Freud’un Din Anlayışı

Bu yazıda Freud’un sadece batılı
beyaz ırkın güncel Hristiyan din anlayışını göz önüne alıp dinin diğer tüm biçimlerini
bir kenara bırakarak kaleme aldığı[1] “Bir
Yanılsamanın Geleceği: Bilim ve İman” adlı eserinde din üzerine olan görüşlerinin
kısa bir özetinin sunulması amaçlanmaktadır.

Freud’a göre insanların doğa
tehlikelerinden korunabilmek amacıyla biraraya gelip kurduğu “uygarlığın” iki
bileşeni vardır: 1) topluluğun sahip olduğu bilgi/yetenekler ve 2) toplum içi ilişkileri
düzenleyen kurallar.

Uygarlığın varlığını devam
ettirebilmesinin yolu da onu oluşturan bireylerin en arkaik içgüdüler olan,
yamyamlık, ensest ve öldürme içgüdülerinden özveride bulunabilmelerine
bağlıdır; oysa, toplumdaki bazı insanlar bu ilkel içgüdülerden özveride bulunmak
istemeyerek uygarlığın düşmanları haline gelirler. Freud’a göre içgüdü doyumunun
engellenmesiyle meydana gelen “yoksunluk” hali, uygarlık düşmanlığının temelini
oluşturur. Bu “uygarlık düşmanlar”ına karşı uygarlığın ayakta kalabilmesinin
yolu da kuralların, kurumların ve buyrukların –gerekirse zor kullanılarak–
hayata geçirilmesidir. Uygarlığın kusur ve kötülüklerini düzelterek kuralların
ve hükümlerin yerine getirilmesini gözetme görevi zaman içerisinde tanrılara
atfedilir; böyle bir atıfsa uygarlık hükümlerinin ilahi bir kökene bağlanarak
yüceltilmesine yol açar.

Dini
Düşüncelerin Kaynağı

Bu noktada “İnsanlığın tanrı anlayışındaki değişim nasıl olmuştur ve dinsel
düşüncelerin kökeni nereden gelir?
” sorusunu yöneltebiliriz. İnsanın tanrı
tasavvurunun temeli ta çocukluğuna, babayla olan ilişkisine dayanır. İnsan, çocukluğunda
babasından hem çekinir hem de kendisini tehlikelerden koruması amacıyla ona
sığınır. Tarihsel akış içerisinde insanlık, babanın bu niteliklerini doğaya
yüklemeye başlar; fakat zaman içerisinde yapılan gözlemler sonucunda insan, doğaya
yaptığı bu yatırımı geri çekmeye başlar. Oysa yaşamdaki tehlikeler varlığını
sürdürmektedir; insan hala çaresizlik duygusu içindedir ve babanın/doğanın yani
koruyucu bir varlığın özlemi içindedir. İşte tehlikeler karşısında yaşanan bu
çaresizlik duygusu ve koruyucu bir güce duyulan özlem dinsel düşüncelerin
kaynağıdır. Çocuk büyüyüp kaynağı belirsiz birtakım güçlere babasına ait
özellikleri aktararak hem çaresizlik duygusundan kurtulmayı hem de bir
koruyucuya kavuşmayı umar: Böylece, korktuğu, yatıştırmaya çalıştığı ve aynı zamanda
kendisini korumasını beklediği tanrıları yaratır. Çocukluk döneminde
hissettiğimiz çaresizlik ve korunma gereksinimimizi yansıttığımız Tanrı
tasavvurumuz, yaşamın tehlikelerinden kaynaklanan korkumuzu yatıştıran, ahlaki
bir düzenin kurulmasını ve adaletin yerine gelmesini temin eden bir varlık
haline gelir. Freud,
dinin kaynağını açıkça söyler: “Din,
insanın, insanlık ailesinin tarihsel gelişim sürecinden getirdiği nevrotik
kalıntıların bir sonucudur. Din, insanlığın evrensel saplantı nevrozu olmuştur;
Oedipus kompleksinden, babayla olan ilişkiden kaynaklanmıştır
.”[2]

Dini
Düşüncelerin İspatı

Freud’a göre dini öğretilerin
yazılı içeriklerinin ilahi bir kudretten kaynaklandığını iddia etmek
yetersizdir; çünkü, bu
iddia, “gerçekliği sınanmakta olan
doktrinlerden biridir ve hiçbir önerme kendi kendisinin kanıtı olamaz
[3]. Dinsel
öğretilere inanırız çünkü ya onlara atalarımız inandığı için ve atalarımızın
inandığı dinsel öğretilerin inanılmayı hak ettiklerini düşünürüz ya eski
zamanlardan aktarılan kanıtlarımız vardır ya da dinsel öğretilerin doğru olup
olmadığını sorgulamak zaten yasaktır. Freud’a göre dinsel doktrinlerin ispat
edilmeleri mümkün değildir ve tarihte dinsel doktrinlerin ispat sorunundan
kaçınmak için 2 yol izlenmiştir:

1- Credo Quia Absurdum (saçma olduğu için inanıyorum): Dinsel
doktrinler, mantığın yargılama alanı dışındadır, mantık üstüdürler. Bu
doktrinlerin gerçekliğini içimizde hissetmeliyiz. Kavranmaları gerekmez.

2- “Sanki” felsefesi: bazı pratik nedenlerden ötürü kurgulara
inanıyormuş gibi davranmamız gerekir.

Freud, dinsel düşüncelerin,
doğruluklarının ispat edilememesine rağmen insanlık üzerinde  kuvvetli etki yaratmalarının altını çizerek ve
bu durumu “yeni bir psikolojik sorun” olarak tanımlayarak  bizleri bir sorgulamaya davet eder: “Biz, bu doktrinlerin içsel gücünün nereden
geldiğini ve mantığın yargısından bağımsız olmalarına rağmen etkinliklerini
neye borçlu oldukları sorusunu mutlaka sormalıyız
”. [4]

Bir
Yanılsama Olarak Dini Düşünceler

Freud’a göre dini düşünceler, deney
veya düşünce ürünü değildirler; ancak, insanlığın en eski ve en güçlü
arzularının doyumu olarak “yanılsama”lardır. Freud, yanılsamaların, arzuların
doyum gereksiniminden kaynaklandığını öne sürerek, onların  gerçeklikle olan ilişkisini görmezden
geldiğini ifade eder. Yanılsama, “yalan” demek değildir; “gerçekleşmesi
imkansız olan” demek de değildir ve gerçekle çelişik olması gerekmez. Dinsel
doktrinler  yanılsamalardır ve onlara
eleştirel yaklaşabilmek için halen daha yeterli bilgiye sahip değiliz; yani
kanıtlanamazlar ve gerçeklikleri hakkında da bir yargıya varamayız, çünkü
bunlar ispat edilemedikleri gibi çürütülemezler de. Freud’a göre dışımızdaki
gerçeklik hakkında bize bilgi verecek olan tek şey bilimdir; sezgi ve
içgözlemlerden bilgi sahip olmayı beklemek de yanılsamadır.

Dinin
İşlevi ve Ortadan Kalkması

Freud’a göre dinin insanları daha
mutlu ya da daha ahlaklı kıldığı kuşkuludur; dinin, toplumdışı içgüdülerin
ehlileştirilmesine büyük katkısı olmuştur ama bu yeterli olmamıştır. Dini
düşüncenin insanı götürdüğü son nokta ise yalnızca Tanrı’nın güçlü ve iyi,
insanın ise zayıf ve günahkar olduğu görüşü olur. Freud’a göre “Eğer din insanların çoğunluğunu mutlu
kılmayı, rahatlatmayı, yaşama katlanmalarını, onları uygarlığın araçları haline
getirmeyi başarabilseydi hiç kimse bugünkü koşulları değiştirme girişiminde
bulunmayı hayal etmezdi. Bunun yerine uygarlıktan hoşnutsuz ve uygarlık düşmanı
insanlar görüyoruz.
[5]

Peki dinin ortadan kalkmasının
etkileri neler olabilir? Freud, dinin ortadan kalkmasının toplumun, eğitimli,
ezilmeyen ve toplum kurallarını içselleştirebilirmiş (yani süperego
oluşturabilmiş/nevrotik olmayan) kesimi üzerinde farklı, toplumun “uygarlık
düşmanı” ve ezilen kesiminde ise farklı etkilere neden olacağını öngörür. Buna
göre, eğitimli ve süperego geliştirebilmiş insanların dini görüşleri, laik
görüşlerle yer değiştirebileceği için korkulacak bir durum oluşmaz; fakat,
“uygarlık düşmanı” ve ezilen kitlelere Tanrı diye bir şeyin olmadığı,
dolayısıyla da öfkesinden korkulacak bir varlığın olmadığı söylendiği zaman bu
kimselerin hiç duraksamadan cinayet işleyebilmesi mümkündür. Bu tarz bir
cinayetin ya da benzeri türde suçların önlenebilmesi ancak dünyevi
yaptırımlarla mümkündür. Tanrı’ya olan inanç ortadan kalktığı zaman bu
insanların insan öldürmemesi için öldürme yasağının akli gerekçelerle
açıklanması gerekir.Tüm kural ve
hükümlerin gerekçeleri akli yollarla açıklandığında, insanlar, bunların
kendilerine hükmetmek amacıyla değil de kendi faydalarına olduğunu fark
edebilirler ve bu kuralların geliştirilmeleri yönünde çaba gösterebilirler. Zira
insanın aklı geliştikçe bilimsel tutum ve eleştiri ile de dinin insan
üzerindeki etkisi azalır; insan dinden uzaklaşır. Dini doktrinleri eleştirmeksizin
kabul eden ve çelişkilerini gözardı eden insanların akılları zayıftır ve Freud’a
göre aklın üstünlüğüne giden yolda “Dinsel
doktrinler bir kenara atılmak zorunda kalacaktır. Çünkü uzun vadede hiçbir şey
mantık ve deneyime karşı koyamaz ve dinin bu ikisiyle olan çelişkisi de çok
açık seçiktir.
[6].

Freud, dini inancı kaybetmenin bireysel
etkilerinden de şu şekilde bahseder: “Dini
inancı olmayan kişiler, çaresizliklerini, evrendeki önemsizliklerini  ve Tanrı’nın şefkatli koruyuculuğunun
muhattabı olmayacaklarını kabullenmek zorunda kalacaklardır. Bu durum, bir nevi
içinde kendini rahat hissettiren sıcak ve rahat baba evini terk etmeye benzer.”[7]
Freud, bu sözlerinin ardından“Baba
evi”ni terketmenin kişiyi kendi öz kaynaklarına dayanmasına mecbur kılacağını,
zamanla da kişinin öz kaynaklarından en etkin biçimde faydalanmayı ve kaderin
zorluklarına sabırla katlanmayı öğreteceğini belirterek bu süreçte bilimsel
bilginin insana güç katacağını da ekler.Freud’un tanrısı kendi deyimiyle “Logos”tur. Dini inancı olmayan kişinin
çektiği acıya karşı Logos’un sunabileceği bir telafi ise yoktur. Ancak “Akıl, belki de inanırların Tanrılarından
beklediği insan sevgisini ve acıların azaltılmasını kendine hedef edinecektir
”.[8]


[1]
Quinodoz, J. M. (2016). Bir Yanılsamanın Geleceği. A. G. Küey (Ed.), Freud’u
Okumak
(sayfa 252) İstanbul: Bağlam Yayıncılık.

[2] Freud,
S. (1927), Bir Yanılsamanın Geleceği Bilim ve İman, (2.baskı) (H. Zafer
Kars, Çev.) İstanbul, Kaynak Yayınları, 1994, sayfa 57

[3]
A.g.e. sayfa 33

[4]
A.g.e. sayfa 37

[5]
A.g.e. sayfa 49

[6]
A.g.e. sayfa 71

[7]
A.g.e. sayfa 65

[8]
A.g.e. sayfa 70