Estetiğin konusu genel olarak “Güzellik”tir. Güzelin kendisinin varoluş biçimleri sanatın değişik alanlarında görülür. Sanatta sınıflama onun konusuna göre değil, kullandığı araç ve yöntemlere göre yapılıyor. Hangi biçim altında gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin, farklı sanat alanlarının ortak yanları vardır, amacı güzellik, aracı imge, yöntemi hayal gücüdür, iletisi ise duygularadır.
“Güzel” kavramı “İyi” ve “Doğru” kavramlarıyla birlikte felsefenin de temel sorunlarından birisidir. Böyle olmakla, onu algılayan özne olmaksızın bu soruna yaklaşılamaz. Özne bir bilinçtir, bilincin kendinin gerçekleşmesi ve kendini kendine nesne edinmesi sorunlarıyla birlikte ele alınmak zorundadır.
Bilinç (farkındalık yetisi) temel olarak hakikati inceler. Amaç, bir gerçekliğin açığa çıkarılıp bütün bilinçler tarafından bilinebilir durumu getirilmesidir. Kavranabilirlilik kendi içinde tutarlılığı, zorunlu iç ilişkileri ve bütünlüğü gerektirir. Bu haliyle ancak bir olgu kavramsallık taşır ve onu o yapan özellikleri kişilerin öznel duygularına ya da algılamalarına göre değişmez. Her bilince eşit ölçüde açık ve kavranabilir olan, kavranabilir olmasından dolayı hakikidir. Aklın, dört gurup altında toplayabileceğimiz değişik etkinlik alanları ve onların doğasına uygun yöntemler uygulanması bir bütün olarak tinsel dünyamızı oluşturur.
- Sanat, var olanla yetinmeyip olmayanın, olabilirliğin arayışı; daha çok umutlarımızın ve duygusal tepkilerimizin karşılığıdır.
- Din, varoluşun sonsuz çeşitliliği ve varlığın sonsuz gücü karşısında duyulan acziyetin bilinci olarak boyun eğme, durumu kabullenme halimizin karşılığı olarak.
- Bilim, varoluşların yasasına erme, onları denetleme ve isteğe göre kullanabilme gücünü ele geçirme çabasıdır.
- Felsefe, parçalığı aşma, birlik-bütünlüğe erme, anlama-anlamlandırma etkinliğidir.
Bilinç sadece nesnel dünyanın niteliklerini açığa çıkarmakla yetinmiyor. Başka bir deyişle sadece maddi gereksinimlerimizi, bedensel arzuları doyuracak şeylerin bilinmesi ve ele geçirilmesiyle sınırlı kalmıyor. Kendi üzerine dönüp doğanın dışına çıkıyor. Tinsellik dediğimiz bu süreç, özgürlük alanımız, insanlaşma aşamamızdır. Bunun dışında kalan yanımızla doğa varlığıyız; insan hayvanı.
Varlık, var olanların ilişkili birliği olarak akıldır. Temeli Plato’dan gelen “Güzellik”, “Doğruluk”, “İyilik” kavramları ya da İdea’lar, kendi tarihi boyunca felsefenin konuları olmuş ve olmaya devam edeceklerdir.
Güzel, İyi ve Doğru olan Varlığın kendisidir. Tinsel dünyamızın değişik alanlarına karşılık gelen yanlarına göre bu ayrımı yapabiliyoruz. Felsefî açıdan şöyle bir sınıflama yapılır; sanatın ilkesi güzellik, bilmenin ilkesi doğruluk, ahlâkın ilkesi iyiliktir. Bunu farklı bir yoldan şöyle de dile getirebiliriz. Varlığın bilim alanında görünümü doğruluk, ahlâk (yaşantıda) alanında iyilik, sanat alanında ise güzelliktir.
Filozoflar kendi dizgesine göre bu konuya bir açılım getirmiş olmasına rağmen kavramın üzerindeki felsefî araştırmalar bitmemiştir, bitmesini de beklememek gerekir. Çünkü varlığın kendisi sonsuzdur. İlişkilerin sonsuzluğu, bilincin bunları kavrıyor olması, kendini gerçekleştirmesi ve kendi yarattığında yaşıyor olması, Kavramın da (İdeanın) sonsuzluğudur. Felsefî olarak temel ayırım bu konularda değişik şeyler söylemekten çok bunların kavranabilir olup olmadıkları, özneden özneye değişiklik gösterip göstermediğidir. Bu nokta yaşamın her düzeyinde etkisini gösteriyor. “Sana göre bana göre” anlayışı kendine kendi içinden bir değerler bütünü, bilinç tipi, insani ilişkiler ağı doğuruyor. Aynı düşünme şekli güzellik alanında da karşımıza çıkıyor, “sana göre güzel olan başkasına göre değildir” gibi. Bu görünüşte doğru bir önermedir. Ancak herhangi bir şeye güzel diyen de çirkin diyen de bilincinde hangi ölçülerle davranıyor? Elbette tek ölçüyle. Örneğin değişik nesneler değişik ağırlıktadırlar, ne kadar farklı ağırlıkta olsalar da onları ancak bir kavramla anlayabiliyoruz: Ağırlık kavramıyla. Güzelliği ve bunun edebiyatta görünümünü tartışırken olumsal olandan değil, kavramsal olandan hareket etmek durumundayız. Olumsallık; keyfîlik ve seçmecilik taşır ve anlamayı sağlayamaz.
Güzellik ideası konusunda bazı filozofların özlü belirlemeleri bu konudaki tartışmalara temel olmuştur. Değişik içerikli önermeler olsa da felsefî düşüncenin farklı aşamalarını temsil eden filozoflarda onun hakikat olduğunu, Güzelliğin düşünceye konu olabileceğini, bir bütünlük ve uyum altında anlaşılabileceğini dile getiriyorlar.
“Güzellik düzene ve büyüklüğe dayanır. Çok küçük ve çok büyük şeyler kavranamadığı için bakanda birlik ve bütünlüğü sağlayamaz” (Aristo)
“Anlama yetisi ile hayal gücü arasındaki uyum”(Kant)
“Güzellik hakiki olanı ifade etmenin ve tasarlamanın özgül bir biçimidir”(Hegel)
***
Bu yazıda ele aldığımız, güzellik ve onun anlaşılması, üzerine düşünülmesi olan Estetik, giderek bunun edebiyatta nasıl gerçekleştirildiğidir. Güzellik “bir içerik, bir amaç, bir anlam”, “sanat ise bunun ifadesi, görünüşü ve gerçekleşimidir”.
Sanat her ne kadar hayal gücü yöntemini kullansa da, seçiminde ve kendini gerçekleştirmede özgür olsa da özünde zihinsel bir etkinliktir. Bilinci yok sayarsak ne bir sanat eseri yaratılabilir, ne de sanat duyumsaması olabilir. Buradan kalkarak şu soruları üretebiliriz:
- Sanat gereksinimi nereden doğuyor?
- Sanat varlığın anlaşılmasının, hakikatin duyulur alana getirilmesi olduğuna göre bilim bu konuda yeterli olamıyor mu? Ya da Varlığın bilimsel yöntemlerle anlaşılamayan yanları var da sanat bu eksikliğin giderilmesinin başka bir yolu mu?
- Sanat neden imge aracılığıyla yapılmak zorundadır?
- Hayalgücü yoluyla, imge kullanarak gerçekleştirilen sanat öznel bir nitelik taşıdığına göre onu anlamak (Kavramsallaştırmak) mümkün mü?
Bunlar başlı başına daha geniş bir biçimde ele alınabilir, ayrı bir yazının konusu olabilir. Ancak bu sorular içinde temele koyabileceğimiz; “insanda sanat yapma gereksinimi nerden doğar” sorusudur. Felsefe tarihinde bu soruyu ilk soran Aristo’dur. Sorunu şiir üzerinden anlatsa da buna genellik verir.
“Şiir sanatı genel olarak varlığını, insan doğasında temellenen iki temel nedene borçlu gibi görünüyor. Bunlardan birisi taklit içtepisi olup, insanlarda doğuştan vardır; … ikincisi, bütün taklit ürünleri karşısında duyulan hoşlanmadır ki bu insan için karakteristiktir.” (Aristo: Poetika, S.17 Remzi Kitabevi)
Hegel, konuyu daha derinlemesine ele alıyor. Bu sorunun yanıtını, insanın, temel olarak düşünce varlığı olması gerçeğinde arıyor.
“Sanatın (biçimsel yönüyle) kendisinden çıktığı tümel ve mutlak gereksinim, kökenini, insanın düşünen bir bilinç olmasında, yani kendisinin ve başka her şeyin ne olduğunu kendisinden çıkarmasında ve kendisinin önüne koymasında bulur.” (Hegel. Estetik, S.31, Payel Yay.)
Her iki filozof aynı yöntemi kullanıyor. Temele bir “gerçeği” koyup düşüncelerini bunun üzerine kuruyorlar. Aristo, insandaki taklit içtepisine dayandırırken, Hegel, insanın bir düşünce varlığı olması temeline dayandırıyor.
Sanat biçimleri hangi ölçülerle kaç guruba ayrılırsa ayrılsın, sanat ürünleri ne kadar sınırsız olursa olsun bunların anlaşılamaması diye bir şey olamaz. Çünkü tinsel bir etkinliktir ve insanın evrensel yanlarının hem dışlaşması hem de doyurulmasıdır. Bilinç, diğer her şey yanında kendini kendine konu edebildiği için böyledir.
***
Zihinsel etkinlik olarak bir iletişim yolu olarak sanat, Hakikati kendine özgü araçlarla duyurulur duruma getirip algılarımıza sunması, bilincimizin önüne koymasıyla bir yöntemdir.
Hayalgücü gerçeklikler değil, geçerlilikler üretir. Kendiliğinden kurulamayan ilişkilerin öznel bir biçimde oluşturulmasıdır. Bilincimize ve doğamıza ait düşünsel ve yaşamsal enerjilerin tümünün katkısıyla gerekleştirilir; içgüdüsel dürtüler, bilinçaltı, tasarım, teknik beceri, düşünce. Sanatsal etkinlik bütün bu güçlerin ortak, uyumlu ve önyargısız işbirliğidir. Buradan da anlaşılabileceği gibi sanatsal etkinlik duygu kaynaklı ve duygulara yöneliktir. Hayalgücü ürünü olması bilimsel kesinliklerle, fizikel ve işlevsel niteliklerle ilişkisinin olmadığını söyler. O halde sanat kendi nesnesini kendisi yaratmak durumundadır. Nesnenin niteliklerini ve işlevini bir yana koyarak, onu imgeye dönüştürerek amacı doğrultusunda istediği gibi kullanır. Duyguların ifade edilmesi, onun görünür kılınması görünür araçlarla mümkündür. Bu araçlar ise kendilerinde ne olduklarıyla değil, dışavurulması istenen insani bir halin en etkili biçimde ifade edilmesinde simgesel olarak kullanılırlar. Tamamen özgür seçimle, istenildiği gibi ilişkilendirilerek, istenen anlam yüklenerek yapılır. Böylesi bir etkinlik hayalgücüyle ve imgelerle ortaya çıkmak zorundadır. Varlığı farklı yanlarıyla ele almak, anlamaya çalışmak, bilincin diğer alanlarına karşılık gelir. Örneğin; ne olduğunu bilmek istediğimiz de bilimsel yöntem uygulamak zorundayız.
Sanat zihinsel (akli) bir etkinlik olduğuna göre; insan hangi durumlarda kendini imge yoluyla ifade etme gereksinimi duyar?
Duyguların kendileri, arzuların ve bilincin uyarılmasıyla oluşan bir coşkulanım, insani varlığın yoğunlaşmış halidir. Bu yoğunluk uyarıcı kaynağın aynı olmasına karşılık her insanda farklı nicelikte görünür. Duyguların niteliği bir olmakla beraber değişik yoğunlukta oluşları onlara bir öznellik kazandırır. Bir özdeyiş olarak söylenen “zevklerle renkler tartışılmaz” aslında bu öznelliği anlatır. Her insan sanatsal algıya açık ve sanatsal üretim yapma potansiyeline sahiptir. Bu, sanatsal yaşamın evrensel olduğunu gösterir. İmgesel dışavurumun nedenleri, başka bir deyişle imge aracılığıyla gerçekleştirilen insani deneyimler, bütün öznel farklılıklarına rağmen evrensel niteliğe sahiptir. Kesin olmadığını bilerek, genel bir sınır koymak gerekirse şu önermeyi ileri sürebiliriz: Sanatsal dışavurum, duygular gerçekliğin sınırını aştığı yerde başlar. Duyusal nesnelerden yapılan özgür seçimlerle, imgesel kurgular yapılarak hakikatle bağlantı kurulur. Yukarıda sözünü ettiğimiz duygu-gerçeklik gerilimi kendilerini şu biçimlerde gösteriyorlar.
Kelime-anlam diyalektiği : Kelimeler iletişimde özneden özneye bir anlam taşırlar. Anlam kendinde esnek, önceden kabul edilen sınırlarının ötesine geçebilen bir özelliğe sahiptir. Kelimelerin kültürel uzlaşmayla belirli bir kesinliği, sınırlanmışlığı vardır. İnsanın bilincinde oluşan anlam genişliği ilk elden öteki öznelere, dışarıya kelimelerle iletilir. Kelimelerin duyumsamaları yeterince karşılamadığını gören insan bu fazlalığı simgeler yoluyla dışlaştırır.
Varoluşsal kaygıdan dolayı: Bir geleceğe mahkum olduğumuzu biliyoruz, başka bir deyişle geleceğe atılmış bir varlığız. Geleceğin belirsizliği, karşımıza çıkacak her ne ise ona karşı bir tutum belirlemek zorunda oluşumuz bizde bir gerilim yaratır. Bir yandan güvenlik kaygısı, diğer yandan kendimizi anlamlı kılma içtepisi bizi arayışlara sürükler. Ne olduğumuzun, ne olacağımızın yanıtını tam olarak veremeyiz; çünkü var olmamızın yanıtı olmuş bitmiş durum değil, nasıl var olacağımızda ararız. Her yeni durumda bilinmeyen bir yanımızla karşılaşırız, ya da o ana kadar olmayan bir yan ediniriz. Sanatın bir yönünün hep geleceğe dönük olması buradan kaynaklanır. Tüm bu kaygıların baskısıyla gerilen insan hayalgücüyle ve imgelerle bu kıstırılmışlığını aşmaya çalışır.
Doyuma erişmemiş duygular taşıyor olmamız: Bireyin isteklerini ve arzularını yaşayamayıp bunları bastırması onda bir gerilime yol açar. Tıpkı coşan duygular gibi bastırılmış olanlarda dışlaşmak isterler, yaşamak eğilimi taşırlar. Baskılayıcı güçler ister toplumdan isterse bireyin kendisinden kaynaklansın her iki durumda da onun iç dünyasında bir gerilim yaratırlar. Bu gerilimin kendisi sanatsal üretimi besleyen bir enerji gibi işlev görebilir.
Erişilmek istenen özlemler, bir haksızlık karşısında duyulan sorumluluk duygusu, duyuncun (vicdan) itkisi de aynı şekilde insanı imgesel ifadeye yöneltir.
Var olanın sınırını aşmak bilincimizin özsel yanlarından birisidir: Hep “daha ötesine geçme” isteği onun sonsuz yaratıcılığının kaynağıdır. Olanların içinden kalkarak olmayanı tasarlayıp aramaya yönelmesi, olabilirliğini sorgulamaya açması genel olarak tinsel dünyamızı oluşturur. İmgesel etkinlik ve sanatsal yaratım da gücünü buradan alır. Evrensel niteliği olan, özgürleştirici işleviyle, duyarlılığı arttırmasıyla, aklı önyargılardan uzak tutmasıyla imgesellik ve sanatsal yaratım zihnimizin bir etkinliği olarak var olmaya devam edecektir.
Sanatın yapısına ve işlevine ait belirli önermelerde bulunabiliriz.
– Sanat kötülük üretemez. Kötülüğü ifade eder, bilinci irkiltebilir; ancak, varlığın kendi içinden kendini aşarak gelişme gücü, daha önceki aşamaları kapsayarak sürdürmesini gerektirir. Yaşam kendi yolunu açmak zorundadır. Yok ederek değil, ancak var ederek, var olanı olumlu bir şekilde içinde barındırarak bu mümkündür.
– Sanat özgür ve özgürleştiricidir,
– Duygu birliği yaratır,
– Duyarlılığı arttırır,
– Yaşamda eşzamanlılığı yakalar,
– Anlamı kendindedir, gerçeğini kendi yaratır, gösteren ve gösterilen ayrı değildir.
Olguları; oluşum süreçleriyle, varoluş halleriyle ayrıca ilişki ve etkileriyle anlamaya çalışırız. Bu açıdan baktığımızda sanatı da bu aşamalara göre bölümlere ayırmak mümkün olduğuna inanıyorum. Üçgen grafiklerle şöyle gösterebiliriz:
SANATIN OLUŞUM BÖLÜMLERİ:
YAPI BÖLÜMLERİ:
SANATLA ALIMLAYICI İLİŞKİSİ:
Edebî Söylem
Edebiyat sözcüklerle yapılan bir sanat olmasıyla diğerlerinden daha geniş anlatım gücüne sahiptir. Kullandığı araç (sözlük) fiziksel bir nesne gibi doğal özelliğine bağlı olarak sınırlı değildir. Olabilecek söylem biçimlerinin tümünü kullanabilir. (Bilim, felsefe, haber, şiir, …) Hepsini kullanır ancak hiçbiri olmamak durumundadır, yoksa edebiyat olmaz, başka bir deyişle sanat ürünü olmaz.
Bir metni “edebiyat” olarak niteleyişimiz onun kullandığı söylemden (dilden) dolayıdır. Söylemin kendisi edebi olmadan edebiyat olamaz. Edebiyat edebi söylemi kullanan anlatı (ileti), sanat disiplinidir.
Dil doğal işlevinden çıkarılarak kullanıldığı zaman edebi bir niteliğe bürünüyor. Doğal dil “onun belli bir amaca yönelik yararcı kullanımı, olguları göründükleri gibi, işlevleri ne ise kendilerine karşılık gelen sözcüklerle anlatımıdır”. Dilin doğal anlatımından çıkarılması ancak imgesel kullanımıyla mümkündür; betimlemeler yaparak, çağrışımsal ve kurgusal olmalıdır. Edebi dil değişik anlatı türlerinde de kullanılabilir, bu onun anlatım gücünü arttırıp güzelleştirebilir. Edebiyat bunu belirli bir kurgu ve kendi alanı içinde belirli bir teknikle yapar. Yazılı anlatı türleri birbirlerinin olanaklarını kullanmakla beraber onları ayıran temel özellikler vardır. Anlatı türlerini üç gurup altında toplayabiliyoruz.
– Gündelik metinler; haberler, raporlar, günlük sohbetler,
– Kurmaca metinler; Roman, öykü, senaryolar,
– Kullanmalık metinler; Dinsel ve bilimsel metinler,
Gündelik ve Kullanmalık metinler ele aldıkları konunun veya nesnenin olanaklarıyla sınırlıdır, onların kendilerine ait öğelerine bağımlıdır. Sanatın diğer alanları gibi edebiyatta gerçeğini kendisi yaratır. Anlatımda öteki biçimleri kullansa da bunlar kurgunun hizmetindedir. Amaç felsefî açıklama yapmak, bilimsel bilgi vermek değil, bunları edebi anlatımın kurgusu içinde kendisi için işlevli kılmaktır.
Sözcükler anlatının en küçük birimleridir, dilin doğal halinin bozulması için sözcükler değişik anlam içerikleriyle kullanılmalıdır. Sözcükler içinde üçlü bir ayrım yapabiliyoruz.
– Temel anlam; bir sözcüğün anlattığı ilk ve temel tasarım. Örneğin Taş,
– Yan anlam; aktarmalar yoluyla oluşan yeni sözcük birimi. Örneğin Dilek taşı, taş kapı vb.,
– Çağrışımsal anlam; bireylerin deneyimlerine, öznel duygulanımlarına göre değişiklik gösteren sözcükler. Taş=sağlamlık, güvenirlilik, duygusuzluk vb. anlamlarında kullanılabilir.
Sözcüklerin bu olanakları, belli bir kurgu içinde ve teknikle bir anlatının temeli olurlar. Genel olarak sözcükler ne kadar geniş kapsamlı ve birbiriyle ilişkili olarak (betimlemede) kullanılırsa edebi anlatım o oranda güçleniyor.
Edebiyat esas olarak Roman ve Öyküdür. Tarih içinde geçirdiği aşamalar ne olursa olsun, hangi tekniği kullanırsa kullansın, konu olarak kendine neyi seçerse seçsin anlatı malzemesi değişmez. Bunu da üç gurupta toplayabiliriz.
– OLAYLAR; içeriği eylemler ve ilişkilerdir.
– DÜŞÜNCELER; gözlemler, fikirler, psikolojik çözümlemeler, vb.
– GÖRÜNÜŞLER; içerik olarak betimlemelerdir.
Edebi anlatımlar bunları kendilerine göre ilişkilendirir, birisini diğerinin önüne çıkarabilir. Ancak her durumda ele alınan konu, içinde bulunduğu dünya ile olan ilişkileri, onun üzerinden türeyen duygulanımlar ve yapılan gözlemler olmak zorundadır.
Bu yapı bölümleri belirli bir düzen içinde, kendi içinde bütünlüğü olacak şekilde bir araya getirilip canlandırılmalıdır. Edebiyat kendi tarihi içinde belirli aşamalardan geçip, kendine özgü anlatım biçimleri üreterek varlığını sürdürürken, anlatım biçimleri onların kendi içinde ayrımını verir. Örneğin; klasik, modern, bilinç akışı, vb. Kendi içindeki tüm ayrımlara rağmen anlatı biçimlerinin hepsinin ortak paydasını üç grupta toplayabiliyoruz.
– İç konuşmalar,
– Gerçek konuşmalar,
– Yazınsal anlatılar,
Bu anlatı biçimleri iç içe kullanılır. Kendi içinde hangisinin öne çıkacağı yazarın yaratıcılığına ve seçimine bağlıdır. Edebiyat tarihinde bunları değişik oranda kullanan yazarlar ve eserler bol miktarda vardır.
Nesneler anlatımın malzemesi olarak kullanılıyor; ancak yukarda da söylediğimiz gibi amaç onun fiziksel niteliğini bilimsel yoldan açıklamak ya da hangi pratik amaca yaradığını göstermek değildir. Anlatımın kurgusuna ve kendi yarattığı dünyanın içinde edebi söylemin bir imgesi olarak kullanılır. Tinsel bir üretim olması nedeniyle edebiyatın merkezinde de insan vardır. Cansız nesneler bile bir biçimde insanileşmedikçe etkili olarak işlev göremezler. Sadece süslü sözcüklerle betimlenmiş olarak kalırlar. Eğer insana ait bir duygunun ya da herhangi bir içsel enerjinin anlatımının aracına dönüştürülürse anlam taşıyacaktır, “nesne dinamik” kılınmış olacaktır.
Edebiyatta olmazsa olmaz unsur insandır, romanda “kahraman” ya da “tip” olarak kavramsallaştırılıyor. Nesneleri olduğu gibi, kahramanları da ele alış şekli farklı olabiliyor. İki tür ele alıştan söz edebiliriz. “Verili Karakter”; Bunlarda şaşırtıcı herhangi bir davranışa rastlamayız, bireysel tutumlarını, bir olay karşısında nasıl bir duruş sergileyeceklerini önceden tahmin edebiliriz. Bu tarz kahramanlara “Klasik Romanlarda” çokça rastlanır. “Tipik Karakter”; önceden ne yapacağı kestirilemeyen, kontrol edilemeyen davranışlar sergileyen insan tipleridir. Dostoyevski’nin eserlerindeki kahramanlar buna örnek olarak gösterilebilir.
Malzemesini kendine göre işleyen, belirli anlatım tekniği uygulayan eserlerin hangisinin daha iyi olduğunu söylemek gibi genel geçer bir yargıda bulunulamaz. Doğal olarak bu, sanat eseriyle onun alımlayıcısı arasındaki özgür bir ilişkidir. Önemli olan sanat eserinin bilinçleri kışkırtması, sorgulamaya itme gücüdür.
Edebiyat alanında da kimi eserler yüzyılları aşarak varlığını sürdürüyor. Hangi tür eserler bu kalıcılığa ulaşıyor diye baktığımızda belirli niteliklerle karşılaşıyoruz. Öncelikle okuyucuyu özgür bırakan; yani ona bir inancı propaganda etmeyen, tezler dayatmayan, ele aldığı her şeye karşı eşit uzaklıkta duran anlatımlar olduğunu görüyoruz. İnsanı çok yönlü eğilimlerinin bir bütünü olarak sunabilen, çelişkili yapısını nesnel olarak yansıtan, evrensel yanlarını derinden yakalamış eserler olduğuna tanık oluyoruz. Ancak böylesi sanat eserleri hakikati etkili bir şekilde bilincin önüne koyuyor, uyarıcı etkisiyle arayışa sürükleyebiliyor. İnsanı kendi varlığının örtük yanlarıyla yüz yüze getiriyor.
Her türlü etkinlik bilinç süzgecinden geçerek kişilik yapılanmasında işlev görür. Bu kendiliğinden; olayların uyarısına verilen mekanik tepkilerle de olur, bilinçli bir yönlendirmeyle de. Ancak olayların doğal akışının oluşturduğu; insanı birbirine yabancılaştıran, sıkıntı yaratan duygular (kendini ayrıksı görme, üstünlük taslama, kişilik yarışı vb.) yaşamak yerine; kendini bilerek, aklını nefsine kurban etmeden varolmak daha huzur dolu ve anlamlı oluyor. Aslında aradığımız bu değil mi? Hayatı kendiyle barışık, mutlu, huzur dolu bir sürece çevirerek gerçekleştirmek. Sanat; yaşamın varolandan daha iyi olabileceğinin arayışı, bu arayışa bir çağrıdır. Yaşam dediğimiz süreç insansız olmuyor. İnsana yönelik sevgi, özen ve saygıyla dolu olmadan insan kendini de sevemiyor, kendi olamıyor. Genel olarak sanat ve özle olarak edebiyat kendimizi bu sonsuz arayışımızın hem aracı, hem de dışlamasıdır. “Her nereye dönsek” insanla yüzyüzeyiz. Kendi gerçeğimizin kaynağına dönmek hep onunla “dönmek”ten başka şansımız yoksa bunu da yaşayabilecek potansiyele ve iradeye sahipsek neden kaçınalım ki? Kaçan kaçtığı yerde yaşar.