Okuma süresi: 10.9 mintues

Bir psikolog olarak bana hak vereceğinizi düşünerek röportajımıza çocukluğunuzla başlamak istiyorum. 1982 Kastamonu doğumlusunuz. Tam da o zamanlardan yüksek öğreniminizde Psikoloji bölümünü seçmeye karar verene kadar olan yürüyüşünüzdeki köşe başlarını sorsam?

Bulgaristan göçmeni bir ailenin çocuğu olarak Türkiye’de dünyaya geldim. Çocukluğumu düşündüğümde, bende canlanan ilk sahnelerden biri Bulgaristan’a her gidişimizde ziyaret ettiğimiz Demirbaba Türbesi’nin görüntüsüdür. Hasan Demirbaba, Hünkâr Hace Bektaş Veli’nin öğrencilerinden olan Kızıldeli Sultan’ın öğrencisi olarak Bulgaristan’ın Deliorman bölgesine gelip orada bir tekke kurarak taliplerine hem güreş becerisini hem de tasavvuf geleneğini aktaran Alp Erenlerdenmiş. Ona dair anlatılan hikâyeler halen gönlümde çınlayıp durur. Bir de çocukken Nasreddin Hoca öykülerini, neredeyse elimden düşürmeden, çok severek okuduğumu hatırlıyorum. Nasreddin Hoca hikâyeleri hiçbir şey anlayamadığım için çok dikkatimi çekmişti. İçimde edebiyat sevgisini yeşerten ise Yaşar Kemal’in Üç Anadolu Efsanesi isimli kitabı olmuştur. O gün bugün edebiyata özel bir sevgim vardır. Sanatın tadını evvela edebiyat yoluyla almaya başladım. Bir de bilime çok meraklı bir çocuktum. Gazete ve dergilerin o yıllarda verdiği bilim ekleri, babamın tıp kitapları ve tıp ilmi üzerine olan sohbetler, bilime olan ilgi ve sevgimi geliştirip besledi. Çocukken “Ne olacaksın?” diye soranlara verdiğim iki yanıt vardı: “bilim kadını” ve “dedektif”. Heyecan arayışı ve keşfetme arzusuyla geçen yıllar boyunca sporun ve sanatın çeşitli dallarını zevk etmeye çalıştım.

Psikoloji disiplini üzerine öğretim ve eğitim alma tercihiniz nasıl oluştu? Özellikle de Adli Bilimler üzerine uzmanlaşma ve derinleşme kararınız? Bu alanda üniversite ve çalışma alanınız dışında katıldığınız proje çalışmalarından, Psikomitoloji gibi bilimsel çalışma grupları hakkında da bizleri biraz bilgilendirebilir misiniz?

13-14 yaşlarında ablamın kütüphanesinde, üzerinde “Ruh Sağlığı ve Psikopatoloji” yazılı kitaplar gördüm ve bende bir merak uyandı. Kitaplardan birini elime aldım ve okudum, sonra birini daha ve birini daha. Artık psikoloji üzerine okumak hobim olmuştu diyebilirim. Okuduğum şeyler ise beni dehşete düşürüyordu, çünkü bambaşka bir âlemden bahsediyorlardı; psişik âlemden. “İnsan” denen varlıkta savunma mekanizmaları, bilinçdışı, psikopatoloji gibi şeyler mi varmış? İnsan nasıl bir varlık ki o zaman?

Derken meslek seçim zamanı yaklaştığında “benim için okuma anlamında da olsa bir hobi olan bir alanı kendime meslek olarak seçmeliyim” diyerek ve “İnsan” denilen varlığı az biraz keşfetmeme yardımcı olabilir düşüncesiyle Psikoloji bölümünü yazdım. Okula girdiğimde modern psikolojinin insan denilen varlığa bakışı konusunda bilgi sahibi oldum, fakat bu bakış beni tatmin etmedi, yeterli gelmedi. Modern psikolojideki her bir paradigma kendince bir yanıt veriyordu “İnsan nedir?” sorusuna, fakat hiçbiri beni tatmin etmedi. Üniversitede üçüncü sınıfa geldiğimde, suçlu ve mağdurların psikolojisini ve onlardaki psikopatolojiyi inceleyen “klinik adli psikoloji” alt bilim dalı ile tanıştım. Oradan hareketle, psikoloji bilimi ve hukuk biliminin kesişimi olarak adalet mekanizmasına dâhil olmuş insanın psikolojisini inceleyen “Adli Psikoloji” alt bilim dalı ile tanıştım. Adli psikoloji, esasında Adli Bilimler Anabilim Dalı’nın bir alt bilim dalıdır. Adli Bilimler, multi-disipliner bir bilim dalıdır ve bu bilim dalının altındaki bilim dallarının asıl amacı adalet mekanizmasına hizmet etmektir. Adli psikoloji de adalet mekanizmasına yansıyan bir olay olduğunda en doğru hükmün verilebilmesi için, psikoloji bilimi yoluyla elde ettiği verilerle adalete hizmet eder. Adli bilimlerin beni en çok büyüleyen yönü de bu, adalete hizmet ilkesi olmuştu.

Katıldığım ilk çalışma grubu üniversitede şizofrenlerin iletişim yöntemleri üzerine araştırmalar yapan bir çalışma grubuydu. Ardından mesleki çalışmalar yaptığımız birkaç çalışma grubumuz daha oldu. Yine üniversite yıllarında 7-8 kişilik bir arkadaş grubu olarak zaman zaman bir araya gelip felsefi, sosyolojik, psikolojik, tarihi okuma ve çalışmalar yapıyorduk. Her toplandığımızda içimizden biri, hazırladığı bir konuyu sunardı ve onun üzerine tartışırdık. Hatta gazeteci bir tanıdığımızın bu durum çok ilgisini çekmişti ve bir dergide haber bile olmuştuk. Grubumuzun adı “Keşif” idi. Yine üniversite yıllarımda bir süre Türkiye Sokak Çocukları Vakfı’nda gönüllü olarak görev yaptım. Bana derin katkıları olmuştur bu gönüllü çalışma sürecinin. Son bir yıldır da Prof. Bilgin Saydam başkanlığında toplanan İstanbul Psikomitoloji Çalışma Grubu’nun bir üyesiyim. Psikomitoloji, amacı mitlere psikolojik gözle bakabilmek ve psikolojik çözümleme denemeleri yapabilmek olan, fakat Türkiye’de henüz pek bilinmeyen bir çalışma alanı.

Gerek mesleki tercihinizden ve yürüyüşünüzden, gerekse hâlâ tadı damağımızda olan sunumunuzdan felsefe ve bilim üzerine çalışmalarınızı biliyoruz. Aikido ve hat sanatı üzerine çalışmalarınızı da buradan ben duyurmuş olayım. Bu dört disiplin üzerine emek vermek ve vermemek arasındaki fark psikolojimiz açısından nasıl tanımlanabilir, kendi deneyimleriniz üzerinden bizimle paylaşabilir misiz?

Bilimsel eğitim ve çalışmalar bana her şeyden önce objektif yani nesnel bir bakış açısı kazandırmıştır. Böyle bir nesnel bakış açısının, insana, olayları ve hayatı değerlendirmede bir miktar soğukkanlılık verdiğini düşünüyorum. Fakat bilimsel ya da nesnel bakış açısında takılıp kalmak da oldukça tehlikeli bir durum olur; çünkü eğer takılma olursa yalnızca algıların ve sebep-sonuç ilişkilerinin hüküm sürdüğü deney âleminde kapalı kalınır ve hayal edebilme eşdeyişle muhayyile gücü körelmeye başlar. “Neyin ne olduğunu” bilmenin yanında “neyin ne olabileceğini” ya da “ne olması gerektiğini” düşünebilmektir hüner diye düşünüyorum. Körelmiş bir muhayyile gücüyle de bu hüner gelişemez. Hayal etmeye, düşlemeye ihtiyaç vardır.

İşte burada sanat yardımımıza koşar; çünkü sanat, yaratıcılığı barındırdığı için şey’in neye dönüşebileceği üzerine düşünebilmemizi sağlayan muhayyile gücümüzü besler. Mesela, benim de bir süre ilgilendiğim Aikido, belirli bir düşünce sisteminden doğmuş bir savunma sanatıdır. Ai “birleşme, uyum”; ki “yaşam gücü, ruh”; do “yol” anlamlarına gelir. O halde Aikido’nun, bir ustanın dediği gibi “ahenkli ruhun yolu” anlamına geldiğini söylersek sanırım yanılmış olmayız. Aikido’nun benimsediği düşünce sistemine göre, saldırıya geçen bir kişi evrensel uyumu bozucu bir davranışta bulunmuş olur. Onun, o uyumsuz davranışının dönüştürülüp uyumlu bir davranış haline getirilmesi icap eder. Bu da beden üzerinden düşündüğümüzde, Aikido teknikleriyle yapılabilir; çünkü Aikido teknikleri, saldırgan bireyin negatif enerjisini kimseye bir zararı dokunmadan yönlendirebilmeyi, özellikle eklem bölgeleri üzerinde hâkimiyet kurup onu etkisiz hale etmeyi amaçlar. Aikido’da tüm hareketler dairesel yapılır ki bu da evrensel uyumun bedensel bir ifadesi olarak görülür. Özetle, Aikido’da yıkıcı enerjinin dönüştürülmesi amaçlanır ve tüm teknikler bunu amaçlar. Bu yöntemde bir halin dönüşümü amaçlandığı ve kişide bir dönüşüm meydana getirildiği için Aikido’nun sanatsal bir yönü olduğunu düşünürüm. Aikido yaptığım yıllarda, evrensel uyum, dairesellik, yıkıcı enerjiyi doğru yönlendirme becerisi üzerine derin düşünmelerim olmuştu.

Son 2-3 yıldır ise hat sanatı ile uğraşmaktayım. “Hat” kelimesi, anlam itibariyle “çizgi” demek. Eskiler, hat sanatı için “ilahi geometri” tanımını kullanmışlar. Osmanlı döneminde de şehzadelere disiplin sahibi olabilmeleri amacıyla eğitimi verilen sanat imiş. Kelime itibariyle “çizgi” anlamına gelen bir sanat dalıyla uğraşmak, öncelikle insanı, kendisinin ve başkalarının çizgilerinin nerede başlayıp nerede bittiği üzerine düşünmeye sevk ediyor.

Hat sanatında her şey, en ufacık hareketler, noktalar bile ölçüye dayanır. Ölçüsüz hareket yoktur. Hat sanatının tekniklerinin ve eğitim yönteminin, psikolojik açıdan disiplini, ciddiyeti, sabrı ve ölçülü olmayı talim ettirdiğini söyleyebilirim. Pratiklerinde, el-beyin diyalektiğine dair yaşadığım ilginç bir şey vardır. O da şu: Çalıştığım sırada, yani kalemin kâğıt üzerinde süzülmeye başladığı sırada zihnimden güzel düşünceler geçiyorsa ya da mutlak bir zihinsel sessizlik içindeysem, o anda kâğıtta beliren harfler gayet ölçülü ve hatta güzel denebilecek bir nitelikte çıkar. Fakat aklımdan nahoş düşüncelerin gölgesi dahi geçiyorsa o anda kâğıtta uyumsuz ve ölçüsüz harfler doğar. Yani güzel düşünceler güzel yazının, bozuk düşüncelerse bozuk yazı çıkmasına sebebiyet verir.

Felsefe eğitimi ise bu ikisi için de, yani hem bilimsel düşüncenin hem de sanatsal becerinin gelişmesi için gereklidir. Bilimsel düşünce için gereklidir, çünkü bilim felsefeden doğmuştur ve besleneceği yer yine orasıdır. Felsefi düşünebilme yetisinin ve muhayyile gücünün gelişemediği zihinlerin yaptığı bilimsel çalışmaların kısır ve kısıtlı olmaya mahkûm olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bir büyüğümüzün dediği gibi, sanatın gelişebilmesi için de felsefi ve kavramsal düşünebilme yetisinin gelişmesi icap eder, çünkü akıl ne kadar yetkinse sanat da o kadar yetkin olur.

Felsefenin insan psikolojisine olan etkisine gelince, kendi deneyimimden söyleyebilirim ki felsefe ile haşır neşir olan bir aklın evvela temyiz yeteneği gelişiyor. Aklın temyiz yetisi geliştikçe daha doğru ve düzenli düşünebilmeye başlıyor. Kavramları yerli yerinde kullanarak derli toplu, düzgün düşünebilen bir aklın yaşadığı düşünce karmaşası azalır, böylece bir düzen oluşmaya başlar. Düşünce dünyasında bir düzen oluşması, duygu dünyasına da sirayet ederek duygu dünyasının da bir düzene girmesine, dolayısıyla aşırılıkların azalmasına yardımcı olur.

Son olarak AAV ile tanışma öykünüzü ve hemen ardından da AAV’nın amacı ve faaliyetlerinin sizin gibi sosyal hizmet alanında uzmanlaşmayı seçmiş bir psikolog tarafından toplumsal açıdan değerlendirilmesini rica ediyorum…

AAV ile Metin Bey aracılığıyla tanıştım. AAV yaptığı çalışmalarla takipçilerinin hem felsefi hem sanatsal hem de bilimsel bakış açılarını zenginleştirmekte. Ülkemizdeki eğitim sisteminin (maalesef üniversite eğitimi de dâhil) donanımlı bir akıl oluşturma ve geliştirmede oldukça yetersiz olduğunu düşündüğüm için toplumumuzda düşünebilme yetisinin geliştirilmesi yönünde hizmet veren STK faaliyetlerini çok önemsiyorum. AAV’nın bence üzerinde durulması gereken bir diğer niteliği ise, çalışmalarında Batı düşünce sisteminin ve kültürünün yanında, içinde yaşadığımız Anadolu kültürü ve bilgeliği ile bağ kuruyor olmasıdır. Vakfımızın bu niteliği ile ciddi bir kimlik arayışında olan toplumumuzda aydınlatıcı ve yol gösterici bir rol oynadığını düşünüyorum.

Elif Ersoy
+ Son Yazılar