Ailenizin önceki nesilleri ve sizin için Fatih semtinin yerini ve önemini bilen biri olarak, Fatih’le ilgili ailenizin ve sizin ilk çocukluk anılarınızla başlayalım mı röportajımıza?..

Ailem aslında Sultanahmetlidir. Dedem Hikmet bin Muhittin Efendi II. Abdülhamid döneminde gümrükte çalışıyormuş. Dedemin Sultanahmet’te bir konağı varmış. Atına biner, ince altın çerçeveli gözlüklerini takar, işine öyle gidermiş. Cumhuriyet döneminde konağımızı yakmışlar. Dedem hükümete başvurarak konağın restore edilmesini istemiş. Ancak bu talebi reddedilmiş ve konak devlete geçmiş.

Ben 1947 yılında Fatih’te doğdum. İlkokula Fatih’te başladım. Çocukluğumda Edirnekapı’dan Beşiktaş’a tramvay işlerdi. Macar Kardeşler Caddesi’nin ortasında kocaman çınar ağaçları vardı. Sonraları o ağaçların hepsini kestiler ve tramvay seferleri iptal edildi. Bayram ziyaretlerinde bize gümüş 50 kuruşluk madeni paralar harçlık olarak verilirdi. Hiç unutmuyorum, bir bayram ziyareti sırasında 7 tane çil çil gümüş 50 kuruş vermişlerdi bana. Bayramlarda ziyaretçilere akide şekerleri ve lokum ikram edilirdi. Annem ve babam ayrılınca babam polis olduğu için Kanlıca’ya tayin oldu. Annem Fatih’te kaldı. Ben de o sıralarda Fatih’le Kanlıca arasında gidip geliyordum. Biz 4 kardeştik. 12 yaşındayken dünyanın anlamını düşünmeye başladım. Bende bir anlam arayışı doğmuştu. En çok dikkatimi çeken ve bana anlamsız gelen şey de insanların nesnelere verdikleri isimlerdi. “İnsanlar nesnelere neden isim veriyorlar?” diyordum kendi kendime… İçimden gelen bir ses ise “Sen hiçbir şeye karışma. Olanları sadece izle” diyordu bana… Buna da bir anlam veremiyordum.

Ekonomik sıkıntıda olduğumuz için, annem Cibali Tütün Fabrikası’nda çalışıyordu. Ben de 14 yaşındayken yaz tatili sırasında aynı fabrikada çalışmaya başladım. Sonra babam polis olduğu için Kahramanmaraş’a tayin olduk. İlkokulu Maraş’ta bitirdim. Sonra ortaokulu Maraş’ın kazası olan Elbistan’da tamamladım. Ardından İstanbul’a Fatih’e annemin yanına geri döndüm.

Sevgili Metin Bobaroğlu ile dostluğunuzun lise yıllarınıza dayandığını sizlerden daha önce dinlediğim güzel öykülerden biliyorum. Tam da bu noktada tanışmanızdan, birlikte kurduğunuz grupla yaptığınız çalışmalara ve performanslara, katıldığınız danslara kadar, o yıllarda yaşadıklarınızı özetle de olsa paylaşmanızı rica etsem.

Metin’cim ile 17-18 yaşlarında tanıştık. Pertevniyal Lisesi’ne başlamıştım. Metin de Pertevniyal’de okuyordu. Saçlarımız o devrin stiline göre çok uzundu. Fransız şarkıcısı Antuan gömlekleri giyerdik, renkli renkli, yakaları da çok uzundu. Pantolonlarımızın paçaları o kadar boldu ki biz dönmeden köşeyi, onlar dönerdi. Yani deyim yerindeyse “Yakalar Karşıyaka, paçalar İspanyol paça”… O zamanlar renkli ve çiçekli erkek gömlekleri giymek ayıptı. Hatta uzun saçlıları jandarmalar yolda yakalayıp saçlarını keserdi. Ayakkabılarımız ise o devrin en ünlü müzik grubu olan Beatles üyelerinin giydiği ayakkabılardı. Sokaklarda dans edip şarkı söylerdik. Muziplik olsun diye Fatih Millet Kütüphanesi önünde “The Keriz Beatles Orkestrası”nı da kurduk. Dört kişiydik. Orkestra elemanları ben, Metin, Suat ve Halim idi. Kütüphanenin önünde şarkı söylediğimiz için gelen geçenler bize deli gözüyle bakıyorlardı. Repertuarımızın en gözde parçası “She loves you, yeah, yeah, yeah” şarkısıydı.  Metin o zamanlar çok zayıftı. Ben ona derdim ki: “Aman Metin’cim. Fırtınalı havalarda beline bir tane parke taşı bağla, havalara uçma.” O da gülerdi.

Metin çok güzel dans ederdi. Ve Türkiye’nin ilk kız orkestrasını kurdu. Bunlar Fatih Kız Lisesi’nde okuyan kızlarla öğrencilerden oluşmaktaydı. Bu orkestrayı konserlere yollardı; yani bir tür menajerdi. “49 Dok” adını verdiği bir dans türü icat etti. Bizler, 40-50 kişi, Ataköy Deniz Kulübü’nde bu dansı icra ederdik. Aynı zamanda disk-jokeylik de yapardı.

O zamanlar grup dansları çok modaydı. Bir gün dans çalışması yapmak için Metinlerin, kütüphanenin tam karşısındaki ara sokakta bulunan üç katlı ahşap evlerine gittik. İkinci kattaki odada çalışma yaparken odanın ahşap tabanı çöktü. Biz de Ahmet Abi’nin (Metin’in Babası) gazabına uğramamak için çöken kısmı kilimle örterek evden son sürat kaçtık. Bu olaydan sonra Metin’in akıbetini bilemiyorum.

Geldik müzikal yolculuğunuza dair hazine sandığınızda sakladıklarınızı ortaya çıkaracağımız bölüme. Üniversitede iken, Basın, Yayın ve Halkla İlişkiler Fakültesi’nde öğretim gördüğünüz yıllardan itibaren müzikle profesyonel olarak ilgilenmeye başladınız ve bu ilgi çok özel bir müzik kariyerine dönüştü. Ana dilinizin yanı sıra Fransızca, İspanyolca ve İngilizce dillerinde icra ettiğiniz şarkılar, solo olarak ve diğer sanatçılarla birlikte sahne aldığınız mekânlar, kulüpler, kısaca müzik yolculuğunuzu olabildiğince detaylı dinlemeyi diliyorum sizden…

Müzik hayatıma Belçikalı şarkıcı Adamo’nun “Tombe la neige”  şarkısını söyleyerek başladım. O zamanlar Long Play’ler vardı; taş plaklar yani. Şarkıyı birebir söylüyordum. Adamo’yu çok iyi taklit ediyordum. Ama aynı zamanda çok utangaç ve mahcup bir çocuktum. Birisi bana bir şey söylediği zaman yüzüm kızarırdı.

O zamanlar, yani 1969 ile 1971 yılları arasında, Amerika’dan gelen Nejat ve arkadaşları Mavi Işıklar Orkestrası’yla beraber konserlere çıkmaya başladık.  Daha sonraları orkestranın adı değişti. “3 Hürel” oldu. Turgut Özgüney ve 3 Hürel olarak konserlere devam ettik. Cem Karaca ve Moğollar orkestrasıyla Anadolu turnelerine çıkmaya başladık. Ben, Feridun, Haldun ve Onur kardeşlerle birlikte “Oğuzlar Orkestrası”nı kurduk ve konserlere çıkmaya başladık. Solistleri bendim.

Bu arada bizim orkestranın bateristi Haldun ile o zamanın Müzisyenler Sendikası Başkanı olan Şerif Yüzbaşıoğlu, beni Ataköy Çınar Otel’de piyano eşliğinde dinledikten sonra, İlhan Abi’ye telefon açtı. İlhan Abi o gece benim Kulüp 12’ye gelmemi isteyip o gece işe başlamamı söyledi. Ben de o gece Kulüp 12’ye giderek şova çıkmaya başladım. Böylece İlhan Feyman Caz Orkestrası’nın solisti oldum.  Fransızca şarkılar söylüyordum. Kulübe gelen turistler beni çok beğeniyorlardı. Sonraları Neco da orkestraya dahil oldu. O da İngilizce şarkılar söylemeye başladı. Neco, Tom Jones’un şarkılarını söylüyordu. İlhan Abi trompet çalıyordu. Sahneye çıkmadan önce içki içerdi. Bana dedi ki: “Turgut, sen içki içmiyor musun? Gece hayatında içki içmek şarttır. Kendine bir içki seç.” Ben içki içmiyordum. O da “Olsun, rahatlarsın. Daha iyi şarkı söylersin,” dedi. Barı göstererek “Bir tane içki seç,” dedi. Ben de bara bakarak ne içeceğime karar vermek için içkilerin renklerine bakmaya başladım. Nane likörünün rengi hoşuma gittiği için “Nane likörü içeceğim,” dedim. Herkes bana kahkahalarla güldü.  İlhan Abi tekrardan bana dedi ki: “Oğlum, nane likörü içki mi? Doğru düzgün bir içki seç kendine.” Ben de “İlhan Abi, ne yapayım, rengi hoşuma gitti, ben onu içeceğim,” dedim. O zaman barmene dönerek bir küçük nane likörü getirmesini söyledi.  Ben de sırf içki içmiş olmak için nane likörünü içmeye başladım.  Sonra İlhan Feyman Ankara Kızılay Meydanı yakınlarında Feyman Kulübü açtı. Benim de solist olarak Ankara’ya gelmemi istedi. Ama ben İstanbul’u bırakamayacağımı söyledim.  Böylece İlhan Feyman Orkestrası Ankara’ya gitti, ben de Kulüp 12’de şova çıkmaya devam ettim.

1973 yılında Beyoğlu Mis Sokak’ta bulunan Kulüp Reşat’ta da şova çıkmaya başladım. Benimle birlikte İskender Doğan da şova çıkıyordu. İskender, 1976 yılında “Kan ve Gül” adlı şarkısıyla meşhur oldu.

O yıllarda Irak Kralı, Ortaköy Şifa Yurdu’nda tedavi görüyordu. Ortaköy Şifa Yurdu günümüzdeki Alarko Holding binasıdır. Kralın doktoru her Cuma gecesi eşiyle birlikte Kulüp 12’ye gelip beni dinliyorlar ve masalarına davet ederek bana şampanya açıyorlardı. Kralın doktoru ve eşi, o zamanlar çok meşhur olan Fransız şarkıcı Dario Moreno’nun “Hatırlar Hayal Oldu” şarkısını güzel söylediğim için, yalnız bu şarkıyı dinlemek için Kulüp 12’ye geliyorlardı. Kulübün patronu Ertuğrul Kahraman, bu nedenle, Cuma akşamları benim Kulüp 12’yi terk etmememi ve hiçbir yere gitmememi istiyordu.

Hiç unutamadığım anılarımdan birisi de Selçuk Alagöz ve Rana Alagöz orkestrasıyla Bursa’nın Mustafa Kemal Paşa ilçesinde başıma gelen bir olaydır. Selçuk Alagöz ve Rana Alagöz Orkestrası, 3 Hürel Orkestrası ve ben, minibüsle Mustafa Kemal Paşa ilçesine gittik. Selçuk Abi bir motosiklet kiraladı ve beni motosikletiyle bir gezintiye çıkarmak istedi. Ben motorun arkasına bindim. Geziyi yaparken bir kaza sonucu tahıl tarlasına yuvarlandık. Pantolonum dizimden itibaren yırtıldı. Konsere bir saat vardı. Biz konser salonuna döndük. Rana Alagöz nişanlısıyla birlikte minibüsle gezintiye çıktığı için sahne kıyafetlerimiz de minibüste olduğundan, yırtık pantolonla sahneye çıkmak zorunda kaldım. Sol elimle mikrofonu tutmaya çalışırken, sağ elimle de yırtığın üstünü kapamaya çalışıyordum. Sahnenin önündeki genç kızlar bana gülmeye başladılar. Ben de onların bu gülmeleri karşısında elimi dizimden çektim. Yırtık pantolonla şarkı söylemeye devam ettim. Konserden sonra imza istemeye gelen kızlar, bana niçin yırtık pantolonla sahneye çıktığımı sordular. Ben de başımıza gelen olayı anlattım. Bu da unutamadığım bir anıdır.

Müzik çalışmalarınızın ardından gazetecilik mesleğinizi de bir süre icra ettiniz ve daha sonra işleriniz nedeniyle uzun yıllar Almanya’da yaşadınız. Yanlış hatırlamıyorsam 2003 yılındaki dönüşünüzden bu yana tamamen felsefe çalışmalarınıza yoğunlaştınız. Antik Yunan, Gnostisizm ve Paganizm dönemine olan özel ilgi ve yakınlığınızı, titiz anlayışınızı bizlerle paylaştığınız birbirinden etkileyici sunumlarınızla yıllar içerisinde takip edebildik, bazı çalışmalarınıza basılı olarak da ulaşabildik. Sizi özellikle o döneme çeken sebepler neler acaba?

Ben kendimi bildim bileli antik dönemlere ve mitolojiye karşı ilgi duyuyordum. Yaptığım seyahatlerde antik eserlere daima elimle dokunur ve hayranlık duyardım. Sonra da kendi kendime “Eserlerin kalıntıları burada ama o insanların ruhları nereye gitti?” diye sorardım. Bunları yolda yürüyerek düşünürken, beynim bir zevk hormonu salgılar ve sarhoş olurdum. İçmeden sarhoş oluyordum. Bu durum çok hoşuma gidiyordu, ama anlam veremiyordum. Daha sonraları Sevgili Emre ile tanışınca bu hâlin anlamını kavradım.

Bizlerle daha önce paylaştığınız “Pythagoras”, “Plotinus” ve “Ruhsal Cazibeli Aşk” adlı baskılı çalışmalarınızdan yükselerek röportajımızı taze haberlerle tamamlamak istiyorum. Son zamanlarda hangi isimler, hangi eserler üzerine çalışıyorsunuz?

Şu anda yaptığım çalışmaların birincisi, kendisini bugüne kadar hiç tanımadığım ve sadece ismini duyduğum Dostoyevski’nin hayatı ve eserleri; ikinci olarak Balzac’ın Gizli Başyapıt adlı eseri ve son olarak Nietzsche’nin Ecce Homo ve Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eserleri üzerine. Bu çalışmaları vakıftaki dostlarımla paylaşmak istiyorum.

Deniz Tipigil
+ Son Yazılar