Okuma süresi: 23.4 mintues

l.

İnsana dair ne kadar tanım yapsak onu tüketemeyiz, çünkü hep kendisinin ötesine geçen, varlığını gerçekleştirdiği her sınırda yeni sınırlara itilen; yetinmeyen, merak eden, bilmek isteyen, huzursuz ve kaygılı bir doğaya sahip. Doğa dediğimizde belirli yetilerle yüklü ve bu yetileri gerçeğe dönüştürmeye yazgılı, hem yapıcı hem de yıkıcı olan bir “yaşayan” özgür iradeli bir varlığı anlıyoruz.

Biyolojik evrim sonucu ortaya çıkan ve bilimce “homo sapiens” olarak tanımlanan bir canlı varlık; ancak evrim süreci sonucunda önceki tüm aşamaları genetik olarak içinde taşımak, geçmişiyle biyolojik akrabalığı korumakla beraber ayrıksı bir yanı var; düşünce.

Etimolojik olarak Latince “sapio” tatmak, “sapiens” tadan, tatla algılanır’ (Nietzsche) anlamına geldiği söylenir.  Bunu “tadarak, deneyimleyerek bilmek” anlamına taşımak yanlış olmaz.

Bilmenin ve bilincin ortaya çıkmasıyla doğal evrim sürecinin bir ürünü olan insan doğaya aşkın hale gelmiş,  kendi varlık sorumluluğunu yüklenmiş, özgürlüğünü edimselleştirmenin sonsuz yolculuğuna başlamıştır.

En ilkel aşamada bile insan öncelikle kendisiyle dışındaki dünyanın varlığını fark eder. Biyolojik bir varlık olarak yaşamsal gereksinimin ilk adımı olan beslenme sorunuyla karşılaşır. Gereksinmelerini öncelikle doğanın hazır nimetleriyle karşılaşmak zorundadır; avcı ve toplayıcı olarak yaşamak zorunda olsa da kendi varlığını, içinde bulduğu çevrenin olanakları ile ayakta tutup devam ettireceğini görür.

Ancak etrafında gördüğü tekil nesnelerin, olayların ve bir bütün olarak çevre koşullarının geçici olduğunu algılayıp bilir; görünenler, olaylar ve nesneler ne kadar geçici olsa da yok olmadığını, değişik biçimlerde devam ettiğini de fark eder. Değişim ve dönüşümlerin, farklı görünüşlerin ortaya çıkıp yok olmalarının kesintisiz akışını da pratik olarak deneyimler.

Dış dünyada olup bitenler ve insanın içinde bulunduğu ortama bağımlı yaşamı hem kaygı hem merak hem de bilme isteği doğurur; merak ve bilme isteği sorgulamaya yol açar, olayların ve nesnelerin varlığının arkasında “ne var” arayışına.

Aristo “Metafizik” adlı eserinin daha ilk cümlesinde şunu söyler: “Bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler. Duyularımızdan aldığımız zevk bunun bir kanıtıdır.” Bilme edimi duyularda uyandırdığı zevklerin yanında bilinmeyen bir dünyanın doğurduğu tehlikeleri görüp yaşamın güvenliğini sağlamaya araçlık etmesi açısından da yaşamsal bir gücü ve işlevi vardır. İnsan kendi yaşamını güvenceye alıp devamlılığını sağlamak için çevresini, dünyayı ve giderek evreni anlamaya çalışırken birbirine bağlı farklı tinsel ürünler, kendi içinde bütünselliği olan açıklamalar ve yorumlar geliştiregelmiştir; mitolojik, masalsı, dinsel ve nihayet bilimsel düzeyler olarak.

Bunlar bilincin mitolojik, dinsel, bilimsel formları olarak ortaya çıkıp yok olan olayların ve evrendeki döngülerin içeriğini açıklamaya yönelik biçimleridir. Her ne kadar evreni anlama dürtüsü, varoluşa ve insan yaşamına dair arayışlar farklı yöntem, araç ve pratik yollarla yapılsa da bu, merkezinde düşünce olan tinsel bir yolculuktur.

Tarih boyunca tinsel süreç mitsel, dinsel ve bilimsel aşamalardan geçerek günümüze gelse de bu arayış ve anlama yolculuğu son bulmayacaktır; dahası, uygarlığın bugünkü düzeyine ve insanlık bilincinin erişmiş olduğu birikime bakarak mitolojik ve dinsel formların ortadan kalktığını ya da kalkacağını sanmak gerçekçi olmaz. Öncelikle her yeni doğan bebek, bilincini geliştirme yolculuğuna sıfırdan, bir tabula rasa haliyle başlayacaktır. Diğer yandan insan kendi benliğinin yapılandırmasını, hüviyetini oluşturmasını, varlığına anlam vermesini ancak kendi gayretiyle yapacaktır. Genel olarak dış dünya hakkında bilgiler kitaplardan, okullardan, pratiklerden öğrenilip uygulamaya sokulabilir; ancak insanın öz-benliğiyle, asli varlığıyla buluşması dışarıdan aktarılan bilgilerle ve reçetelerle olmuyor. Bu anlamda en yetkin bilinç durumunun bile içinde bilimsellik altı mitsel ve dinsel öğeler varlığını sürdürürler.

Sonlu ve geçici görünüşlerin arkasında sonsuz bir gücün var olduğu inancı bilincin gelişiminde büyük bir adımı oluşturur. Bu düzey Tinin sadece duyusal uyaranlara, nesnelere ve görünüşlere gömülü kalmaktan onların içeriğine ve varoluş nedenlerinin arayış aşamasına erişmesidir. Mitoloji bu sürecin sezgisel – hayali aşaması, din ise tasarımsal, felsefe ise ussal mertebelerini oluşturur.

Bir bütün olarak insanlık tarihi, özünde bu tinsel yolculuğun sonsuza yayılan açılımının sahnesidir: Merkezinde düşünce, ereğinde özgürlük, birey açısından da kendini bilme ve anlamlandırma kaygısının egemen olduğu örtükten açığa, bilinenden bilinmeyene uzanan tinsel macera.

Mitolojik bilinç çocuk bilincidir; olaylar arasındaki bağlantıyı kuramayan, ama bunu sezgisel – düşsel yollarla açıklama çabasıdır. Bu bilinç durumunun karşılaştığı olaylara, yaşam deneyimlerine, doğanın döngüsüne ve dış dünyanın sonsuz çeşitliliğine getirdiği çözüm mitik öznelerdir ki tümüyle duyusal varlıklar ve duyulara hitap eder niteliktedir. Her ne kadar “cin”, “ruh”, “büyücü” gibi özneler olduğu belirtilse de hepsi insan, hayvan, bitki, taş, dağ, ağaç, orman vb. suretinde ve bunların birleştirilmesinden oluşan hayali varlıklardan oluşturulurlar. Böylece mitolojik kurgular kendi içinde eklektik biçimde de olsa bir bütünlük taşırlar, kendilerine özgü bir kozmogonileri (evren doğum, yaratım) kozmolojileri vardır.

Olgusal gerçekliği olmayan söylenceler mitsel figürler, hayali ve düşsel içerikler ussal pırıltılar da taşır. Bağlantıları kurulmamış, süreçlerin aşamaları tutarlı biçimde gösterilmemiş olmasına karşın görünmez güçlerin varlığı kendine göre sebep-sonuç ilişkisi bağlamında bir bütünlük taşıdığı düşsel-sezgisel olsa da gösterilir.

Yaratılmış olanların geçiciliği, ancak yaratımın –oluşların– sürekliliği, giderek arkada her şeye egemen ruh, Tanrı vb. varlığı inancı bilincin gelişim sürecinde yüksek bir düzeyi oluşturur.  Çünkü görünüşlerin değişkenliği, yaşamın kendine özgü döngüsü arkasında görülmeyen, ancak görünenleri yönlendiren, biçimlendiren bir gücün varlığı bilincin soyutlama düzeyine tırmanışını belirler. Daha da önemlisi değişkenlerin gerisinde bir değişmez kudretin olduğu inancı, bilincin yerelden evrensele yükselişini de müjdeler.

Bu sorgulama bilme, merak, deneyim ve gözlem vb. itkisiyle başlayan tinsel macera, soruları kendi içinden oluşturarak, yanıtı kendinde aramak gibi bir süreci de tetikler. Görünmez bir güç arayışı aslında bütün bu oluşların merkezi nedir, öznesi kimdir arayışıdır da. Bu soruna dünyanın üç bölgesinden üç ayrı yanıt verilmiştir. Yanıtlar ve özneler ne kadar farklı gözükse de soruların kaynağı aynıdır: “Bu olağanüstü evrenin merkezinde ne var?”

Birincisi bilgelik dünyasından; Uzak Doğu’dan, Hint ülkesinden: “Devi eşi Şiva’ya sorar; tohumu ne oluşturur? Bu biçimsiz harikalarla dolu evren nereden gelmekte? Kaynağı nedir? Evrensel çarkın merkezinde ne var? Biçimleri istila eden biçim ötesindeki bu yaşam nedir? Mekânın, zamanın, isimlerin ve tanımların ötesinde olana nasıl girebiliriz? Kuşkularımı gider.”

Kuşku bilimin ilkesidir, ama kuşkuyu aşmak için izlenen yol olarak. Kuşkunun bilim dünyasındaki yeri eminliğe varmak, elde edilen sonuçları herkesin deneyimlerine, gözlemlerine ve sorgulamalarına sunmaktır. Bu diyalektik bir durumdur ki, böylece bilim kendi yolunu gerçek kılarak canlı tutar, varmış olduğu sonuçları yanlışlamaya da açık kalır. Onun için dogmatizm bilimde yer bulamaz, her türlü dogmanın, zannın aşılmasının da panzehiri olur.

Devi’nin, eşi Shiva’dan “kuşkularımı gider” talebi aslında ben kimim, bu varoluşun anlamı nedir, “bu harikalarla dolu evrenin” içinde benim yerim nedir, yaşamın anlamı nedir, sorularına yanıt arayışıdır.

Bu kadim varoluşsal soru insanın gündeminde olmaya devam edecektir. Çünkü insan bir yok-varlıktır; biyolojik donanımıyla tam, ancak hüviyetini bulmak, bireyselliğini oluşturmak anlamında yoktur, başka bir ifadeyle bu tinsel yanını kendisi var edecektir: bilincinin yaratım yetisi ve iradi eylemleriyle, çünkü bunları hazır bulamaz. Böylece kendini inşa etmek sorumluluğuyla baş başa olmak her insanın varoluşsal yazgısı haline gelir.

Bilgelik dünyasının insanlığa armağan ettiği Yoga, Tantra, Zen, Tao vb. arınma, kendi özüyle buluşma yöntemleri binlerce yıllardır sayısız insanın deneyimlerinden süzülerek gelmiş, bireyin kendini keşfetmesine yol gösteren mirastır: Nirvana, mokşa, samadi, kaivalya gibi kavramlar sözel olarak farklı gözükse de aslında aynı gerçeği ifade ederler. Arzularımız, beklentilerimiz, dünyevi hırslarımız, çerçöple dolu zihnimiz kendimize yabancılaşmamızın, farkındalıktan uzak, şaşkın ve mutsuz bir hayat sürmemizin nedenleridir. İnsana acı veren, mutsuz, kendinden habersiz bir yaşamın karanlığından aydınlanmaya varmanın yolunu gösterirler. Bunun için “sutralar” belirleyip bedensel ve zihinsel deneyimler yoluyla arınmanın mümkün olduğunu bildirirler.

Bu yöntemler kişinin bizzat kendi iradi pratikleri ve sorgulama-gözlemleme yoluyla kendini keşfetmenin yolunu gösterirler. İçsel deneyim, gözlem ve arınma yöntemleri olan bu arayışta nesne bilgisi, akıl verme, felsefi mantıksal açıklama, “kişilik geliştirme”, egoyu beslemeye dönük öneriler bulunmaz. Onlar insana kendi iç dünyasını tanımanın ve içsel karmaşasını aşmanın yöntemlerini bildirirler, “gerisi sana kalmış” anlamında kılavuzluk yaparlar.

Bir merkez arayışının ikincisi peygamberlik dünyasıdır, ortaya çıktığı bölge Ortadoğu. Mitolojik söylemlerle türetilmiş olan çok sayıdaki “tanrı”, “ruh”, büyülü güç kabulleri bildik nesnel varlıklar ve hayali suretler aşılarak tek Tanrı soyutlamasıyla çoklu merkez Bir’e gelmiştir. Tanrı her şeyi yaratmış, en sonunda insanı da yaratarak onunla ahitleşmiştir.

Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı.” (Tevrat: Yaratılış. 1:1-2)

Tanrı yeryüzünü sırasıyla ışığı, kara parçalarını, bitkileri, canlıları ve en sonunda insanı yarattı.

“Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu” (Yaratılış. 1:27). “Rab Tanrı Âdem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Âdem yaşayan varlık oldu”( 2/7)

Peki! Yaratıcı her şeye kadir, egemen Rab insan tarafından nasıl bilinecek, bir canlı varlık olarak Âdem Rabbini nasıl bilip bulacak? Bu süreç kutsal metinlerin kendi oluşum sürecinde anlatılagelir.

Tin olgusal bir süreç ama tinsel sürecin sorgulanması düşüncenin edimidir ve bu edim bireyseldir; sorgulama, düşünsel çaba bireye aittir, sonuçları ve ürünlerinin kullanımı ise toplamsaldır. Âdem –homo sapiens – yaşayan varlık olmaktan Rabbini bilen varlığa dönüşmesi, bu yolda sonu gelmeyen arayışlara girişmesi kaçınılmaz olacaktır. Bilinç doğası gereği kendi özdeşliğinde kalamaz, görünüşlerin göründüğü halleriyle yetinemez. Gerek İncil’de gerekse Kuran’da kendi yapılarına uygun olarak soruna dair söylemleri görürüz:

İncil’den: “Dileyin, size verilecek; arayın, bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır.” (Matta:7:7)  “Örtülü olup da açığa çıkarılmayacak, gizli olup da bilinmeyecek hiçbir şey yoktur.” (Luka. 12:2)

Özgür irade İsa ile tinsel hayata, felsefi düşünceye girmiştir, çünkü insanları “aramaya”, “kapıyı çalmaya” çağırmakta, ayrıca “gizli olan her şeyin açığa çıkacağını” beyan etmektedir; Kime? Herkese. Bireyin ortaya çıkması iradesini kullanmasıyla mümkün olabilir, böylece kendisi hakkında ve ilişkileri alanında sorumluluk üstlenir duruma gelmiş olur.

“Gece onun üstünü örtünce bir yıldız gördü de “İşte Rabbim bu!” dedi. Yıldız battığında ise “Batıp gidenleri sevmem!” diye konuştu” (En’am. 76) … “Güneşi doğarken görünce de, ‘İşte benim Rabbim! Bu daha büyük’ dedi. O da batınca (kavmine dönüp), “Ey kavmim! Ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım” dedi. “Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır, hala öğüt almayacak mısınız?” (En’am.80)

Kuran bu süreci daha da yükseğe taşır. “komşunuzu-ötekini kendiniz gibi sevin” çağrısını eylemle gerçekleşeceğini bildirir. Israrla “salih amel – iman” kavram çiftini hep birlikte kullanarak tecrit bir yaşamla aydınlanma arayışını, sadece “sevin” buyruğunu sınırının ötesine taşır: Bireysel yaşamla birlikte, toplumsal yaşam düzeyine çıkarır. İnsanın sevgiyi ve imanı (kendinden eminliği) özgürleştirici fiillerle gerçeklik kazanacağını bildirir. “İman edip hayra ve barışa yönelik işler yapanlara gelince, Rahman onlar için bir sevgi oluşturacaktır”(Meryem, 19/96). Mesaj kısaca şöyledir; sorgulayın, ders çıkarın, sorumluluk üstlenip “salih amel”de bulunun, sonucunda içinizde sevgiyi bulacaksınız.

Tinin dünyaya gömülü durumdan çıkıp özgürlüğe, evrensele yükselişi; düşünen özne olarak insanın kim olduğu sorunsalına evirilmesi, bilimsel felsefi olgunlaşmaya girişi oluşturur. Bu oluşumun bilimsel temeli Yunan’da atılmıştır. Yunan mitolojisinde pek çok, tanrıdan söz edilir. İlk bakışta bir dağınıklık varmış gibi görünse de özünde bir bütünlüğün, sezgisel olsa da aşamalı bir sürecin olduğu görülür. İçgüdüsel dürtüler, duyusal yaşantılar, hayali-düşsel kurgular biçiminde oluşturulmuş olsa da geri planda hep bir merkez–arke–temel kaynak arayışı olduğu göze çarpar.

Evrenin doğuş şemasını Hesiodos şöyle açıklar: “Her şeyin başı Kaostu. Geniş göğüslü anne Gaia vardı, bunlar ölümsüzlerin kökeniydi. …  Ardından ölümsüz tanrıların en güzeli olan Eros… Eros insanların ellerini ve ayaklarını kalplerini, akıllarını ve isteklerini alıp gitti.” (Hesiodos. Teogonia. 16-20)

Yunan mitolojisi varsaydığı sayısız tanrılar arasında ve onların karmaşık ilişkileri içinde bir arke arayışının tohumlarını da ekiyordu; böylece felsefi düşüncenin canlanması için gerekli ve bereketli toprağı sunmuş oluyordu.

“Felsefe tarihinde Miletos Okulu (İ.Ö. 6 yüzyıl) olarak bilinen okul Tales, Anaksimandros ve Anaksimenes’in doğayla ilgili gözleme dayalı bilgilerle örülü düşüncelerinden bina edilmiştir. Söz konusu düşünürlerin felsefenin temelini oluşturmasının nedeniyse, … geleneğin verdiği cevapla yetinmeyip ‘Evrenin ilk ilkesi, yani Arkhé nedir? şeklindeki ilk felsefi soruya verdikleri yanıtlarda yatar. Onlar tek olanı, bütün varlıkların değişmez maddi ilkesini’ aramaya başlayarak Yunan felsefesinin doğumunu müjdelemişlerdir.” (Ç. Dürüşken. Antikçağ Felsefesi; S.68)

Varoluşçuğu kabul edilen, ölümsüz, insanüstü niteliklerle yüceltilen güçlerin –tanrıların– göklerden yeryüzüne indirilmesi çabası başlamış oldu.

Sezgisel ve mitolojik kavramları akli sorgulamadan geçirmek; evreni, gökyüzünü, yıldızları, dünyayı ve üzerinde var olan her şeyin arkesi, temel kaynağı nedir sorusuna yanıt arayışı bilimsel düşüncenin şafağını oluşturdu. Antik Yunan’da buna kimi filozoflar tarafından değişik doğal öğeler, simgesel anlamda önerildi; su, toprak, hava ve ateş her şeyin kayağı olarak ileri sürüldü.

Doğayı anlamakla, “göktekileri” yere indirmekle başlayan felsefi nitelikli sorgulamalar sonunda insanı anlama aşamasına vadi. Düşüncenin (genel olarak tinin) gelişimi doğadan insana dönmesi Sofistlerle başladı. Onlar her şeyin ölçüsünün insan olduğunu bildirdiler. Sokrates bu görüşü farklı şekilde ele alarak sistemli bir sorgulamayla felsefi düşünceyi ilkeli bir zemine oturttu.

ll.

Ahlaki, hukuksal, mitolojik, felsefi vb. söylemler tümü insan olarak insanın doğasında bulunan yaşamsal enerjileri harekete geçirdiği, potansiyel olarak canlandırılmayı bekleyen yetilere hitap ettiği sürece kalıcıdırlar. Biyolojik varlığından daha çok, insanın kendi varlığını anlamlandırma, benliğini inşa etme sorumluluğu ile bağlı olduğu dünyasını besleyen her düşünsel üretim zamana ve mekâna aşkın kalır. Görülebileceği gibi dinin, ahlaki değerlerin, hukuksal ilkelerin hiçbirinin insanın biyolojik yanıyla ilgisi yoktur, o alan doğaya aittir, yani doğa yaslarının hükmü altındadır.

İnsan davranışlarının, düşüncelerinin ve yeteneklerinin kısıtlanması karşısında daralır, iradesine dışarıdan konulan bir sınırlama onda başkaldırıyı doğurur. Kendini gerçekleştirmek gibi varoluşsal dürtüsü bu sınırı aşma atılımına yol açar, özgürlüğüne kaçmaya kışkırtır. Örneğin; Prometheus ile Âdem miti özünde insan doğasındaki bu varoluşsal itkinin değişik biçimde ifadesidir. Her ikisi de Tanrı tarafından konulmuş yasağa bir başkaldırının sembolüdür.

Bu anlamda insan hep yaratıcı bir huzursuzluk içinde olmaya hazırdır. Güvenliğini ve yetilerini gerçekleştirmek yolunda var olan engelleri aşmaya kurguludur. Prometheus ateşi tanrılardan çalıp insanlara verir, Âdem cennetteki kendisine yasaklanmış “Bilgi Ağacı”nı meyvesinden yiyince Tanrı tarafından cezalandırılır.

Bilinç doğası gereği kendine özdeşlikte kalamaz, kendini ve kendisine nesne edindiği her şeyi bilmek, ayrımlarını ortaya koymak ister. Eylemleri ile kendini ve dış dünyayı dönüştürmek, bu özdeşliği aşmasının, hep kendisinin ötesine geçmesinin göstergesidir. Bilincin ateşi, iradenin gücü ve yaşamsal enerjisinin itkisiyle kendini var kılar, özgürlüğünü edimselleştirir.

Bilmek–yapmak–olmak insanın varoluşsal yazgısı, gerçeği bilmek bunun olmazsa olmaz koşuludur. Gerçek derken kendinde nasılsa öyle olan, bireylerin keyfine göre eğilip bükülmeyen, her bilinç biçimine ve her bireye karşı eşit mesafede duran olgusallığı kastediyoruz. Ele geçirdiğimiz ölçüde ona tanık oluruz, böyle de olsa “gerçek olan” içeriğini ve yasalılığını değiştirmez.

Gerçeği nitelikleriyle, dönüşümlerini, halden hale geçişlerindeki akışına tanık olmakla biliriz. Sonsuz akışın içinde değişmeden kalanı bulmak düşünen özne olarak insanın ezel – ebed sorunsalı olagelmiştir. İster gerçekliği bilme aşaması, ister bildikleriyle üretim ve yaratımlarda bulunsun olanı, olmakta olanı ve olacak olanı anlama çabası sonlanmayacaktır.

Mitoloji, din, sanat, bilim, felsefe düşüncenin kendi içinde gelişim evreleridir. Tarih aslında düşüncenin kendini zaman içinde gerçekleştirme ve tanıma sürecidir. Her şeye karşın bireysel yetkinlik ne kadar gelişmiş olursa olsun rüyalar, inanç biçimleri, vehimler, hayali kurgular her zaman ortaya çıkabilecektir.

Nesnel koşullarla bireyin kendini var etme, öznel kaygıları, talepleri ve etkinlikleri çatışabilir. Bu karşıtlık tarihin dinamosunu oluşturur, öte yandan bireyin karakterini, bireyselliğini inşa etmesinin tarihsel atmosferi de olur.

Kadim bilgelik, tasavvuf insan için “Sen beden değilsin, sen zihin değilsin”uyarısında ısrar eder. Bedenin doğaya ait olduğunu ona tapınmanın insana huzur ve mutluluk getirmeyeceğini belirtir. “Sen bir düşünce varlığısın, gerisi et ve kemik, …  Sen dünyaya sadece mezardaki kurtlara yem olacak bedenini beslemek için gelmedin. … Ey insan! Hakikatte sen şuurdan, akıldan ibaretsin.” (Mevlana)

Bedenin gerçekliği ve önemi küçümsenemez, ancak yaşamın anlamı ona ait değil ve ondan gelmiyor. İnsan anlamı doğada ve doğal varlığında bulamaz. İnsan olmak yanımızla ne söylersek, neyi ne kadar anlamışsak, hangi yargıda ve yaratımda bulunmuşsak, neyi okumuşsak sadece kendimizi ifade etmiş oluruz.

Beden ve beden kaynaklı arzuların doyurulması, beklentilerin karşılanması ve kaygıların giderilmesi ölçüsünde anlam arayışı ağırlığını hissettirir. Modern yaşam koşulları tarihsel bir dönem olarak bunu açıkça ortaya koymuştur.

Günümüzde anlam arayışı tarihte hiç olmadığı kadar yoğun bir biçimde yaşamımıza yerleşti. Yalnızlaşma, tatminsizlik, amaç yoksunluğu, mutsuzluk, depresyon nerdeyse dünya çapında yaşanan sorun haline geldi. Hamlet’in ünlü söylemiyle bir zamanlar “olmak ya da olmamak”sorunsalını, Erich Fromm, “sahip olmak ya da olmak”adlı eserinde modern dönem insanının önüne çıkan ikilemi aynı içerikle yeniden ortaya koydu.

Olumsuzmuş gibi gözüken belirtiler aslında tarihsel bir gelişimin ve sıçramanın eşiğinde olduğumuza işarettir. Bin yıllardır insanlığın öncelikli kaygısı maddi güvenceye ermek, yaşamını idame ettirmenin yollarını bulmak oldu. Modern dönemde bunun belirli ölçüde çözülmüş ya da çözümünün mümkün olduğunun görülmesi yepyeni bir sorunu, özsel bir sorunu gündeme getirdi. Bu yaşamın anlamı nedir, sadece bu bedeni beslemek, yiyip içmek, üremeyi gerçekleştirmek mi? Evet, artık bu yanımızın güvence altında alınmış olması yaşamı anlamlı kılmaya yetmiyor. Tarihsel dönem insanı kendi özünün ne olduğu, anlamlı bir yaşamı nasıl inşa edeceği sorunuyla yüz yüze getirdi.

Her türlü sahiplenme (para, makam, şöhret) insana dışsal kalır, ayrıca insan eğer sahiplenmeleriyle ne kadar özdeşleşirse sahip oldukları tarafından sahiplenilir. Kutsal metinlerin “elinizle yaptığınıza tapmayın”, “kendinize ilah edinmeyin” temel uyarısının boş bir öğüt değil, zamana ve mekâna aşkın bir hakikatin bildirimi olduğu görülür.

İnsan anlamı doğada veya doğal varlıklarda bulamaz. Belirttiğimiz gibi hüviyetini, benliğini hazır bulmayıp bunu kendisi var edeceği için insan – insana ilişki içinde gerçekleştirebilir. Yapıp etmelerimiz kim olduğumuzun dışarıda görünmesidir, ancak bu etkinliklerin temelinde de niyetlerimiz, amaçlarımız, dürtülerimiz, hayal ve tasarımlarımız bulunur.

Anlamsızlık özünde insansızlıktır; yalnızlıktır, bir işe yaramazlık, içsel boşluk, değersizlik duyumsamasıdır. Bunlar toplumsal ve birebir insan ilişkileri alanında ortaya çıkan tinsel (manevi) hakikatlerdir. Biraz yakından bakılırsa temelinde güvenlik – özgürlük, hak bilirlik – benmerkezcilik, kısaca nefsaniyet – hakkaniyet kutupsallığından doğan seçimlerimizden kaynaklandığı görülür.

Seçimlerimiz kaderimiz olur. İnsanların ilişkileri birbirini nesne kılarak değil, özvarlıklarının bir aynası, kendini ortaya koymanın, ifade edip gerçekliğini deneyimlemesinin paydaşı olarak davrandıkça anlamlı bir yaşamı elde edebileceği sahiciliğe ve samimiyete dönüşebilir. Bunların sadece sözel ve kitabi değil, farkındalıkla, deneyimlenerek kavranması ilişkileri bir sığınak olmaktan çıkarıp, paylaşıma ve bireyin bizzat kendinden özgürleşmesinin huzur ve sevincine kavuşturabilir.

***

Kaos-Kozmos diyalektiği mitolojik bir söylem gibi gözükse de özünde varoluşun evrensel dinamiğinin bildirimidir de. “Harikalarla dolu evrende” kendini anlamaya çalışan insan kendi kaosunun yaratıcı gücünü de kozmosunun düzenleyici kudretini de kendinde taşır. Kaos-Kozmos kutupsallığı birbirini peşleyen ortaya çıkış ve yok-oluş akışı değil, evrensel varoluş sürecinin her anında iç içe olan yaratıcı kaynaktır.

Tinsel alana ait ne kadar olgu, deneyim, söylem, fikir vb. varsa bunlar bireyin yaşamına dokunduğu ölçüde etkin ve değerli olur, öte yandan bireyler de bu değerleri sorgulayıp düşünce süzgeçlerinden geçirerek ahlaki yapılarına katmadıkça önemini anlayamazlar.

Dışarıdan ve içimizden gelen uyarılar algı dünyamızda varlık kazanırlar. Farklı yönlerden farklı şiddetlerle gelen uyarılar arzularımızı canlandırırlar, bu uyarılar bilincimizde baskı yaparak iç dünyamızda karmaşaya (kaosa) yol açarlar.

İçgüdülerimiz, alışkanlıklarımız, düşünsel ve pratik yeteneklerimiz, hayallerimiz, tasarımlarımız, niyetlerimiz iç kaosumuzu besleyen yaşamsal enerjilerimizdir ve hep bizimle birlikte olacaklardır. Bu karmaşa “nefs” dediğimiz kendi gerçeğimizi oluşturur. Nefsimiz kaosumuzdur, ama aynı zamanda tüm insani oluşum ve yaratımlarımızın da kaynak gücüdür.

Devi Şiva’ya “kuşkularımı gider” derken içimdeki kaosu nasıl kozmosa çevirebilirim talebini dile getiriyordu. Tasavvufta da nefs terbiyesinden, nefsin mertebelerinden söz edilir. Bilgeliğin aydınlanma, peygamberliğin nefsini terbiye et, Antik Yunan’da “Kendini bil” gibi uyarıcı çağrıları özünde, kendini arındır, içindeki karmaşayı düzene koy; kaosunu kozmosa çevir, anlamlarına gelir.

İnsandan başka hiçbir varlık içsel karmaşa yaşamaz ve bilmez; çünkü doğal olarak içine konmuş olan dürtü ve zorunlu yaşam biçim ve kalıplarının dışına çıkamaz. Oysa insan düşünen, özgür iradesi olan, evreni ve evrende olanı bilme yetisine, bildikleriyle doğada kendiliğinden olmayan şeyleri oldurma kudretine sahiptir.

Öz-bilinçli olmak insana sorumluluklarını ve kaderini hatırlattığı gibi yalnızlığını da duyumsatır. İçsel kaosunun, nefsinin hoyratlığının ve karmaşasının yarattığı köleliğin prangaları da, özgürlüğünün ve kendine yeterliliğin uçuran kanatları da insanın kendinde. Her birey kendi bireyselliğini inşa etmeye, içsel özgürlüğünü gerçekleştirmeye yazgılı kılınmıştır.

“Derman arardım derdime

Derdim bana derman imiş

Bürhan aradım aslıma

Aslım bana bürhan imiş.” (Niyazi Mısri)

“Bu dünya bir dağa benzer. İşlerimiz, yaptıklarımızda seslenmek gibidir. Seslerimiz güzel de çirkin de olsa dağa çarpar döner yine bize gelir” (Mevlana)

Mustafa Alagöz
+ Son Yazılar