Okuma süresi: 14.58 mintues

İçinde yaşanılan ortam yeterli bulunsaydı, bireysel ve toplumsal koşullar değişmeden kalırdı. Yetersizlik; hem fiziki gereksinimlerin dayatması, hem de alışılagelenin tekdüzeliğinden kurtulma isteğinden doğar.

İstek oluşturmak, onu doyuma kavuşturacak eylemi doğuruyor. Eylem değişimi, tarihi, kültürü üretiyor.

İnsanın varoluş kaygısı, gününü kurtarmak, geleceği garanti altına almak, eylemliliğinin bütün doğrultularını belirliyor. Fiziki varoluş sorunu; doğaya karşı mücadeleyi, onun güçlerini ve gizlerini farketmeyi, alet kullanımını, bilimi, teknolojiyi doğuruyor. Doğayla ilişkiler; insanların kendi aralarında kurdukları toplu ve organize etkinlikler aracılığıyla kuruluyor. İnsan-insan ilişkileri de bu varoluş problemi temeli üzerinde örülüyor.

Bilim, sanat, dil, görenek, günübirlik ilişki biçimleri bu eksen etrafında gelişip gidiyor. Doğaya karşı üretim için kullanılan aletler ve insanların kendi aralarında kurdukları iletişim biçimleri ve üretimleri bir bütün olarak sosyal ve tarihsel nitelikli kültürel dediğimiz atmosferi oluşturuyor.

Bu genel söylemin somutluluğunu her insan kendi deneyimiyle, üstün körü bir gözlemle görebilir.

Ben de doğup-büyüdüğüm, kişiliğimin temel çizgilerini oluşturan sosyal ortamın değişimini şaşkınlıkla, hayal kırıklarıyla, zaman zaman heyecanla çoğunlukla hüzünlü duygularla izliyorum. Tadı damağımda kalan sade ve sıcak ilişkilerin, insani değerlerin yok olup gidişini çaresizlik içinde, özlemini duyarak yaşamak zorunda kaldım.

*

Yaşam serüvenimizin dönemleri doğanın yıllık devrelerine bağlıydı. Ekim zamanı, hasat zamanı, kışa hazırlık zamanı gibi. Maddi yaşamın olanakları tamamen doğal koşullarca belirleniyordu.

Mazot kokularının eksoz dumanlarının havaya karışmadığı, tarımsal ilaçların, suni gübrelerin bilinmediği dönemi anımsıyorum. Karasaban kullanırdık. Tahıl elle saçılarak ekilir, çıplak elle yolunurdu (birilirdi).

Köylerde rençberler vardı. Toprağı olmayan ücretli çalışan işçiler bazen para bazen ayni ödeme karşılığı çalışırlardı. Çobanların, berberlerin, nalbantların ücretleri daha çok yıllık ve ayni olarak ödenirdi. Hasadın belirli bir dönemde toparlanması zorunluluğu vardır. Yevmiyelilerle iş zamanında bitirilemezse birkaç aile biraraya gelerek sırayla işler bitirilirdi. Kubaşma diye adlandırılan bu işbirliği şekli iş dışı ilişkilerde de dayanışma duygularını çok diri tutardı. Kubaşan ailelerinin işe kattığı insan sayısı kıyaslanmazdı. Her aileden çalışabilecek durumda olan kaç kişi varsa katılırdı. Bizden bu kadar, sizden şu kadar insan olması gerekir gibi herhangi bir pazarlık olmazdı.

Paranın yaşamdaki yeri sınırlıydı. Parayla ticari ilişki, belirli tüketim nesneleri için kurulurdu. Gaz, şeker, tütün, giyecek, sağlık harcamaları gibi. Köyleri dolaşan satıcılar olurdu. Meyve, sebze, sabun, kumaş vb. karşılığında yumurta, buğday arpa değiş-tokuş edilirdi.

Ekonomik olarak kapalı bir yaşamın gelenekleri de kendine özgüydü. Kimsesizler ve acizler geniş sosyal dayanışmayla desteklenirdi. Öyle ki en büyük saygınlık ölçüsü fakir-fukara hakkını gözetme ve eli açıklıktı. Her köyde birden fazla oda bulunurdu. Hali vakti yerinde olan, isteyen herkes bir oda açabilirdi. Bu odalar yaz-kış gece-gündüz kilitlenmezdi. Kilitli olması büyük ayıp sayılırdı. Her zaman herkese açık olurdu. Gün battıktan sonra yabancı birinin köyde geçip gitmesi olmazdı. Bu, o köye hakaretti. Mutlaka çevrilir, bir odada konuk edilirdi. (Motorlu taşıtların olmadığı dönem). Bir yabancının – kimsesizin bu odalarda istediği kadar kalması mümkündü.

Odalar köyün karakolu, mahkemesi, okulu, adamlık öğrenilen yerleriydi. Odaya gitmeyen (erkek) adam sayılmazdı. Özellikle akşam yemeğinden sonra, her erişkin erkeğin mutlaka bir odaya uğrayıp “Cemaate katılması gerekirdi. Anlaşmazlıklar, sorunlar, eğlenceler hep odada ele alınır, yaşanırdı. Toplum içinde konuşma, söz dinleme, “adap-erkan” buralarda öğrenilirdi.

Bir odanın saygınlığı, büyüklüğü oraya o köyden ve dışarıdan daha çok insanın uğramasıyla, daha çok yedirip – içirmesiyle belirlenirdi.

Herhangi bir problem yaşandığı zaman (kişisel, aileler, aşiretler, köyler arası) tarafların biraraya getirilmesiyle çevrede ağırlığı olan saygın insanların inisiyatifinde konu tartışılıp karara bağlanırdı. “Cemaat olmak”, “Cemaate çıkmak” diye anılan bu girişimlerin gücüne kimse karşı gelmezdi. “Cemaatte” tartışılarak alınan kararlara uymak zorunluluk değildi, ama uymayan kişi ya da taraf çok yadırganır ve dışlanırdı. Tapu, nüfus cüzdanı çıkarma, ölümle sonuçlanan kavgalar dışında devlet kurumlarıyla pek ilişki olmazdı. Borç-alacak ilişkisi; çek-senet benzeri belgelerle belirtilmez, doğan anlaşmazlıklarda ise resmi kurumlara gerek duyulmazdı. Kapalı ekonomi, makinanın olmadığı, ulaşım ve haberleşmenin bire bir insan ilişkileriyle ve doğal güçler aracılığıyla yapıldığı koşullardı.

Tek eğlence ortamı ve olanağı düğünlerdi. Davul-zurna eşliğinde günlerce halaylar çekilerek düğün yapılırdı. Yörenin kendine özgü halayları ve müziği (türküler) vardı. Eğlencenin veya duygu yüklü olayların niteliğine uygun türküler söylenirdi. Ağıtlar, kına türküleri, depçe türküler (müzik aleti olmadan söylenen türküler), uzun havalar, Ritimleri ve melodileri farklı farklı türküler.

Alışageldiğimiz bu yaşam biçimi yeni araçların kullanımıyla temelden sarsılmaya başladı.

İlk önce adını duyduk, sonra bedenini gördük, Motor (yörede traktöre motor denilir) ve Biçer-Döver hayatımıza girdi. Kocaman ve tırtıklı tekerlekleriyle, dört köşe cüssesi ve yukarıya çevrilmiş hortumundan kara dumanlar püskürterek tarlaların bağrına daldı. Onlarca insanın, atların ve öküzlerin gücüyle karasabanın yaptığı işi bir çırpıda ve daha kaliteli şekilde iş gören saban türleriyle toprağın altını üstüne getiriyordu. Toprak daha bir doğurgan ve verimli kılınmak üzere traktörlerin ayakları altına umut ve heyecanla serildi. Tohumlar mibzerlerle çabucak toprağın kucağına saçılabiliyordu. Daha sonra suni gübrelerle beslenmeye başlanan topraklar daha üretken oldular, bereket saçtılar. Yetmedi ilaçlarla daha bir egemenlik altına alındı. Sadece bize, insanlara hizmet etmeliydi… “Zararlı” otlar, böcekler, kuşlar, tavşanlar, sürüngenler toprağın nimetlerine dokunmamalıydı. Herşey biz insanların çıkarına ve yaşamına hizmet etmeliydi. İnsanın rahatına zarar veren herşey uzaklaştırılmalı, gerekirse yok edilmeliydi. Bu evrensel “Bilinç” evrensel araçlarla en küçük yerel dünyaları bile “şenlendirdi”.

Bir zamanlar türkülerde bir tat, imge olan kuşlar bir daha görülmez oldu. Turnalar, kınalı keklikler, toylar, leylekler…

Beden emeğiyle çalışarak köylerde yaşamını sürdüren rençberlere artık yer yoktu. Traktörler, Biçer-Döverler, Kamyonlar, Patos makinaları her işi görüyordu. Onlar da (rençberler) turnalar gibi katar katar olup toprak yolların kozları arasında eriyerek bilinmez dünyalara, medeniyetin acımasız çarkları arasında eriyerek bilinmez dünyalara, medeniyetin acımasız çarkları arasına (şehirlere) kendilerini attılar.

Makina bereket, çeşitlilik, yeni-yeni ilişkiler getirdi. Yeni gereksinimler türedi. Verim arttı. Gereksinimden fazla ürün pazara aktı, para oldu. Para kışkırtıcıdır, fazlalaşmak ister, tüketim iştahını kabartır. Yepyeni ilişkiler, yepyeni dünyalarla yüzyüze gelindi. Doğanın insafına bağlı yaşam koşulları büyük ölçüde parçalandı. Eski yaşamın herşeyi sarsıldı.

Dayanışma duygulan yok oldu. El açıklığı ve yedirip – içirme erdemliliği kısa sürede yerini bir kuşkuya bıraktı. Kuşku doğasına uygun soruyu doğurdu, “neden yapayım?” Bir zamanlar saygı duyulan, erdem kabul edilen değerler küçümsenir oldu.

Dayanışma duyguları, küçük-büyük ilişkilerindeki ölçülülük çözülmeye başladı. Bir zamanlar yıllık zahireyi kurtarmak, onu güvenceye almak olan ekonomik motivasyon hedef büyüttü. Uzun bir geleceği güvenceye almak, daha çok biriktirmek, güç toplamak, ekonomik yarışta geriye düşmemek, başının çaresine bakmak, hırs, bencillik günü birlik yaşamın dokularına nüfuz etti.

Gelecekte ne yapacağım, nasıl yaşayacağım gerilimi benlikleri sardı. Yavaş yavaş “canım sıkılıyor” yakınmalarını, yalnızlık duygusu yaşayan insanları sık sık görmeye başladık. Makinanın girişiyle parçalanan kapalı yaşam alışageldiğimiz ilişki sistemlerinin yıkılışı yönünde sarsıcı bir etki yaptı.

İçinde doğduğum, var olduğum, kimliğimi oluşturan yaşam tarzı ve değerler yok oluyordu. Yeni ortamda yeni ilişkileri soluyarak yaşama devam etmekten başka çare yoktu. Ama fizik olarak ne kadar ilkel yabanıl öğelerle örülü olsa da eski ortamın dayanışmacı, doğal ve sade ilişkilerinin özlemi hiçbir zaman dinmedi.

*

Değişimin önüne geçilemiyor. Tekniğin gelişimi bir yandan gereksinimleri daha seri şekilde karşılıyor, diğer yandan yeni gereksinimler doğuruyor. Teknolojik gelişim, hızlı iletişim insanları daha mı mutlu etti, gerilimlerini azalttı, daha insani bir ortam yarattı? Bu soruları ortaya çıkaran bir keskin dönüşüm daha yaşadık. Elektrik hayatımıza girdi. Gaz lambalarının isinden kurtulduk. Bir düğmeye basarak ortalığı aydınlatma şansını yakaladık. Elektrikle çalışan tüm araçlar günlük yaşamımızın ayrılmaz parçası oldu. Televizyonun düğmesine bastın mı dünya evinin içinde, telefonun tuşuna dokundun mu istediğin insanla görüş. Doğrudan insan ilişkisi küçücük köy ortamında bile neredeyse yok oldu. Herkes evine kapandı, sosyal yaşamın merkezi olan odalar silindi gitti.

Eğlence şekli değişti. Düğünler, yüzlerce insanın meydanlardaki halaylı türkülü katılımıyla yapılırken, şimdilerde düğün salonlarına tıkındı. Yöresel türküler, oyunlar kurumaya başladı. Kasetler, televizyonlar, canlı orkestralar müzik-eğlence gereksinimini nasıl olsa karşılıyor.

Yaşam bir kez daha tepeden tırnağa dönüşüme uğradı. Yalnızlaşma yoğunlaştı, kendi kabuğuna çekilme hızlandı, daha gerilimli bir yaşamın fırtınaları herkesi sarıp sarmaladı. Karşılıklı ilgisizlik, herkesin kendi varlığını ancak kendi çabasıyla korumak zorunda kalışı, geçmişin tüm değerlerini, ilişki biçimlerini eritti.

İnsanlar birbirleriyle ekonomik eksenli toplumsal işlevleriyle karşılaşıyorlar. Yaşlılar yalnızlığın baskısından kurtulmak için şehirlerdeki çoluk- çocuklarının yanına sığınmaya başladılar. “Canı sıkılmak”, “Yalnızlık hissetmek” yüzlerce yıldır yaşanmamış, duyulmamış şeyler şimdi insanların ruhuna hastalık üreten şeytan olarak girdi.

*

Görüp yaşadığımız, ürünü olduğumuz bu ortamı hazır bulduk. Daha gözümüz görmeye, kulağımız duymaya, elimiz – ayağımız tutmaya başladığı andan itibaren bu hazır ortamın güçleriyle bire – bir ilişkiye giriyoruz. Sorgulamaya zaman ve gereksinim olmadan. Nefes almak, yürümek, konuşmak kadar doğal etkinlikler ve ilişkiler ağıyla örülüyoruz. Kültür dediğimiz bu devingen güç; hem bir yaşam biçimi (toplumsal olarak) değerler sistemi, hem de bir kişilik oluşturma gücü olarak varlığını ortaya koyuyor (bireysel olarak).

Doğallığı ve kendiliğindenliği öylesine rahat sergileniyor ki; ancak farklı nitelikte türdeşleriyle karşılaştığı zaman sıradan bilincin değerlendirme alanına giriyor. Bunu kendi yaşamımda belirgin şekilde gördüm. Girdiğim değişik ortamlarda bilincime ilk çarpan yaşam tarzı ve ilişkiler farklılığı oldu. Beni ben yapan ortamla, girdiğim yeni ortamı kıyaslamak oldu. İstanbul’a ilk geliş, ilk yurt dışına çıkışta bunu ürperircesine yaşamıştım.

Taşradan ülkenin en büyük şehrine geldiğimde derin bulanımlar yaşadım. Bir an önce buradan kaçıp kurtulmak istedim. Yeni ortamın değerleri ve insan ilişkileri bir türlü içime sinmiyordu. Kendimi çok farklı ve ayrı bir dünyanın varlığı olarak görüyordum. Bu gerçek bilincime ve benliğime abanmıştı. Ancak içine düştüğüm bu ortamda yaşamak ve uyum sağlamak zorundaydım. Uyumu sağladıkça kendimi rahat hissettim. İki ayrı ortamdan birini tümden yok sayıp onun yerine yenisini olduğu gibi koyarak yaşamanın mümkün olmadığını gördüm. Bir kültürel ortamda kazanılmış değerler insanın benliğinin yapı taşı olmuşsa onun günlük yaşamında kendini iyi hissetmesini sağlıyorsa kalıcı oluyor. Yeni ortamın kültürel değerleriyle (ögeleriyle) kaynaşarak zenginleşiyor. Kültür; KESİNTİSİZ VE DAYANIKLIDIR.

Var olanla yetinmeme, daha iyisine ve rahatına erişme arzusu, sürekli artan gereksinimler insanı ve toplumu arayışa yöneltiyor. Öznel içerikli eylemlilik yeni keşifleri ve atılımları doğuruyor. Eylemlerimiz birbirimizle işbölümü biçiminde doğaya karşıdır. Yaşam biçimimizi tekrarlayarak yaşayamıyoruz. Yeni projeler oluşturup uygulanarak sınırları sürekli aşıyoruz.

Yetinmezlik, doyumsuzluk, merak vb. eğilimlerinin doğurduğu açlık, eylemi doğuruyor. Bilincin ya da bilinçlerin birbirinden bağımsız tasarımlarıyla gerçekleşen girişimlerde elde edilen nesnel ve tinsel sonuçlar adım adım toplumsal yaşamın dokusuna yayılıyor. İnsanların varlıklarını güvence altına alma ve koruma kaygıları, toplumsal devinimin ve kültürün dinamiğini oluşturuyor.

Ancak yaşamda edinilen alışkanlıklar, ahlaki ölçüler, günübirlik ilişki biçimleri hemen yaşama girip, serpilip, saçılamadığı gibi, yaşamdan çıkıp gitmesi de çabucak ve dirençsiz olmuyor.

Yıllarca tekrar tekrar yaşanılan ilişkiler, taşınan değerler tek tek insanların bilincine ve toplumsal değerlerin içine kök salıyor. Bu belirli bir alışkanlık, güven, doyum ve ferahlık sağlıyor. Doyum alışkanlıkları pekiştirir. Doyumsuzluk boşluklar üretir. Doldurulması gereken boşluklar alışkanlıklar ve değerlere bakmaksızın doyum ister. Bu, eskiyi aşmak enerjisiyle dolu eylemi doğurur. Eylem; doğası gereği ilişkidir, bireysel ve toplumsal doyum beklentilerine yanıt verdiği ölçüde aşkın – devindirici bir işlevi gerçekleştirir.

Maddi yaşamın sürdürülmesi ve organizasyonuyla uyuşmayan alışkanlıklar, ilişki biçimleri ve tinsel değerler zamanla ya yok olur, ya da yeni dayanaklarına uyum sağlayarak varlığını sürdürür. Kültürel yaşamın kendisi bu açıdan hem tutucu hem de devingendir. Kültür bu zıt eğilimleri içinde taşır. Olumlu nitelikte kazanılmış var olandan kopmamak; zorunlu değişimlerin baskısıyla yeni koşullara uyum sağlamak için eski kabuğunu çatlatmak gelişimine yol açan içsel çelişkisidir.

Kültür hem doğal ve kendiliğinden, hem de öznel ve tasarımsaldır. Tüm kültürel ürünler ve ilişkiler, onu yaratan ve uygulayanlar için bilincin yönlendirmesi bir amacın gerçekleşmesine yöneliktir. Bu boyutuyla özneldir. Ancak ürün veya ilişki modeli bir kere sergilenip başkasının “tüketimine” sunulduğu zaman artık o bir ortam, bir atmosferdir. Bu yanıyla da doğaldır.

İnsan yaşadıklarını ve etkinliklerini meşrulaştırır. Giderek kendi sınırlarının ötesinde bir değer yükleyerek anlamlandırıp yüceltir. Yaşam biçimi, alışkanlıklar, tinsel değerler onun kimliğine damgasını vurur. Bir bütün olarak kültürel değerler onun bireysel varlığının nesnel temeli olur. Kendisini kendisinden farklı olanlar karşısında belirleyeceği dayanakları olarak görür.

Kültür tek tek bireyler için davranışlarıyla, yaşam karşısında duruşlarıyla, tasarımları ve özlemleriyle içinde gezindikleri bir bahçedir. Onlar bu bahçeyi attıkları tohum ve diktikleri fidelerle zenginleştirip renklendirebilirler. Zaman zaman o bahçeyle içinde yaşayanlar birbirlerine karşı sınırlayıcı, zorlayıcı, boğucu olsalar da sonuç olarak bir yolunu bulup daha renkli ve geniş dünyalar yaratabiliyorlar.

Toplumsal ve kişisel yaşamın tinsel tutarlılığı ve sürekliliği kültürle sağlanıyor. Yaşama direnç, dinamizm ve bütünsellik sağlıyor. Aynı zamanda sonsuz gelişim yolu üzerinde durmaksızın yeni yapı taşlarıyla bezeniyor, renklenip çeşitleniyor. Yağmur damlalarıyla güçlenen, başka başka akıntılarla ve yan kollarla beslenen nehir gibi.

Mustafa Alagöz
+ Son Yazılar