Kutupsallık-karşıtların birliği, oluşun özüdür ama öz, öz olarak görülmez, hep bir görüngü – geçici form altındadır. Dönüşümler, enerji akışları kendi halleriyle duyulara açık olmaz, hep bir form altında dışlaşırlar: Söylenmek istenen; enerji akışları zıtların birliğinin yaratıcı gücü olarak, hep beliriş ve ortadan kalkış halinde işlev görürken olumlama-olumsuzlama biçiminde mekanik tekrarlar değil yaratıcı bir değişim; varolanın özünün saklanıp korunarak, olumsuzlamanın olumsuzlanması şeklinde olabilir.

Her şey görünüşteki haliyle kendinde özdeştir. Ancak hiçbir “kendindelik” kendine özdeşliğini koruyamaz, potansiyellerini diğer varolanlarla ilişki yoluyla ortaya koymaktan beri olamaz. Böylece dönüşerek halden-hale geçerek, formdan- forma bürünerek varlığını sürdürür.

Bu durum onaylama ile onaylamamanın, kabul etmek ile reddetmenin, evet ile hayırın birlikteliğinin aynı anda olmasının ifadesidir. Her olumlama bir “Evet”, her olumsuzlama bir “Hayır”dır. Ama tersi de eşit haklılıkla geçerlidir: Her olumlama bir “Hayır”, her olumsuzlama bir “Evet”tir de.

Çünkü her olumlama (ne olduğunu belirleme) aynı zamanda onun ne olmadığını da söyler. Aynı şekilde her olumsuzlama yeni olanın, olması gerekenin gerçekliğini ortaya koyar. Varlık kendi sürecinde bu yasallık altında dışlaşır. Olumsuzlamanın olumsuzlanması yargısı öznel bir belirleme değil varoluşun gerçekliğinin bir ifadesidir.

“Soyutmuş” gibi gözüken bu tarz ifadeler yaşamımız için ne anlam taşıyor olabilir? Eğer kendimizi toplumsal ilişkiler içinde nasıl konumlandıracak gibi bir arayış içinde olmuyorsak elbette anlamsız olacaktır. Çünkü yaşamdan kopuk, varlığımızın anlamını ve ereğini belirleyip farkındalıklı bir yaşamın sürdürülmesine hizmet etmeyen merak ve bilgiler insana külfet olur.

Günümüz yaşam olanakları yoluyla tekil özneler ve öznellikler hem çeşitlendi hem renklendi. Çeşitlilik, çok renklilik kendi doğasına bağlı olarak farklı ilişki biçimlerinin yaşanmasına, yeni nesnelerin kullanılmasına ve daha zengin deneyim olanaklarının yaşanmasını kapı araladı, dahası kışkırttı da.

Özne olmaklık, öznenin kendi çabaları ile kendini yapılandırması anlamına gelir. Özne olma potansiyeli arttığı oranda bunu gerçekleştirmek için daha çok kişisel inisiyatif almayı, daha fazla çaba harcamayı da talep eder. Böylece bireyler dışsal bağımlılıklardan kurtulma olanağını elde ederken diğer yandan da tarihsel aidiyet (aşiret, ideoloji, parti, gelenek, inanç odakları) ortamlarının sunduğu ve kolayca erişebildiği kabul görme, korunma ve onaylanma şansının da azaldığı gerçeği ile yüz yüze gelirler.

Öznelliğin olanaklarına erişmek bireyi kendi tekliği içinden bağımsızlığını sağlamasını “özgür” olduğu duygusunu da uyandırıp besler. Ancak özgürlük bir hissedişten daha fazlasıdır, o eylemlilikle kazanılan bir haktır. Bir şeyden özgürleşme, bir şey için özgürleşme ve kendinden özgürleşmenin yolları ve talepleri birbirinden farklı olsa da bir eylemlilik gerektirdiği açıktır. “Bir şeyden” ve “bir şey için özgürlük” toplumsal tarihsel koşulların dayattığı sorunlara karşı bireyin taleplerinden doğar. Doğası gereği tarihsel nitelik taşıyan sorunlar ve talepler geçicidir. Bireyin bu sorunlara karşı duyarlı olup olmaması, eylemliliğe geçip geçmemesi kendi seçimine bağlıdır, daha açık söylemle bu sorunların varlığına karşı ilgisiz de kalabilir.

“Kendinden özgürleşme” sorunsalı bireyin vicdanı ile aklının, doğal arzularının baskısıyla değerlerinin, kaybetme riski ile ileri atılma cesareti arasındaki çelişkili süreçte kendini gösterir. Bu sorunsal, insanın bağrında koşullardan bağımsız olarak kendini her dem duyumsatır. Tarihsel koşullar bunun gerçekleşmesinin dışsal ortamıdır sadece.

Tek tek bireyleriz, belirli bir ortamda yaşarız, günübirlik ilişkiler deneyimleriz. Bu sonsuz değişkenlik içinde sonsuzca algılara açık oluruz. Algıların zihinde bıraktığı izler bilincimizin şekillenmesinde, yargılarımızın oluşmasında ve tavırlarımızın belirlenmesinde etkilidir. Şu veya bu şekilde bir duruş belirlemek durumu ile karşı karşıya geliriz.

Bireyin kendini gerçekten inşa etmesi ve kendinden özgürleşme çabası, bu yüzleşmenin talebine bağlı olarak ortaya çıkar. İnsan bu noktada kendi kendisiyledir, kendi başına… Duruşunu, eylemini kendi belirlemek, kararı kendisi vermek zorundadır.

Bu karar verme durumu kişinin kendinden özgürleşme sorumluluğuyla yüzleştiği anlardır. Karar verilmek zorundadır, ancak karar verilmesine etki eden bileşenler o kadar çoktur ki; alışkanlıklar, gereksinimler, içgüdüler, hırslar, inançlar, korkular, hayaller… Sayılan bu ve benzeri bileşenlerin her birinin talebi ve yönelimi farklı, doyum araçları kendilerine özgü, üstelik birbiriyle de çelişkilidirler.

Karar vermek eylem içindir ve eylemde ikilik olamaz, yoksa eylem gerçekleşemez. Karar vermek bir üçlemenin bireşimiyle mümkün olabilir; olanaklar, kavrayış gücü, amaç ve bunların birliğiyle birlikte uygulama. Harekette olma, tavır belirleme insanın önüne çıkacak zorluklar karşısındaki kararlılığı “kendini bilmesinin ve kendi olmasının” biricik yoludur. Ama bunun, suçlanmak, bedel ödemek, kınanmak, dışlanmak gibi pek çok riskleri de vardır.

Evet modern yaşam özgürleşme olanaklarını arttırdı, ancak özgürleşmenin özneleşmeyle mümkün olduğunu ortaya koymuş oldu.  Bireylerin hareket alanları ve olanakları arttı. Alan ve olanak genişlemesi bir yanılsamayı da doğurdu; özgürlükle keyfilik birbirine karıştırılır hale geldi. Bireyin ortaya çıkışıyla özgürlüğün güçlenmesi olgunun bir yüzü, diğer yüzü ise yalnızlık korkusu. Diyalektik devingenlik bu alanda da hükmünü sürdürüyor; özgürlük keyfilik değildir. “Tek olmak” da “yalnız olmak” değildir ama birbirinden kopuk ve bağımsız da değildir.

Varlığımızın en temel gereksinimi güvenliktir. Fiziksel olarak hiçbir insan varlığını ve yaşamını tek başına sürdüremez. Toplu halde yaşamak zorundayız. Ama zorunluluk, içinde yaşanan koşulların sınırlamalarına ve dayatmalarına katlanmaktır. İnsanın istek ve arzuları sonsuzdur. İlk elden doğal gereksinimlerin sonsuzluğu ile tarihsel, toplumsal ve coğrafi koşulların sınırlılığı bir karşıtlık oluşturur. Bu karşıtlık hem tarihin oluşmasının, bilimsel, teknik, ekonomik gelişimin dinamosu, hem de öznel taleplerinin çeşitliliğinden doğan bir gerilime kaynaklık eder.

Zorunlukları ortadan kaldıramayız, onları eğip bükemeyiz, ancak keşfederek ve hükmünü onaylayarak hizmetimize sokabiliriz. Onun için “özgürlük zorunluluğun bilincidir” denmiştir. Bir şeyin “bilincinde” olmak, onun “bilgisine” sahip olmaktan daha fazlasıdır. Bilinç sorumluluk taşıyan ve sorumlulukla kullanılan bilgidir. Özgürlükle keyfiliğin ayrımına buradan varırız.

Benzer şekilde , “tek olmakla”, “yalnız olmak” birbirine karıştırılmamalıdır. Tek olmak bireyin kendi yetenekleri, bilinci ve anlayışıyla kendine dayanarak yaşamasıdır. Bunları nasıl ve niçin kullandığı onun “ahlakıdır”. Tek olmak insanın kendi yaşam kaynaklarını, enerjisini kendinden üretmesi, yaşamını dışsal uyaranlara ve ilgi beklentisine sığınarak değil eylemliliği ve üretkenliği ile paylaşarak yaşamaktır. Yalnızlık ise kısaca bunların yoksunluğudur.

İnsanı ve toplumu tarihselliği yoluyla anlayabiliriz. Doğada hazır toplumsal ilişki ve farkındalıklı birey yoktur, onlar insan ve insani emek yoluyla var edilirler. Doğaya aşkın bir üst doğa, kültür yani tinsel evrendir. Bu tinsel evren doğa yasalarından farklı yasallıklar yoluyla devinir. İnsanın kendi var ettiği ve içinde yaşadığı tarihsel bir gerçekliktir.

Bu durumda bireysel, toplumsal, ekonomik, törel, inançsal vb. pek çok alışkanlık, çıkar ve talep çatışkıları da ortaya çıkar. Farklılıkların var olması karşıt çıkarların, isteklerin, alışkanlıkların olması onların birlikte yaşam kurma arayışını da doğurur. Adalet arayışı ve adalet ilkeleri oluşturma gereksinimi buradan doğar.Adalet arayışı nesnel ve tinsel üretimlerin ve üretme haklarının hakka bağlı olarak paylaşımını güvence altına alma, somut olarak kullanıma sunma çabasıdır. Fakat yaratıcı üretimler bireylerin tutkulu, kararlı çaba ve emekleriyle gerçekleşir. Bireyin kendi iradesi ve yeteneği ile yaratıcı eylemlerde bulunması özgür ve özgürleştirici ortamla mümkün olabilir. Bu anlamda özgürlük (özü-gür), özünü gürleştirmek yaratıcı eylemde bulunmaktır. Bu, her insan için doğal bir haktır. Adalet ise bunun ortamının güvence altına alınmasıdır.

Hak; adalet ve özgürlüğün, özgürlük; keyfilikle sorumluluğun, adalet ise boyun eğmekle gönüllülüğün (öneri: gönlünü açmanın) birliğidir.

Tarih, hep özgürlük ve adaletin edimselleşmesinin sahnesi olagelmiştir. Acılar, zulümler, yıkımlar, kahramanlıklar, tarihsel kişilikler de tarih sahnesinin dönüştürücü özneleri olarak ortaya çıkmışlardır. Tarihsel kişilikler bunlardır ve onlar tüm insanlığın evlatlarıdır; Atatürk gibi… Cumhuriyetimizin 100. yılında, tarihsel kişilikler yüzyıllarca ölümsüzlüklerini korurlar. Çünkü insana dair ezeli ve ebedi hakikatleri canlandırıp yaşama katarlar.

Yararlanılan Kaynaklar:

Osho, Tohumdan Ağaca, Ganj Yayınları, 2011.
Erich Fromm, Özgürlük Korkusu, Doruk Yayınları, 2011.
İbn Arabi, Fütuhat-ı Mekkiye. (E. Demirli Çev.) Litera Yayıncılık, 2017.
G.W.F. Hegel, Tarih Felsefesi, İdea Yayınevi, 2006.
G.W.F. Hegel, Tarihte Akıl, Kabalcı Yayınları, 2020.
Metin Bobaroğlu, Aydınlanma Sorunu ve Değerler, Destek Yayınları, 2023.

Mustafa Alagöz
+ Son Yazılar