Zihinsel çabalarımızın amacı, varoluşu anlamaktır. Bu çaba pratik-günübirlik bir gereksinimin dayatmasıyla olabileceği gibi, sadece merak duygusunun itkisiyle, estetik haz için, bilmenin heyecanıyla da olabilir. Anlama arzusu daha çok bu tinsel arayışın kışkırtmasıyla oluşuyor.
Anlamanın doğurduğu heyecan, sağladığı ferahlık, yaşattığı sevinç, kişiye özel bir seçim değil İNSANA ait ÖZSEL bir olgudur. İnsanlaşmayı, insani niteliklerin yüksekliğini, kullanıp-tükettiği eşyaların gelişmişlik düzeyinde, yararlılık derecesinde değil, bilincinin zenginliğinde, birbirlerine karşı gösterdikleri anlayış ve hoşgörüde, yardımlaşmada, çıkarsız özende, iletişimlerinin içeriğinde ararız.
Uygarlık gelişiyor, yeni-yeni teknolojik keşifler yapılıyor, ürünlerin çeşidi artıyor, kalitesi yükseliyor, yaşamın maddi gereksinimleri karşılanıp güvenliği arttırılıyor. Teknolojideki yeni her buluş, ekonomik alandaki her gelişme maddi yaşamı rahatlatıp-kolaylaştırıyor. Ancak Tinsel yaşamı da aynı oranda zenginleştirip doyurucu kılabiliyor mu? Ne yazık ki buna kolayca evet diyemeyiz. İlişkiler çeşitlenip çoğalabilir, tanıdık yüzler, elde ettiğimiz nesneler, gördüğümüz coğrafi bölgeler çoğalabilir, ama buna paralel olarak içsel boşluk, anlamsızlık duygusu, mutsuzluk, yalnızlık ve gerilim artabilir. Toplumsal-yaşamda kişiler arası ilişkiler, kullanılan araçlar, tüketilen nesneler, değerler ve kültürler değişir, ancak anlam arayışları, iç huzur, duygusal canlılık, değerli bulunma isteği, iletişim gereksinimi hiç değişmez. Dışsal dünyadaki gelişmeler bu arayışları karşılamaz sadece olanak sunar.
Bilinç kendi süreçlerinde ve disiplinlerinde genel olarak üç yönlü çalışıyor.
Birincisi: Verili olan, hazır bulduğu olay, olgu ve nesneler alanı; İkincisi hazır bulmayıp kendisinin ürettikleri: sanat, mitoslar… Üçüncüsü, doğrudan kendini kendisine konu aldığı alan olarak FELSEFE.
Bilinç bir varlık biçimidir ve insana özgü bir yetidir. İnsan, arzulayan, arayan, eylem sergileyen öznel bir süreçtir. Bu sürecin anlaşılması insanın anlaşılmasıdır. Arzularının değişimi eylemlerinde kendini gösterir… Diğer yandan eylemlerde, arzuyu besleyebilir. Eylem-arzu bağını anlamak için doğrudan doğruya “İlişkiler” olgusuna, ben ve öteki bütünlüğüne bakmak gerekmektedir.
Arzuyu doğrudan arayış olarak görmek bir abartı olur, ancak birbiriyle bağlarının zorunlu olduğunu ve eylem kıpısında kapsandıklarını söylemek gerçeğe uygun düşer.
ARZU ÜÇGENİ(1)
Arzu, öznedeki bir boşluğun, eksikliğin, ya da gereksinimin duyumsanması, bunun bilince çıkmasıdır. Daha çok kendiliğinden oluşan bu biçimden başka dışsal uyaranlarla, kışkırtmalarla da arzu oluşabilir. O bir olgusallık olarak kendi içindeki ayrımların zorunlu birliğinin dingin olmayan sürecidir. Bir özne, özlenen ‘nesne’ ve özneyi bu ‘nesneye’ doğru kışkırtan dolayım olmalıdır. Böylece üç yanı bulunan bir bütüne varırız ki; bu arzudur.
Özne noktası insan olarak tektir. Ancak nesne burada daha çok bir simgedir; maddi bir şey de olabilir, bir amaç, bir kişilik modeli, toplumsal saygınlık, makam hevesi…. v.d. olabilir. Dolayım ise özne nesne bağlamında belirlenir ve sürece katılır. Bu üç yan zamandaştır, öncelik-sonralık sıralaması yapılamaz.(içgüdüsel arzuları bunun dışında tutmak gerekir. Orada özne yoktur. Doğal-Verili hayvansal düzey söz konusudur.)
Bu üçlü yanı sadece arzu gerçeğinde değil olgusal her şeyde, en alt ilişki biçiminden, en karmaşık olgularda da görmek mümkündür. Herhangi bir ilişkinlik için bile en az iki öğe ve üçüncü olarak bunların oluşturduğu ilişki vardır. “Zihinsel işlem, öznenin temel isteklerinden birini uyarabilmiş olan bazı güncel izlenimlere ve şimdiki zamanın bazı kışkırtıcı oluşumlarına bağlıdır.”(2) Özne, temel isteklerden biri ve kışkırtıcı oluşum olarak üçlü yanı olan bir bütün: ZİHİNSEL İŞLEM
“Mantık biçim açısından üç yan taşımaktadır. A) Soyut ya da anlayan yan (anlayış gücüyle kavranabilir yan) B) O1umsuz olarak ussal yan; eytişimsel ya da olumsuz ussal, C) Kurgul-akılsal yan (Bireşimsel) olumlu ussal. Bu üç yan… mantıksal… olgusal her şeyin,.. her kavramın ya da genel olarak gerçek olan her şeyin kıpılarıdır”(3)
Matematik alanda da herhangi bir işlemin yapılabilmesi için en az üç öğeye gereksinim vardır. O halde genel bir çıkarsama yaparak şöyle diyebiliriz: En küçük olgu birimi; zorunlu bağı olan üçlü bir bütünlüktür.
1
Arzu, öznenin dış dünyayla olan çelişkisidir. Bu bir süredurumdur.
Farkındalık yetimizle bu çelişkiyi sürekli duyumsarız. Çelişkili farkındalık bizi eyleme iter. Eylem öznenin bilincine çıkan boşluk-eksiklik çelişkisinin çözümüdür. Bu doğrudan ilişkidir ve kişilik oluşumunun sürecidir. Deneyim, gözlem ve sonuç çıkarsama bağlamında işlevli olan bilinç, kendini üretip yapılandırır. Bu her insanın biricikliğini sağlamasının yoludur. Biricikliğini üretmek, kendini aşmak ve üzerine geri dönmek için ötekiyle ilişki zorunludur.
Arzuların canlandırılmasına, biçimlendirilmesine, zaman zaman taklit şeklinde yaratılmasına iletişimin yol açtığı açık bir gerçektir. Bu, insanların birbirlerini üretip-yapılandırmalarıdır. Yaşam içinde duruşlarını belirleyen nesnel koşuldur. İlişkiler; onun tarafları olan insanları kendiliğinden şekillendirmezler. Özneleşmek ancak bilincin sorgulamasıyla oluşmaya başlayabilir. Her etkinlik, bir biçimde bilinç süzgecinden geçerek deneyim niteliği kazanır ve kişilik yapılanmasına katkı sağlayabilir.
Yaşanan deneyimin biçimi ve bunu sorgulayan bilincin düzeyi farklı olduğu için her birey bu anlamda biriciktir. Bu durum hem nesnel bir zorunluluk hem de öznel bir istektir. Toplumsal ve tinsel gelişmelerin itici güçlerinden birisinin de, insanlardaki bu biricik, ayrıksı olma isteğinin bulunduğunu söylemek abartı olmaz.
2
Birey kendini, deneyimleri ve bilinç durumuna bağlı olarak öteki karşısında konumlandırıyor. Yaşam sürecinde bu konumlandırma çocuklukla; yani kendini fark ettiği andan itibaren başlar. Çocuklar konuşmaya, davranış modelleri oluşturmaya büyükleri taklit ederek başlarlar. Büyüdükçe, deneyim edindikçe, gözlem ve sorgulama yetisi güçlendikçe taklitten özgünlüğe adım adım geçerler. Özgün -biricik- olmaya başlarlar. İlişkilerinde onu etkileyen, duruş belirlemeye iten, arzularını canlandıran ötekini; körü körüne kopya etmek yerine, niteliklerini değerlendirip kendi dünyasında bir yere koymaya çalışır.
Var olmak: farkındalığı arttırmak, kendinle ve dış dünyayla ilişkilerinde iradeyi özgürce kullanabilmek, sorgulama yaparak kendini belirlemektir. Duruş bir donukluk-durağanlık değil tam tersine eylemin belirlenmesi, ilişkilerdeki özgün yöntemin uygulanmasıdır. Bir benlik alanının oluşturulmasıdır.
3
İlişkiler benlik alanlarını genişletip özgürlüğü güçlendireceği gibi, daraltıp boğabilir de. Bunu kişisel ilişkilerde, toplumsal-politik alanda, uluslar arası düzeyde de görebiliriz. Eğer benlik alanlarına saygı gösterilirse; gelişimin hızlandığı, özgürleşmenin güçlendiği huzurlu ve doyumlu yaşamın sağlandığı görülmektedir. Hangi olumsuz kaynaktan (iktidar tutkusu, çıkar, ben merkezci eğilim…) güç alırsa alsın tersi yönlü ilişkiler kişisel yaşamda psikolojik bozukluk, toplumsal yaşamda kargaşa, uluslar arası ilişkilerde gerilim ve savaşlar doğurmuştur.
Başkalarının deneyimleri ve yetenekleri bizler için birer olanaktır. Bunların nesnelliğinden yararlanabileceğimiz gibi duygusal olarak ta etkilenebiliriz. Örneğin saygı duyup hayranlık hissedebiliriz, kıskançlıkta besleyebiliriz. Anlamak, deneyim edinmek, başkalarının yeteneklerini aklımızla birleştirip içselleştirmek değil mi? Aynı şekilde bizde başkasının aklı önünde bir deneyim olanağı olarak durmuyor muyuz? Akılla yeteneğin buluşması deneyim oluşturup kişiliğin oluşumunu sağlar. Tinsel gelişim bu sürecin kesintisiz akışı, kendi içinden kendini üreterek yükselmesidir. İnsana özgü bazı evrensel duygu biçimleri de beraberinde oluşur. Hayranlık, özenti, kıskançlık, saygı…v.b. Duygulanımlar arzu uyandırabiliyorlar, ki bu potansiyel eylemdir. Arzusu kışkırtılan insan, eğer buna yol açan dolayıma sorgusuzca bir inançla bağlanırsa kendini kaybeder. Tasarımını oluşturmayı ve amacına ulaşmayı kendi bilinciyle gerçekleştiremezse kopya arzular oluşturacaktır. Eylemlerinde yönünü kendisi belirleyemeyecek, iradesini başkasına teslim edecektir. Dolayıma olan yakınlık tutkulu bağımlılığı, yüceltmeyi doğuracaktır. Yüceltmenin olduğu yerde küçültme vardır. Bu politik alanda bir lider, sanat alanında ünlü birisi, inanç alanında kutsallaştırılmış bir önder biçiminde görülebilir. Kendini yüceltmenin serabına gömülmüş insan, yücelttiği ‘ötekine’ yaklaştıkça büyük bir yıkım yaşayabilir. Yüceltme; olağan olanı, kendi bilincinde, erişilmesi neredeyse olanaksız konuma oturtmaktır. Olağanüstü zannedilmiş olanın olanaklı doğasıyla yüzleşince; o hayali dünya dağılır, serabın verdiği hoşluk yok olur. Bu noktada yıkım her ne kadar yüceltilen kimseye duyulan öfke gibi gözükse de aslında kendini küçültmenin fark edişin doğurduğu tepkidir. Yüceltilen, aslında idealindeki kendidir.
Hayranlık ve kıskançlık bir dolayım duygusudur. Arzularımızı kışkırtıp eylemimize enerji aktarırlar, amaca daha bir kararlılıkla yürümemizi teşvik ederler. Bilinç kendi içinde amaç-dolayım dengesini kurmalıdır. Yoksa kendi olamaz.
Hayranlık; sahip olmak istediğimiz nitelikleri taşıyan ötekine olan öykünme, yakınlık duygusudur. Hayran olunan hayranlık duyanın gözünde bir model, örnek alınacak birisidir. Diğer yandan ideallerinin gerçekleştirmesine engel olmayan, gelişim yollarını tıkamayandır. İçten içe onunla eşit olma özleminin, eğer yeterli çabayı gösterilirse aradaki farkın ortadan kaldırabileceği inancının taşınmasıdır.
Kıskançlık olumsuz bir duygu olmakla beraber bir dolayımdır. Özü itibariyle eşitlenme isteğidir.
Bir insanın, olması gerektiği yerde başkasının olmasına, ötekinin sahip olduklarının kendisininkinden fazla olduğuna verdiği tepkidir. Bundan dolayı ötekini kendine engel olan, özlemlerine erişme şansını azaltan bir varlık olarak gördüğü için yıkıcıdır. Tıpkı hayranlıkta olduğu gibi içinde eşitlenme isteği vardır. Dolayısıyla hayranlık içinde kıskançlık, kıskançlık da içinde hayranlık tohumları barındırır.
Doğal ilişki ortamında ortaya çıkan ve uyarıcı işlevi olan bu duyguların yanında, tasarlanıp planlanarak yaşamın içine koyulan olgulardan da söz etmek gerekir. Çünkü onlarda insanları etkileyerek belirli bir duruşa zorlayabiliyorlar. Örneğin moda ve reklam; bunların amacı bir yana, bireyde neyi kışkırttıklarına bakabiliriz. Moda, tipik bir taklit arzudur. Ötekinin arzuladığını arzulamak, kopya etmektir. Bireyin arzusunu kışkırtıp taklide itilmesinin toplumsal olgu haline gelmesidir. Moda reklama gereksinim duyar. Reklamda, modanın varolmasını-ortaya çıkışını sağlar. Reklamın öncelikle tüketim nesnesini tanıttığını gözlemleriz. Ama onun asıl vurguladığı bu görünüm altında başka bir şeydir. Reklama konu olan ürünlerin başka insanlar tarafında da arzulandığını vurgular. Bu ürünleri elde ederlerse ötekiler karşısında ayrıcalıklı, üstün, en azından eşit ‘değerde’ olunacağını anlatır.
Kendini ötekinin aynasında görebilen insan, aynı zamanda öteki aracılığıyla var olur. Yaptığımız gözlemler kavrayışımızın çapını gösterir. Diğer yandan kendimizi tanımlama biçimi ve oluşturma deneyimidir. Ötekini gözlediğimizde, öncelikle gözümüze çarpan bizdekine benzer kusurlardır. Enerjik bir biçimde gördüğümüz eksiklikleri, bizdeki fazlalığın, sahip olduğumuz meziyetlerin bir kanıtı sayıp rahatlarız. Özlediğiz nitelikleri çağrıştıran yönler ilgimizi çeker.
Başkasının özel dünyasına yönelik merak duygusunun kökeni bunlar olsa gerek. Bire bir ilişkilerde dedi-kodu diye nitelediğimiz; medyatik bir olgu olarak karşılaştığımız magazin türü haberlerin, paparazzilerin bu kadar ilgi görmesinin kaynağı ne olabilir? Toplumda öne çıkmış, şöhret olmuş, kamuoyunda tanınan “önemli” birilerinin kişisel sırları ve zaafı olağan dışı bir ilgiyle karşılanıyor. Ancak onu basitleştirmek, gülünç duruma düşürmek, günlük yaşamın en sıradan düzeyine indirgemek biçiminde bir ilgi. Aslında bu: insanın bastırdığı, açığa vurulmasından korktuğu duygularının bir başkası üzerinden gözler önüne serilmesinden doğan rahatlamadır. İçten içe yaşanan eşitlenme özleminin gerçekleşmesidir. Eşitlenmek için ele geçirilen ‘nesne’ (KİŞİ) şöhretli birisi ise keyif alma daha yoğun ve uzun süreli oluyor. Bu süreçte ilgi çeken bir nokta da şudur: her ne kadar gülünç duruma düşürmek, sıradanlaştırmak çabası olsa da aşağılamak amacı güdülmüyor. Çünkü eşitlik arayan, kendi düzeyinin sıradanlığına katlanabilir, ancak aşağılanmayı kabul edemez.
“Olmak” kaygısı insanın doğasında olan verili bir eğilimdir. Kendini tanıma isteği ve eylemsellik; “olmak” sürecinin zorunlu içerikleridirler. Oluş, amaçlı tasarımlarla ve eylemlerle gerçekleşebilir. Bu süreç aynı zamanda bir ilişkidir ve ilişkinin içinde dolayım-etkilenme-vardır. Bir şeyi kendimizce çekici bulur ona yönelir veya örnek alırız. Genellikle zor erişilir olanı daha çekici buluruz. Zor olan çekici olduğu için ona yönelinir demek istemiyorum. Ancak olmak-kendini var etmek sürecinde bir şeyin cezbesine kapılmış insan buna erişmenin zorluğunu kavradıkça onun çekiciliğine daha çok kapılıyor, gözünde daha bir büyütüyor. Zorluk arzuyu diri tutuyor, kendini kanıtlamanın önemini daha belirgin kılıyor; onaylanma, kabul görme arzusunu aç bırakıyor.
Nesnesine yönelen öznenin, eylem sürecine uyarıcı bir etken zorunlu olarak girmektedir. Çünkü işlevi vardır. Arzu olgusu; yöneldiği nesnesi ve buna erişmenin yollarının varlığıyla tamamlanabilir. Bu üçlü yan içinde dolayımın işlevi şöyle görünüyor: arzuya düşsel zenginlik katıyor, erişmenin olanaklı olduğuna işaret ediyor, doyurmanın yolunu gösteriyor
İnsan tarihsel sürecin ve toplumsal ilişkilerinin ürünüdür. Bunları kişisel deneyimleriyle birlikte bilincinden geçirip içsel dünyasına katarak kişiliğini yapılandırır. İçsel hayat toplumsal hayatın bireyleşmiş durumudur.
Dinsel inançlar, sanatsal etkinlikler, kültürel oluşumlar, kaynaklarını insanın iç dünyasından, bilincinin doğal isteklerinden alırlar. İlişkiler içinde toplumsallaşır ve bireyler arası iletişimin konusu olurlar.
SONUÇ
Ben ve öteki ilişkisi niteliği ne olursa olsun bir iletişimdir. Ancak bunun özgürleştirici, geliştirici bir biçimde yapılması önemli bir sorunsaldır. İletişimsizliğe yol açan engeller insanın iç dünyasında varolan kimi olumsuz eğilimlerden (iktidar tutkusu, merkez olma kaygısı, bencillik…v.d.) kaynaklanıyor olabilir. Ancak uygulanacak yöntemlerle bunu aşmak olanaklıdır. Çünkü her şeyi gözlemleyip sorgulayan bilinç kendi kendini de sorgulayabiliyor. İşte bu kendi üzerine dönme yetisi genel olarak iyimserliğimizin kaynağıdır. İletişimin ne olduğu ve iletişimsizliğin nedenleri üzerine kafa yormaya değer. Yukarıda anlatılanlar, genel olarak, iletişim olanaklarıdır. Bireysel ilişkilerde, fikir alış-verişlerde, düşünsel üretim alanlarında, edebiyat dünyasında iletişimin nasıl gerçekleştirildiği ayrı bir konudur. Başka bir yazının konusu olabileceği için burada ele almıyoruz.
Tinsel boşluğu giderme ve birikimlerini aktarma gereksinimi doğal bir eğilim olarak, insanın eylemlerinde kendini gösterir. Bu, iletişim arzusu olarak dışlaşır. İletişim hoşça vakit geçirme eylemi değil yaşamımız boyunca gerçekleştirmekten kaçınamayacağımız bir etkinliktir. Sorun bu etkinliğin verimli ve insanı geliştirip güzelleştirecek şekilde gerçekleştirilebilmesidir.
(1) Rene Girard, Romantik Yalan ve Romansal Hakikat, Metis Yayınları.
(2) Freud, Yaratıcı Yazarlar ve Gündüz Düşleri, Payel Yayınları, s. 129
(3) Hegel, Mantık Bilimi, İdea Yayınları, s. 110.