Röportajımıza yüksek öğreniminiz için Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel bölümünü tercih etmenizin nedenlerini, o yıllara kadar ve o yıllarda müzikle nasıl bir ilişki içinde olduğunuzu sorarak başlamak istiyorum…

Sevgili Deniz, öncelikle bu güzel röportaj için Anadolu Aydınlanma Vakfı’na ve sana teşekkür ediyorum. Ben bildiğin gibi sanatçı bir aileden geliyorum. Dedem Refik Ergin Bey ressam ve hattattı. Büyükbabam ise asker ressamlardan Albay Mehmet Ali Bey idi. Üsküdar’daki müstakil kâgir evimizin duvarları dedemin resimleriyle doluydu. Büyükbabamın evimizin üst katındaki geniş koridorun duvarına yapmış olduğu atların resmi zaman içinde solmuştu. Çocukluğumdaki en büyük zevkim arap sabunlu suyla resmi silerek parlatmak ve o tekrar solana kadar hayranlıkla karşısına geçip seyretmek olurdu. Evimizin alt katında caddeye bakan müzik aletleri yapım ve onarım dükkânımız, arkasında da bahçeye açılan geniş bir atölye vardı. O dönemin âdetleri gereği bizim evde de çocukların sokağa çıkması ve oynaması ayıptı. Aile dostlarının çocukları dışında bir arkadaşım yoktu. Dolayısıyla boş vakitlerimde zaman zaman bahçeye çıkar, ama genellikle babamın atölyesinde ve dükkânda oyalanırdım. Babam yokken bütün müzik aletlerini kurcalar, çalmaya çalışırdım. Atölyede de babamın ahşap takım dolabının kapaklarını büyükbabamın resimleri süslüyordu. Gidip gelip onları da silerdim. Sonradan büyüdüğümde onları babamdan rica edip söktüm ve çerçevelere koydum.

Dükkân çok feyizli bir yerdi. Yesari Asım Arsoy, Kemal Batanay, Şekip Ayhan Özışık gibi devrin tanınmış musiki üstatları nerdeyse her hafta sonu gelirler, musikiden tasavvufa kadar sohbetler yapılır, fasıllar icra edilirdi. Babam Teoman Usta, saraylara ud yapan meşhur Manol Usta’nın 4. evre talebesiydi. Mükemmel derecede ud, keman ve çello çalardı. Ama o zamanlar müzisyenlik meslek olarak görülmediğinden Üsküdar Adliyesi’nde başkâtip olarak memuriyet yapıyordu. Adliyeden çıkınca dükkâna gelir, orada çalışmaya devam ederdi. Evimizin 500 metre ötesinde de annemin babası Refik dedem otururdu. Refik dedem hayatta olduğu için gül bahçeli iki katlı ahşap evi resimle olan bağlantımı sağlıyordu. Bir de çocukluğumuzda sadece ahşap oyuncaklar vardı. Babam dükkânda satmak için zaman zaman uçurtma ve bu ahşap oyuncaklardan yapardı, ben de onları boyardım. Sonra kamışlar gelirdi, onları soyup temizleyerek balık oltası yapardık. Bir de babam iyi kuş kafesi yapardı. Ama o yıllarda kafese koyacak tel satılmazdı. Eski bisiklet lastiklerini toplar, bahçede yakarak içinden çıkan telleri temizleyip kafeste kullanılacak hale getirirdik. Tabii bunlar çoğunlukla benim işimdi.

Ortaokuldan sonra sanat okulu teknik resim bölümünü okudum, sonra Ankara Yüksek Teknik Öğretmen Okulu Makine Bölümü’ne gittim. Siyasal çalkantıların yoğun olduğu o yıllarda okulu bitiremeden geri döndüm ve makine konstrüktörü olarak çalışmaya başladım. Daha sonraları kendi firmamı kurdum. 300 kilodan 120 tona kadar vinç yaptım. Bir gün iflâs ettim. İşimi çok iyi yaptığım halde hep kendimi yabancı hissettiğim bu ortamdan Akademi’ye girerek kurtuldum. İflâsım da buna yardımcı olmuştu. Akademi’ye girdiğimde 30 yaşındaydım ve girdiğim bütün bölümleri kazandım. Resme yabancı olmadığım için heykeli tercih ettim. Zira elimizdeki her enstrüman da birer heykeldi zaten. Üç boyutlu çalışmaya hazırdım. Ayrıca dayılarımdan biri kanun yapımcısı iken, diğeri İstanbul’un en eski ve prestijli ahşap oyma ustasıydı. Onun atölyesinden de istifade edebilirdim. Ve hayatımda yeni bir dönem başladı. Amacım hayatımın bu ikinci evresinde heykeli meslek olarak seçip müziğe amatörce devam etmekti. Buradan da okul birincisi olarak mezun oldum. Başarıma rağmen heykel bölümünün bana karşı ilgisiz davranmasına üzülmüştüm. Kırgınlığımdan, ödülümü almaya bile gitmedim. Zira hayalim o çok sevdiğim okulda kalmaktı. Ama en büyük sevincim heykeltıraş Önder Büyükerman’la tanışmış olmamdı. Ustanın bana heykel sanatı üzerindeki emeği ilerleyen yıllarda gelişen dostluğumuzla hayatın tüm alanlarını kapsar olmuştu. Böylece, okul birinciliğimden dolayı M.S.Ü.’de imtihansız yüksek lisans yapma hakkımı kullanmadım. Yüksek lisans ile doktoramı İ.T.Ü.’de tamamladım. Öğrenciliğim boyunca klasik gitar imalatı yaparak ve müzik dersleri vererek geçindim. Akademi biter bitmez heykeltıraş arkadaşım Emine Hanımla evlendim. Celil Refik adında bir oğlumuz oldu.

Tam da müzikle ilişkinizin nasıl başladığını, profesyonelliğe geçiş öykünüzü, yol boyunca size emek veren hocalarınızı sormak üzereydim…

Müziğe gelince, babam müzisyen olmama karşı olduğu için, hep o olmadığı zamanlarda çalgıları öğrenmeye çalıştım. Babam ben 2 yaşındayken bana bir çocuk kemanı yapmış, çok da özenmiş. Ben de alır almaz kırmışım. Belki de babamın beni müziğe yöneltmemesi bundan kaynaklanıyor olabilirdi. Ama bir de şu var ki o zamanlar meslek denince herkes doktor ya da mühendis olmalıydı.

Sanat okulunda orkestra kurdum. Niyetim liseler arası müzik yarışmasına katılmaktı. Hiçbirimizin enstrümanı bize ait değildi. Oradan buradan bulduğumuz çalgılarla hazırlandık. Ama okul idaresi bizi yarışmaya yollamadı. İlk maaşımla yaptığım ilk iş, takside girip Yüksek Kaldırım’dan Framus marka yarım kasa bir elektrik gitarla amfi almak olmuştu. Hatta kefil olarak babamı göstermiştim. Zira herkes onu tanırdı. Adam adliyeye gitmiş, doğrulatmak için, babam da sorulmadan kefil edildiği için bana kızmıştı. Sorsam kefil olmazdı zaten. Akşam eve gelince zılgıtı yedik tabii. Sonra ben bulduğum her yerde geceleri gitar çalarak taksitlerimi ödedim. Taksitler bittiğinde hatırı sayılır aranan bir gitarcı olmuştum.

Askerden dönünce ilk işim gitarla amfiyi satıp Eminönü’nden bir dual pikap almak oldu. Ve Karaköy’deki tek klasik müzik plakçısından klasik Batı müziği plakları toplayıp dinlemeye başladım. Bir yandan da Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne ve Göztepe’deki Cahit Gözkan hocanın köşkünde meşklere devam ettim. O yıllarda çok sevdiğim için her pazar sabahı Büyükada’da, Aya Yorgi Manastırı’na ayin dinlemeye giderdim. O zamanlar Büyükada’da bir eskiciden gitar aldım. Gitar vaktiyle adada yaşamış Rum gitar yapımcısı Mavrusi’ye aitti. Kırık ve parça parça idi. Hatta bir naylon poşete koyarak eve getirmiştim gitarı. Büyük bir sabırla tamir ettim ve onu çaldım. Çok çalıştım. 2 yılda 5 klasik gitar metodu bitirdim. İstanbul’a tek tük gelen gitar resitallerinin hiçbirini kaçırmıyordum. Yaklaşık 3 yıl devamlı olarak işten çıktıktan sonra her gece Zeki Onaran ustadan klasik ve modern armoni, kontrpuan dersleri aldım. Bir ara cesaretlenip işten ayrıldım. Senfoniye piyano partileri yazdım, birkaç reklam müziği, Eurovision için bir şarkıcıya orkestrasyon yaptım. Şan tiyatrosunda Muhsin Ertuğrul zamanında çocuk oyunlarında müzik yaptım. Sonra yine işe döndüm, makineciliğe yani… O aralarda Münir Nurettin Selçuk’un güzel mirası olan İstanbul Üniversitesi Belediye Konservatuarı icra heyetinde, Münir Bey zamanında kemençe çalan Mübeccel Çetin vardı. Emekli olunca yerine beni çağırdılar ve gittim, imtihan edip aldılar. Klasik kemençeyi de kendi kendime öğrenmiştim. Tabii ki icra heyetine devam edebilmek için işten yine istifa etmiştim. 2,5 yıl çalıştım. Harbiye Şehir Tiyatrosu’ndaki tüm konserlerde çaldım. Kadro gelmedi. Burayı da bıraktım.

Mevlevi Musikisi Topluluğu’nun kuruluşuna uzanan yılları bizlere biraz anlatsanız…

Neyzen Erdoğan Köroğlu’ndan Türk müziği nazariyatı ve solfej dersleri aldım. Bir de armoni hocam Zeki Onaran var, Allah her ikisine de rahmet etsin. Ama şunu söyleyebilirim: Yıllarca Türk musikisinin birçok büyük üstadı ile sahne aldım. Bunların çoğu bugün Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Onlarla çalışmış olmak elbette insana çok şey kazandırıyor. Askerden döndüğümde alkol tiryakiliğim vardı. Çok kitap okuyordum, özellikle de felsefe… Ancak uzun zaman önce inançlarımı yitirmiştim. Bir nevi ateisttim. Fakat çocukluğumdan beri babamın kütüphanesinde duran Asaf Halet Çelebi’nin çevirisi olan Mevlana’nın “Rubailer”i içimde bir yerlerde duran kadim bir dost gibiydi. O sıralar kitapçı dükkânı olan bir ud öğrencim vardı. Bir gün ona sende Mevlana’nın Mesnevi’si var mı dedim. Ertesi gün çocuk 7 cilt Tahir-ül Mevlevi’nin Mesnevi şerhini paket etmiş, getirip hediye etti. Çocuk gitsin de okumaya başlayayım diye can atıyordum. O gece her şey değişti. Ben Mesnevi’yi okumuyorum da Hz. Mevlana benimle konuşuyordu adeta. Ben soru soruyorum o cevap veriyor, bu sabaha kadar devam etti. Hatta sonraki yıllar boyunca da… O gecenin sabahı alkol tiryakiliğimden kurtulmuştum. Ve bundan sonra Hz. Mevlana’nın bütün eserlerini toplayıp okumaya başladım. Daha sonra bu eserlerde geçen referanslardaki şahsiyetlerin eserleri derken, sahaflardan çıkamaz oldum. Gece gündüz Mevlana ve büyük mutasavvıfların eserlerini okuyordum.

Bir gün şarkıcı Neco’nun kardeşi Vedat geldi. Ahmet Bican Kasapoğlu’nun postnişinliğinde bir Mevlevi grubu kurmak istiyoruz, beraber yapabilir miyiz dedi. Aklımda hiç böyle şeyler yokken şimdi de meydana çıkacak grup yapmak teklifi önüme gelmişti. Yaptık, hem de bugün hayatta olmayan birçok ustayı bir araya getirip bizim o zamanlar ibadet dediğimiz bir anlayışla… Meğer o dönem rahmetli Nezih Uzel ile Ahmet Bican dedenin arası açıkmış. Birkaç yıl sonra aşağı yukarı her grupta olduğu gibi burada da bir yozlaşma söz konusu olunca ben adamlarımı alarak buradan çekildim ve o grup da dağıldı. Sonra Nezih Uzel beni çağırtmış, gittim. Yeni kurduğu Mevlevi grubuna kemençe icracısı olarak katıldım. Yıllarca yurtiçi ve dışında sayısız sema töreni yaptık. İhsan Özgen, Recep Birgit, Bekir Sıtkı Sezgin, Rıza Rit, Kudsi ve Süleyman Ergüner kardeşler gibi birçok iyi müzisyen bu grupta yer aldı. Gerçekten ben ve birçok arkadaşım tasavvuf müziği ve Mevlevi ayinleri icrasını Nezih Uzel’in evindeki meşklerden öğrenmiştir. Nezih Bey, Ahmet Bican yerine postnişin ararken Üsküp Mevlevihanesi son şeyhi Hakkı Dedenin İstanbul Mercan’da bir halifesi olduğunu duymuş, onu bulup getirmişti. Hasan Dede dediğimiz bu zat meşklere gelir, sessiz sedasız oturur, bir şeye karışmazdı. Bir İsveç seyahatimizde Dede efendiyi yalnız otururken buldum ve birkaç soru sorayım dedim. Sohbet bir umman olmuştu. İntisab edip seyr-ü sülûk aldım. İstanbul’a döndüğümüzde baba ocağından ayrılıp ev tuttum. Bütün arkadaşlarımı çağırdım. Hasan Dede geliyor, benim evde sabahlara kadar sohbet yapılıyordu. Ev tekke gibi olmuştu adeta. Daha sonra bu toplantılar fotoğraf sanatçısı Feyyaz Yalçın’ın evinde devam etti. Bir gün Dede’ye kendi grubumuzu kuralım dedim. Yapabilir miyiz dedi, yaparız dedim. Sen semazenleri yetiştir, ben de mutrib heyetini kurayım dedim. Ve yaptık. 1986’dan 1994’e kadar yurtiçi ve dışı 500’ün üzerinde Mevlevi ayini ve tasavvuf müziği konseri gerçekleştirdik. Bu grup için 50’nin üzerinde ilâhi ve bir tane Türkçe çok sesli Mevlevi ayini besteledim. Mevlevi ayinimi ilk olarak Galata Mevlevihanesi’nde seslendirdik. Zamanı geldiğinde bu topluluğu bıraktım.

Kendi kurduğunuz Mistik Müzik Topluluğu ile yurtiçinde ve dışında yüzlerce konser verdiğinizi, kendi bestelerinizi de içeren tasavvuf müziği albümleri çıkarttığınızı, III. Selim’in Suzidilara Ayini’ni enstrümanların çoğunu çalıp yöneterek bir albüme dönüştürdüğünüzü, farklı müzik dallarında da önemli festivallerde ve albümlerde bir sanatçı olarak yer aldığınızı biliyorum. Bu birbirinden güzel çalışmalarınızdaki anılarınızdan bizlerle neler paylaşmak istersiniz?

1974 yılında bir dans topluluğu ile Avrupa turnesine gitmiştim. Polonya’da Zianogoro radyo ve televizyonunda Türk Müziği sazlarını çalarak tanıtmıştım. Dünyanın her yerinden gelen sanatçılar vardı. Radyo stüdyosunun önünde 5 dakika önce tanıştığım Yunanlı buzuki ustası ile 5 dakika sonra canlı yayında beraber buzuki ve bağlama çalıyorduk. İlk defa sanatçıların dil, din, ırk gözetmeksizin geniş bir ailenin üyeleri gibi olmalarını burada gözlemlemiştim. Tabii ki Türk Musikisi üstatlarıyla da sayısız anılarımız var. Maalesef bugün birçoğu hayatta değil. Benim için en özel anlar kemençe üstadı İhsan Özgen ile yaptığımız konser, cd çalışmaları ve turnelerdir. İhsan Bey ustalığı kadar bir o kadar da iyi dosttur. Kani Karaca ile de çok seyahatte bulunduk. Hatta Ahmet Bican Dede ile kurduğumuz Mevlevi grubuna naathan olarak getirmek için evinden aldığım günler geldi şimdi gözümün önüne. Kendi albümlerim dışında birçok sanatçının albümünde de çaldım. Ama en çok kendi projelerimi çalmaktan zevk alıyorum. Çünkü ben müziği ayırmıyorum. Dünya üzerindeki tüm müziklerin insanlık âleminin müşterek mirası olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden de konserlerimde Rönesans, Klasik Batı, Arjantin tangoları ve halk müzikleri gibi çok geniş bir yelpazede dinleyicilerin ruh dünyalarına akmayı düşünürüm.

Rebab üzerine yoğunlaşmaya başlama öykünüzü soracağım yerine geldik röportajımızın. Unutulmaya yüz tutmuş bu değerli enstrümanı emeklerinizle gün ışığına çıkarttınız. Onu, morfolojisine sadık kalarak yeni bir form olan “Refik-i Rebab”a dönüştürdünüz ve geniş kitlelere sevdirdiniz. Nasıl başladı ve nasıl devam ediyor bu sevda?

Babamın atölyesinde birçok enstrüman elimden geçmiş olmasına rağmen rebab elime hiç geçmemişti, hatta görmüş dahi değildim. Hz. Mevlana’nın eserleri ile yoğun olarak ilgilendiğim dönemde Divan-ı Kebir’de rebab adının geçtiği birçok beyite rastlıyordum. Ayrıca Hz. Mevlana ve oğlu Sultan Veled’in de rebab çaldığını biliyordum. O sıralar bilhassa tasavvufi duygularımın çok yoğun olduğu bir dönemde bir rüya gördüm. Birkaç ruhani varlık elime bir rebab verdiler ve “Bunu çal,” dediler. Ben de çaldım. Oysa ben birçok enstrüman çalıyordum ve rebabı daha evvel görmüş bile değilken çok güzel çaldım. Hemen ertesi gün gidip bir rebab aldım. Bu klasik rebab dedikleri perdesiz rebabı uzun zaman çaldım. Hatta bir dönem restore edilen Galata Mevlevihanesi’nin yeniden açılışını uzun bir resitalle Kültür Bakanlığı bana yaptırdı, ama rüyamda çalarken duyduğum ses tam olarak bu değildi. Bu sesi bulmak için önceleri birkaç yere rebab yaptırdım, olmadı. Sorun sadece seste değildi. İcra yetersizliği ve sazın iptidai donanımı, dünyayı dolaşan günümüz müzisyeni için kâfi değil, ilkeldi. Sonra yeni bir dizayn yaptım. Bu yeni rebab, konçerto bile çalınacak bir saz olmalıydı. Transpoze kabiliyeti olmalıydı. Üzerindeki organik malzemeler uzun süreli akort tutmaya kâfi değilken bu değişmeliydi. Çalgı, akordunu konser süresince muhafaza edebilmeli, yapısı ergonomik olmalıydı. Morfolojisi prototipine uzak düşmemeliydi. Ve uzun süren yapbozlar sonunda istediğim her şeyi elde ettim. Gelenekselciler bu saza karşı çıktı. Ben çalgıyı geliştirdiğime inanıyordum, onlarsa yeni bir icat olduğuna… O zaman ben de bu yeni rebaba, rebabın arkadaşı anlamına gelen “Refik-i Rebab” adını verdim. Sonra doktora tezi olarak bunu seçtim, yazdım ve ilmî olarak üniversiteye ispatladım.

Şimdi iddialarımı hayata geçirmek için her tür eseri çalmalıydım. Çalma tekniğini geliştirerek daha evvel çalınamamış ve çalınması mümkün olmayan eserleri bu sazla çalarak çeşitli radyo ve TV programları yaptım. Kendime ait iki cd yaptım. Dünyada ilk defa Tekfen Filarmoni Orkestrası eşliğinde İlyas Mirzayev’in benim için yazdığı rebab konçertosunu seslendirdim. Daha evvel ismi cismi unutulmuş, ama geçmişte Türk müziğine şöyle ya da böyle 10 asır hizmet etmiş tek yaylı çalgı benim çabalarımla tekrar hayata geçti. TRT benimle ilgili iki, Samanyolu TV bir belgesel yaptı. Bazı amatör çevreler yaptığım sazları taklit etmeye başladı. İnternette rebab için verdiğim bilgileri paylaşıp kendilerine mal edenler oldu. 1994 yılında Salacak’taki atölyemde taş heykellerimi yontarken Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu’na rebab sanatçısı olarak davet edildim. 1994’ten itibaren çaldığım diğer çalgıları bir kenara bırakıp rebab üzerinde uzmanlığımı geliştirmeye devam ettim. Bu sazı çalışırken önümde ulaşmak ya da aşmak isteyeceğim bir rakip yoktu. Kendimin rakibi hep kendim oldum. Kendimdeki bu rakip, önüme her gün icra olarak aşılması gereken yeni bir şeyler koymaya devam ediyor. Sanatın sanatçıdaki serüveni böyle bir şey işte, yaşamı anlamlı kılıyor.

Röportajımızı Anadolu Aydınlanma Vakfımız hakkındaki görüşlerinizle tamamlayalım diliyorum. Yurtiçinde ve yurtdışında sanatsal ve düşünsel alanlarda faaliyet gösteren pek çok kurumla ilişki içinde olan bir sanatçı olarak, vakfımızın çalışmalarının sizdeki özgün sedası, yankısı nedir acaba?

Vakfın büyük bir tevazu içinde yaptığı güzel hizmetleri var. Bunların dışında en görüneni kültürel ve ruhsal bakımdan aydınlanmaya yönelik toplantıları. Bu toplantılarda, farklı görüş, inanç, fikir, bilgi ve birikime sahip değişik meslek gruplarından insanlar bir araya geliyor. Konuşmacıyı büyük bir edeple dinliyorlar. Kendilerine söz ya da sual hakkı verildiğinde konuşuyorlar ve bunu son derece saygı çerçevesinde yapıyorlar. Kitaplardan okuduğumuz demokratik ortam bu irfan yuvasında hayata geçiyor. Uzun süredir devam eden arkadaşların gönüllerine öylesine güçlü bir sevgi ekilmiş ki günümüzde bunu dinlerin temsilcileri bile sağlayamıyor. Vakıftaki bu ilmî, kültürel sohbetleri kemal derecede insanların gönüllerine eken çok kuvvetli, gizli bir enerji var adeta. Büyük usta Metin Bobaroğlu gibi bir bilgenin Anadolu Aydınlanma Vakfı’nda hizmet etmesi de yaşayan herkes için büyük şans. Bu güzelliklerin sonsuza kadar sürmesini temenni ediyorum.

Deniz Tipigil
+ Son Yazılar