dersen, pek çok suçlu ressam var. Fakat ben de öldükten sonra yaşamak istiyorum, bir şiirinde beni de konu eder misin?” dedim.
“Seninle fotoğraf bile çektirmem,” dedi gülerek.
Yüz yüze, yüzde yüz aktarılabilen felsefi, sanatsal ilişkiler ağının içeriklerinin anlatılabilmesi olanaklı değil. O nedenle bu anlattıklarım bir binanın yalnız bir cephesini görüntüleyebilecektir.
Son olarak Anadolu Aydınlanma Vakfı ile nasıl tanıştığınızı, vakfın amacı ve yıllardır katıldığınız faaliyetleri hakkındaki görüşlerinizi sormak isterim…
Anadolu Aydınlanma Vakfı’yla tanışmama neden olan şey tembelliğimdir. Caddebostan’da oturuyorum. 20. yüzyılın son yılında eski Caddebostan Kültür Merkezi’nde yapılan toplantılara rastlantı sonucu müdahil oldum; o zamandan beri de devam ediyorum.
Kendime göre bir kitap eleğim var. Onun üstünde kalanları okurum. Bir de ihmalden, ilgiden yoksun olanlar var. Vakıfta bir kişi çıkıyor, okuduklarını yorumlu anlatıyor. Genelde, misafir edilen konuklar dışında yük birkaç kişi üzerinde. Benim gibi tembeller çoğunlukta görünüyor; görevlerimiz gelmek ve dinlemek.
Anadolu Aydınlanma Vakfı birbirine şah çekmeyen atların, vezirlerin, fillerin, kalelerin teminat altında olduğu bir ortam. Her toplantıda aynı porsiyonda aydınlık olmayabilir. İyi ki de öyle, yoksa her limana göz kırpan gemilere döneriz.
“Gideceği yeri arayan bir mektuptur,” diyor Dağlarca “Okunacağı yeri bulamayan”,
Sait Faik Abasıyanık için.
Okunacağı yeri bulan bütün mektuplara başarılar; bu kargaşa ortamında özveride bulunan, okunmak için gelen mektupları okuyan insanlara teşekkürler.
“Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir;
Sevmeninkini yalnızlık…
Her günümüz bayram olsun,” der Can Yücel.
Bayramlarınızı Can Yücel’le kutluyorum; hoşça kalın.