İnsan haklarının temelinde “saygı” kavramının yattığı söylenebilir. İnsan, varolduğu için, yani, kültürü, etnisitesi, ahlakı, ırkı, eğitim düzeyi, biyolojik yapısı gibi niteliklerden bağımsız olarak, sadece varolduğu için özünde bir saygıyı hakeder. Bunun sebebinin, insan varoluşunun, düşünebilme, hayal kurabilme, içgörü gibi yüksek becerileri potansiyel olarak barındırması olduğu söylenebilir. Dünyada yaşayan başka hiçbir varlık, insan varlığı kadar üst düzeyde yetilerle donatılmamıştır. Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nde sözü edilen tutum ve davranışlar da, insana ancak böyle temel bir saygının duyulduğu ortamlarda yeşerebilir. Peki eğer bir ortamda, insan, hakettiği saygıyı göremiyorsa o ortamda nelerle karşılaşırız? Saygının olmadığı ortamlarda saygının yerini ne alır? Böyle ortamlarda saygının yerini alan şeylerin, nefret söylemleri, ayrımcılık, dışlama, damgalama, gayri-insanileştirme gibi tutum ve davranışlar olduğu söylenebilir. Bu noktada, günümüzde pek sık duymadığımız “gayri-insanileştirme” terimini biraz açmak gerekebilir. Gayri-insanileştirme, kişinin, kendi grubunun haricinde olan bir dış-grup üyesini, insan türünün dışında ya da daha az insani özellik taşıyan bir yaratık (böcek, canavar vb.) ya da nesne olarak görerek, onu değersizleştirmesi olarak tanımlanabilir.(1,2) Tarihe baktığımızda bir insan grubunun başka bir grubunu, insan dışı bir tür olarak görerek onlara, “böcek” , “sabun” , “maymun” vb. isimlerle adlandırmalarının örnekleriyle sıkça karşılaşırız. İnsan varoluşuna yönelik temel bir saygının olduğu ortamlarda bu türde şiddet içerikli tutum ve davranışların görülmesi beklenmez.
Burada şu soru sorulmaya değer: Bir kişinin ya da toplumun, insan varlığını ne kadar saygıdeğer bulduğunu ve dolayısıyla yukarıda bahsedilen şiddet türlerine (ayrımcılık, gayri-insanileştirme, ötekileştirme vb.) ne kadar yatkın olduğunu nasıl anlayabiliriz? Bireyi ele aldığımızda bunun bir yolu, o kişinin, diline, yani cümle örgüsüne, gramerine, seçtiği kelimelere bakmaktır. O kişinin anlam dünyasını dili üzerinden analiz edebilir ve şiddete olan meylini kestirebiliriz. Peki toplumun bu konudaki bilinç düzeyinin ne olduğunu nasıl anlayabiliriz? Bunun kuşkusuz pek çok yolu vardır ama bir toplumun sahip olduğu bilinç düzeyinin yapısını anlayabilmenin bir yolu da o toplumdaki söylemleri incelemektir. Toplumda öne çıkan söylemlerin neler olduğunu görebilmek için bakabileceğimiz yerlerden biri ise o toplumun atasözleridir. Atasözü, Orhan Hançerlioğlu’nun felsefe ansiklopedisinde “atalarca söylendiği varsayılan bilgece sözler. Halkın ortak bilgeliğinin ürünü” olarak tanımlanır. Atasözlerinin, kültürün taşıyıcısı olduğu ve toplumun çoğunluğu tarafından benimsendiği varsayılır. Bir toplumun atasözlerinde, o toplumun değer yargılarına, anlayışına, kültürüne dair düşünce kodlarına rastlarız ve dolayısıyla bir toplumun insan haklarına uyumda hangi noktada olduğunu anlayabilmek için o toplumun atasözlerine bakmak da bize bir fikir verebilir. İşe hangi atasözlerine bakarak başlayabiliriz?
İnsanlar arasında doğuştan görülen en temel farklılık, biyolojik cinsiyet farklılığıdır. Buradan hareketle insana saygı duymanın, öncelikle bu en temel farklılığa sahip insanlara aynı oranda saygı duyabilmekle başladığı söylenebilir. Oysa gerçek hayatta sıkça karşılaştığımız olgulardan biri cinsiyet ayrımcılığıdır. Cinsiyet ayrımcılığı, bir cinsiyetin diğerinden aşağı görüldüğü ve bir cinsiyetin sadece taşıdığı cinsiyet özellikleri sebebiyle haklarından mahrum edilmesi olarak tanımlanabilir. Toplum olarak cinsiyet ayrımcılığında hangi noktada olduğumuzu anlayabilmek için Türk Dil Kurumu’nun web sitesinde “kadın” ve “kız” kelimelerini içeren atasözlerine dair bir tarama yapıldığında şöyle atasözlerine rastlamaktayız: “Kadının yüzünün karası, erkeğin elinin kınası”, “Tarlayı düz al, kadını kız al”, “Kadının şamdanı altın olsa mumunu dikecek erkektir”, “Kızı gönlüne bırakırsan ya davulcuya kaçar (varır) ya zurnacıya”, “Oğlan doğuran övünsün, kız doğuran dövünsün”, “On beşinde kız, ya erde gerek ya yerde”, “Kızını dövmeyen, dizini döver”. Bu atasözlerinin her biri, açıklamaya mahal bırakmayacak biçimde ayrımcılık içermektedir. Bu atasözlerinin hala sözlüklerimizde yani dilimizde var olmaları, kültür kodlarımızda kadına dair bir cinsiyet ayrımcılığının olduğunu düşündürmektedir. Bu noktada şunu sormak gerekir: Bu kültür kodlarımız değiştirilebilir mi? Eğer değiştirilebilirse bu nasıl yapılabilir? Sözel kültürü ve toplum bilincini inşa edenin dil olduğu düşünülürse, böyle bir değişimin ancak dil değişimi üzerinden yapılabileceği söylenebilir. Bu değişim sürecinde birkaç yol izlenebilir: Bir yol, bu türde ayrımcılık içeren atasözlerinin dilimizden ve bilinçlerimizden silinmesi amacıyla ders kitaplarından ve sözlüklerden kaldırılması olabilir. Bu yoldaki risk geçmiş kültürümüze ait izleri silmek olacaktır; ama, toplumsal bilincin temizlenmesini sağlayabileceği için de bir avantajdır aynı zamanda. Bir başka yol, bilinçlerde kadına dair bu atasözlerinin doğmasına vesile olan kadın algısının, yeni bir kadın algısıyla değiştirilmesidir. Bu yeni kadın algısının temelini, yazının ilk başında bahsedilen “insana sadece insan olduğu için saygı duyma” yani kısaca “saygı” değeri oluşturmalıdır. İnsan haklarıyla uyumlu olarak, ayrımcılık karşıtı bir dil ile yeniden kurulan bu kadın modelinin, toplum tarafından algılanıp bilinçlerde içselleşerek hayata geçebilmesi için de ders kitaplarında, gazete haberlerinde, edebiyat eserlerinde, filmlerde, kamu spotlarında işlenmesi gerekir. İnsan haklarından mahrum bir kadın algısı sunan haberler, ders kitabı içerikleri ve sanat eserleri varolmaya devam etse de insana hakları temel alınarak oluşturulacak yeni bir kadın modeli işlenerek güç kazandıkça saygının artacağı ve şiddetin azalacağı bir döneme olan inancımız pekişecektir.
Son söz olarak denilebilir ki, insan haklarını hayata geçirebilmek, kişinin ve toplumun dilini ve söylemini bu değerlere uygun olarak yeniden yapılandırmasıyla başlar. Hayata geçirilmeyen haklar ise beyaz bir kağıt üzerindeki noktacıklardan öte gidemeyecektir. İnsan hakları, saygı değeri üzerine kurulu bir kavramdır ve barışçıl bir dünyanın temelidir. İnsan varoluşunun fiziksel ve psikolojik olarak sağlıklı biçimde sürdürülebilmesi de buna bağlıdır.
Kaynakça:
1- Demir, N., Kadınların Diğer Kadınları Gayri-insanileştirmesi ve Yardım Etme Eğilimi: İç-Dış Grup Algısı ve Tecavüzün Etkisi, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, yayınlanmamış yükseklisans tezi, 2016.
2- Özdemir, D.Ö., Sosyal Kategorilemenin Gayri-İnsanileştirme Üzerine Olan Etkisi, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, yayınlanmamış yükseklisans tezi, 2017.
3- Çelik, E., İnsan Onurundan İnsanın Kırılganlığına: İnsan Haklarının Temelinde Yatan Kavramları Yeniden Ele Almak, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensitüsü, yayınlamamış doktora tezi, 2015.