Bireyin yaşadığı stres ve ruh durumunun, onun bedensel fonksiyonlarında büyük bir etki yaratabileceği –hatta kanser, koroner kalp hastalıkları ve mide-bağırsak rahatsızlıklarına sebep olabileceği– inancı İlkçağdan bu yana genellikle benimsenen bir inanç olmuştur. Yaklaşık 2000 yıl önce Yunanlı hekim Galen, melankolik kadınların, o dönemlerde melankoliye sebebiyet verdiğine inanılan ‘kara safra’larındaki artıştan ötürü, özellikle üreme organları kanserlerine eğilimli olduklarını iddia etmişti. İ.Ö. 1. yüzyılda Romalı şair Virgil, “zihnin maddeleri hareket ettirdiğini” iddia ederken, ondan 300 yıl önce yaşamış filozof Aristo şöyle bir tavsiyede bulunmuştu: “Nasıl ki gözlerinizi kafanız olmadan ya da kafanızı bedeniniz olmadan kullanmaya kalkışmamanız gerekiyorsa, bedeninizi de ruhunuz olmadan tedavi etmemelisiniz.”
Yakın zamanda, hastalıkların tasarımlandırılmasında Fransız filozof ve matematikçi René Descartes’ın önemli etkileri olmuştur. Descartes, canlı organizmaların karmaşık işleyişlerinin anlaşılabilmesinin en iyi yolunun, bireyi oluşturan bileşenlerin incelenmesiyle olabileceğini iddia etmiştir. Canlı organizmanın en küçük ama en küçük bileşenlerine odaklanıldığında, bu bileşenlerin fonksiyonlarının muhtemelen daha kolay anlaşılabileceğini iddia etmiştir. Bu iddia günümüzde özellikle moleküler nörobiyoloji ve nörobilimin pek çok dalında yaygın olan bilimsel indirgemecilik yaklaşımının gelişmesine yol açmıştır. Descartes’ın indirgemeci perspektifi 18. ve 19. yüzyıllarda hastalığa yol açan mikroorganizmaların ne kadar önemli olduğunun anlaşıldığı pek çok araştırmanın ve incelemenin yapılmasına yol açmıştır. Gerçekten de 19. yüzyılda zihin ve beden birbirinden tamamen ayrıştırılmıştı ve zihin, filozof ve teolojistlerin dünyasında; beden ise fizyologların, anatomistlerin ve klinisyenlerin dünyasında ele alınırdı. Ama tıp hekimleri 19. ve 20. yüzyılın başlarında zihin ve bedeni birbirinden ayrı tutmuş olsalar da, bazı klinisyen araştırmacılar fiziksel hastalıklarda duygusal faktörlerin önemini vurgulamıştı. Modern tıbbın babası Sir William Osler, akciğer tüberkülozunun sonucunu kestirebilmek için hastanın göğsünde neler olup bittiğini bilmektense kafasında neler olup bilmenin daha önemli olduğuna inanmıştı. Osler ayrıca, sistemik lupus eritematozda olduğu gibi, koşulların psikosomatik etkileri olduğunu fark etmişti. Fakat, bir hastanın zihinsel durumu ve fiziksel hastalığı arasındaki ilişkiyi fark edebilmek için ciddi çalışmalar yapılmaya başlanması Meyer’in zihinsel ve fiziksel olaylar arasındaki ilişki üzerinde duran psikobiyoloji kavramını ortaya attığında olmuştur. Franz Alexander ve Flanders Dunbar gibi başka araştırmacılar, fiziksel hastalıklar ile stresli yaşantılar, kişilik ve duygular arasındaki ilişkileri inceleyerek psikosomatik tıbbın temelini atmışlardır.
Yakın zamanda, strese tepki olarak oluşan bağışıklık sistemi değişikliklerinin, endokrin sisteminin faaliyetlerinden doğrudan etkilendiği kanıtlanmıştır. Patolojik ve fizyolojik değişiklikler üzerinde endokrin sisteminin etkilerinin olduğunun anlaşılmasıyla psikoendokrinoloji bağımsız bir disiplin dalı olarak kendini ispatlamıştır. Fakat psikonöroimmünoloji yalnızca son 20 yılda davranış, sinir, endokrin ve bağışıklık fonksiyonlarını entegre etme çabalarıyla kendine sağlam bir yer sağlayabilmiştir. Bu sistemlerin her biri, bir diğeri tarafından tedarik edilen bilgiye yanıt vermektedir, böylece organizma içinde entegre çalışan biyolojik bir ağ kurulmaktadır. Fakat etkileşimli çalışan bu sistemlerden biri olan bağışıklık sistemi, hâlâ çoğu araştırmacı tarafından savunmanın otonom temsilcisi, bedenin geri kalanında meydana gelen değişiklikleri bağımsız olarak yürüten, karmaşık hücresel etkileşimlerden oluşan bir sistem olarak görülmektedir. Son zamanlarda immünoloji üzerine yayınlanan standart basımların bazılarında psikonöroimmünoloji konusuna değinilmemesi bu varsayımın hâlâ çoğu immünolojist tarafından kabul gördüğünün göstergesidir.
Psikoimmünoloji psikolojik durumun immün işlevler üzerine olan etkilerini inceler. Nöroimmünoloji ise santral sinir sistemini ilgilendiren immün reaksiyonların araştırıldığı çalışma alanıdır. Bu iki konu birbiriyle yakından ilişkili olmaları nedeniyle, genellikle psikonöroimmünoloji başlığı altında yer alırlar. Nöroimmünomodülasyon terimi sinir sisteminin immün yanıt üzerine olan etkisini tanımlar. Normal immün sistem kendi vücut yapılarını yabancıdan ayırt etmeyi bilir ve kendine mümkün olduğunca zarar vermez. Bu özelliğin bozulması durumunda otoimmün hastalıklar ortaya çıkar. Bir tümör hücresi normal hücreden farklı bazı yüzey molekülleri taşıdığında immün sistem tarafından tanınıp yok edilebilir. Normal immün sistem daha tümör gelişmeden, hatta geliştikten sonra bile normal hücreden bazı farklılıklar gösteren tümör hücrelerini tanıyıp ortadan kaldırabilme kapasitesine sahiptir. Buna immün gözetim ya da immün kontrol denir. Ancak tümörlerin immün sistemden çok çeşitli kaçış yolları vardır.
Psikolojik durum ile immün sistem arasındaki ilişkilere örnek olarak otoimmün hastalıkların stres altında alevlenmesi, bazı alerjik hastalıkların stresten olumsuz yönde etkilenmesi, kanserin stres ile olan olumsuz ilişkisi gösterilebilir. Birincil ve ikincil lenfoid dokular sempatik sinirlerle donatılmıştır, bu da çevresel sinir sisteminin bağışıklık fonksiyonlarını etkilemesini sağlar. Bağışıklık ve nörotransmiter reseptörleri lenfositlerde meydana gelir ve endokrin, bağışıklık ve nörotransmiter sistemlerinden gelen uygun sinyallere cevap verebilirler. Benzer şekilde, hem deneysel hem klinik çalışmalar, bağışıklık sistemindeki değişikliklerin, örneğin bir enfeksiyon halinde ruh durumunu tamamen etkileyebildiğini göstermiştir. Gribe yakalanan bir kişiyi bu duruma örnek olarak verebiliriz.
Son zamanlarda psikonöroimmünolojiye gösterilen ilgi artışının nedeni şüphesiz, HIV virüsünün bağışıklık sisteminde ve davranışlarda sebep olduğu değişikliklerdir. AIDS hastalığının çeşitli aşamalarında yaşanan immünolojik özellikler hakkında diğer tüm hastalıklarda olduğundan daha fazla şey bilinmektedir. Bazı AIDS hastalarının mucize addedilebilecek iyileşmeleri, immünolojik durumlarındaki büyük değişikliklerin eşlik ettiği yaşam tarzlarında büyük değişimler yapma, stres azaltıcı stratejiler geliştirme gibi etmenlerle ilişkilidir. Bu bulgulardan yola çıkarak, AIDS hastalarının tedavisinde stres yönetimi stratejileri kullanılmaktadır.
Zihin–bağışıklık sistemi arasındaki etkileşime son yıllarda dikkat verildiğini göz önünde bulundurduğumuzda, Fransa’dan Robert Dantzer ve Amerika’dan Robert Ader ve George Solomon gibi nörobilimcilerin psikoimmünoloji için yaptıkları öncü çalışmaları ve destekleri sayesinde konunun anlaşılması hususunda dikkate değer ilerlemeler kat edilmiştir.
Kaynaklar:
• Sağlık Psikolojisi; Editör: Doç. Dr. Ülgen H. Okyayuz, Türk Psikologlar Derneği Yayınları
• Kronik Hastalıkların Tedavisinde Psikonöroimmünolojik Yaklaşım; Şeniz Ünal, İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uygulamalı Psikoloji Yüksek Lisans Bölümü Bitirme Projesi