“Hep tespitte kalmak yakınmanın bir türüdür.” Bu sözü ilk duyduğumda, pek çok ilişki alanlarına ait söylemler belleğimde canlanmaya başladı.
“İfade” deneyimi yaşamın doruğudur. Çünkü tüm etkinliklerinizin, tasarımlarınızın ve eylemlerinizin içselleştirilip, bir başka bilince sunacak olgunlukta ortaya konulması demektir. “İfade” derken, bunu somut haliyle yani kavramıyla söylüyorum: Logos, Ateşli Söz, Kelâm içerik aynı; dönüştürücü gücü olan söz anlamında.
Dönüştürücü sözü, dönüşen insan söyleyebilir ve kendi yaşadıklarından, kendi deneyimlerinden hareketle bunu yapabilir.
Toplumsal-politik konular, dünyada üzerine en çok çene çalınan ve ileri geri laf edilen alan olsa gerek: İnsana yüzeysel ve geçici doyum verir; fazla yorulmadan, emek sarf etmeden de bu iş yapılabilir. Yine yüzeysel bir “mesihlik” duygusu da yaşatır. Çünkü koskoca toplumun, milyonlarca insanın “hayatı, geleceği ve mutluluğu” üzerinde dil döküyorsunuzdur. Fazla sorumluluk üstlenmeyi gerektirmez. Sıkıştığınız yerde muhataplarınızı kolayca yargılayıp, suçlayabilirsiniz. Konudan konuya kolaylıkla geçebilirsiniz. Durum böyle olunca, belirli bir toplumsal-politik konu üzerine söylemler aşağı-yukarı aynı düzlemde sürer ama ters yönde de fikir dile getirerek çok farklı bir şey söylediğinizi zannedebilirsiniz.
Birisinin bir cümlesini alır ona kendinizce niyet yüklersiniz, bundan ne gibi anlamlar çıktığını ya da ne anlama geldiğine dair eleştiriler getirir, hatalarını ve eksiklerini “gösterirsiniz.”
Bunun önüne geçmek mümkün değil, tam tersine önüne geçmek gibi bir düşünceyi akılda tutmak bile saçma. Çünkü her söylem kendi sorumluluğunu ister istemez üstlenir. Bu durum yeni zorlamalara kapı aralar, farklı söylemlerin çatışmasından taze arayışları tetikler, şimdiye değin dile gelmemiş değerlendirmeleri doğurur. Ama Nasıl? Bütün sorun burada düğümleniyor.
***
Herkes kendi yaşamının bir başkasının yaşamıyla iç içe olduğunu günlük olarak deneyimler. Kendisinin başkası üzerinde etkisi olduğu gibi, başkasının etkisine açık olmaktan kaçamaz. İşte bu zorunluluktan dolayı, her insan şu veya bu biçimde toplumsal-politik konulara ve sorunlara bir biçimde bulaşır. Ama bunun bilimini yapanlar, yaşamın düzenlenmesi konusunda sorumluluk üstlenenlerin durumu farklı.
Kendi doğasına göre ussallık taşımayan, yani kendi içinde kendine özgü yasalılık taşımayan hiç bir alan yoktur. Bu yasalılığı görmeyen, ussallıktan uzak kalan hiçbir yaklaşım herhangi bir soruna çözüm getiremez. Evet, geçici olarak inisiyatif kullanabilir; yani keyfilik, zorbalık, görmezden gelmek gibi tarihsel zavallılıklar bir süreliğine gücü eline geçirebilir, ama geçici olarak. Bu geçicilik sürecinde canlar yanar, acılar yaşanır, latif deyimiyle çiçekler çiğnenir ama sonuçta filizlenmeye ve meyveye durmaya kimse engel olamaz.
Politik eylemlilik tümüyle geleceğin tasarımlanması, şimdinin olanaklarıyla gelecekte gerçekleşmesini istediklerimizin temellerinin atılmasına dönüktür. Burada çok önemli bir ikilemle yüz yüze geliriz. Geleceği kurarken şimdiye kadar yaşanagelenleri daha da katılaştırıp devam ettirmek mi, yoksa yaşamın yeni gereksinimlerine yanıt bulup uygulamak mı? Yaşam bütünsel bir süreçtir. Bu durum bile politik-toplumsal konularda keyfi bir biçimde tavır takınamayacağımızı bize söyler. Tarihte bu keyfiliğin nelere yol açtığını çokça gördük ama olması kaçınılmaz olan er ya da geç gerçekleşiyor. Hegel’in hoş bir deyimi vardır; “Usun hilesi” der. (İlâhî mekr). Her türlü saçmalık, keyfilik ve zorbalık uygulansa da, bunların tümü giderek zorunlu olanın ortaya çıkmasına, hakkın tecelli etmesine hizmet eder.
***
Doğa dışı tüm yaşamımız tinsel alandır ve burada düşüncenin ürettiği değerler, fikirsel açılımlar yaşamı yönlendirip şekillendirir. Bu noktada tutum ne olacak? “Ulus”, “din”, “ideolojik ilke”, “sınıf” gibi sabit duruş noktalarından mı hareket edeceğiz, yoksa hakikatlerin açılımını sağlayacak olan ilkesel yoldan mı? İlkesellik derken, varoluşsal bir gerçekliğin sonsuz değişim gücünü ve bu gücün kendini gerçekleştirmesinin yasalılık durumunu göz önüne almayı kastediyoruz.
İlkeden hareket etmekle, kuraldan hareket etmek aynı şey değil. Kural, günlük pratik yaşamın nasıl gerçekleştirilip sürdürüleceğinin yollarının belirlenmesi ve uygulanmasıdır. İlke ise düşüncededir. İlkeler mutlaktır. Bu sözcük kimisine çok itici gelecektir. Mutlaktır çünkü sınırlanmış, belirlenmiş bir varlığı yoktur, soyuttur; kısaca söylersek elle tutulur-gözle görülür değildir. Örneğin; Özgürlük, Adalet, Dostluk, Sevgi, Hak… Bunlar kendi başlarına var değiller, ancak düşünsel belirlemelerle ve insan emeğiyle içerik kazanıp, tarihsel koşullara göre gerçekleşirler. Gerçekleşme göreceli, ilke (hakikat) ise mutlaktır; diyalektik dedikleri durum. İlkeler açındırılarak yenilenir, değiştirilir ve aşılır ama her durumda bir ilkeye bağlı olarak yol alınır. İbn Arabî’nin bir sözü tam da bu noktaya işaret ediyor: “Hiçbir itikatla itikatlanmayız, itikatsız da kalmayız”. Bu, her şeyin birbiriyle ilişki yoluyla var olmak zorunda olmasından doğar.
Bilindiği gibi hepimiz en çok şu sözü duyagelerek büyüdük. “Atatürk İlke ve İnkılâpları”. İlkeler kurallar haline getirilirse puta dönüşür ve uygulamasından zorbalık doğar. İdeolojik yaşamda ve dinlerde bu durum net olarak görüldü. Dinlerdeki mitsel söylemler, ritüeller, simgeler birebir gerçek olarak kabul edildi; bunun sonucunda putlaştırma doğdu ve inananlara zulüm yaşattı. Bu söylemlerdeki evrenseller göz ardı edilip onların ifade biçimleri mutlak hale getirildi.
Marks “Ben Marksist değilim” dedi. Hegel “Artık Hegelci olunamaz” dedi. Hz. İsa kilise kurmadı. Hz. Muhammed halife atamadı, “İçinizden en hayırlı olanı seçin” dedi. Mevlânâ tarikat kurmadı. Ama takipçilerinin onlar adına neler yaptığı ortada. Peki, düşüncelerin, doğru fikirlerin, toplumsal yaşama yansıtılması ve uygulaması nasıl olacak, kurumsallaşma olmayacak mı? Yaşamda süreklilik, karşılıklı bağımlılık varsa kurumsallaşma olmak zorundadır. Ama kurumu ele geçirenler, egemenliklerini süreğen kılmak için, ilkelerin değişkenliğini kuralların donukluğu içine hapsediyorlar, sorun da buradan doğuyor.
İlkeler, deyim yerindeyse kutup yıldızı gibidirler. Yön gösterirler fakat hep aynı yön göstericiye bağlı kalmak diye bir şey de yoktur. Ama her durumda sizin eylemlerinize içerik olan, yöneldiğiniz bir erek var olmak zorundadır, yoksa şaşkına dönersiniz, cahil olursunuz.
Kurumların donukluğu, toplumsal yaşamın demokratik işleyişiyle aşılır, düşüncelerin yaratıcı gücü ise Özgürlük İdeasına bağlı fikir üretimiyle mümkün olabilir. Toplum ve insana dair dönüşmek deyince pek çok olanağın (ekonomik, politik, teknik, kurumsal) hayata geçmesi anlaşılmamalı. Elbette bunlar önemli, fakat yeterli değil. Yaşama dönük ne yaparsak yapalım, ne düşünürsek düşünelim bir sabit noktamız vardır: İnsan. Tek başına insan sözcüğü de yeterli olmuyor, insanın neyi? Bedensel sağlığı mı, günlük geçimi mi, yoksa adaletle yaşamı mı, özgülüğü mü? Özgürlük ve Adalet ilkesi mutlaktır: Mutlu, huzurlu ve sevinçli bir yaşam için olmazsa olmaz kavramlar. Din, ideoloji, ulus, gelenek ve sayabileceğiz tüm olgular, alışkanlıklar, kurallar, gelenekler ancak bunların açılımı içinde anlamlı ve değerli olabilirler.
İnsanlık tarihi aslında baştan sona bu hakikatlerin (Özgürlük, Adalet) açılımının, kendini gerçeğe dönüştürmesinin de tarihidir, dahası her şey bu eksen etrafında bu ereğe doğru devinmiştir. Bu tarihin yasasıdır, yani varoluşsaldır. Yaşam inişle çıkışlı yol alır, zaman zaman geriler, zikzaklar çizer ama her seferinde bu eksenin ve ereğin gerçekleşmesine hizmet eder.
***
Bireyler, kişisel donanımları, ahlakları ve yetenekleri ile tarihe katılırlar ve tarihi yönlendirirler. Kendi kişiselliklerini, evrensellerle uyumlu kıldıkları ölçüde tarihsel kişilik olurlar.
Tarihsel kişiler, sadece engelleri kaldırdıklarının, devrimlerin ve dönüşümlerin bu yolla gerçekleştiğinin bilincinde olan kimselerdir. Bu insanlara hayran olmak, saygı duymak, fikir ve düşüncelerini anlamak ve geliştirmek başka bir şey, söylemlerini ve uygulamalarını her dönem için birebir uygulamaya kalkmak başka bir şeydir. Kendine yön belirlemeyenler, yaşamın ortaya koyduğu yeni açılımları kavrayamayanlar, kaçınılmaz olarak geçmişe yapışıp kalacaklardır. Bu durum da tarihin diyalektiğidir, karşıt bağımlılık ve içsel dinamizm olmadan devinim ve dönüşüm olmuyor. Sorun bunun bilincine varıp gerekli sorumluluğu üstlenmek ve bu yolla eylemde bulunmakta yoğunlaşıyor.
Mustafa Kemal Atatürk’ten birkaç alıntı vermek istiyorum:
“Bir adam ki büyük olmaktan bahseder, benim hoşuma gitmez. Bir adam ki memleketi kurtarmak için evvela büyük adam lazımdır; der ve bunun için bir de kendine örnek seçer, onun gibi olmayınca memleketin kurtulamayacağı kanaatinde bulunur, bu, adam değildir.”
“…Büyük odur ki, hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için hakiki ülkü ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin, herkes senin aleyhinde bulunacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen bunda mukavemeti (direnci) yok eden olacaksın, önüne sonsuz engeller yığacaklardır, kendini büyük değil, küçük, zayıf, vasıtasız, hiç kabul ederek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Ondan sonra sana ‘bu yüksek’ derlerse, bunu diyenlere de güleceksin!”[1] “Milletler işgal ettikleri arazinin hakiki sahibi olmakla beraber, insanlığın vekilleri olarak da o arazide bulunanlardır. … Fakat efendiler… Her halde âlemde bir hak vardır. Ve hak, kuvvetin üstündedir.”[2]
“İnsanları istediği gibi kullanan kuvvet, fikirler ve bu fikirleri kişiselleştirip yayan kimselerdir.”[3]
İşte bu söylemler ilkesel niteliktedir. İlkeler insanı sürekli olarak sorumluluğa çağırır, yeni arayışlarda yönünü bulmasını sağlar, yaşamın canlı ve akışkan sürecinde yolsuz yordamsız kalmasına meydan vermez. Ama ilkeler uygulandığı anda kurallar haline gelirler; ne birini ne diğerini yok sayamayız, görmezden gelemeyiz. Aşkın olana bağlanmak, geçici ve sınırlı olan içenden bizi çıkarıp yükseltir. Sonuçta aşkınlar aşkını vardır ki bu da Özgürlüktür. Özgürlük öznel bir heves, kulağa hoş gelen bir çağrı değil, bir zorunluluktur. O sonsuzdur, sürekli derinleşip yoğunlaşır. Bu, tarihin bir yasasıdır, çelmeleyenler, anlamayanlar olmuştur olamaya da devam edecektir.
İnsanlığın en güzel evlatlarından biri, bilge insan Sokrates’in kendini ölüme mahkûm edenlere karşı söyledikleri şu “sinek vızıltıları” binlerce yılları aşarak hala kulaklarımızda hoş bir seda olarak çınlıyor:
“Ben tanrının, devletin başına tebelleş ettiği bir atsineğiyim; her gün her yerde dürtüyor, uyarıyor, azarlıyorum, ardınızı bırakmıyorum. Benim gibi birini kolay kolay bulamayacaksınız yargıçlar, onun için beni esirgemenizi, kendinizi benden yoksundurmamanızı salık veririm”.[4]
Dirimsel bir ilke; uyuşuk olanı sürekli dürtükleme, yaşam damarlarını tıkayan tüm tortuları temizlemek için sorgulayıcı bir düşünme disiplini, bedelini ödemeye hazır bir sorumluluk duygusu ve yaşanası bir dünya için özveriyi göze alma cesareti. Özgürlük, güvenlik, huzur için bile olsa, bağlanıp kaldığımız her şey bir süre sonra zincire dönüşebiliyor. Bir bütün olarak yaşamın serpilip gelişmesi, insanın mutluluk ve özgürlüğü her şeyin üstündedir. Tüm kural ve ilkeler sadece birer hizmetkârdır, tapılacak tanrısal güçler değil.
Dipnotlar:
[1] Bütün Eserler, Kaynak Yay. Cilt 3, S.28. Hatıra defterinden.
[2] Ankara’da eşraf ve ileri gelenlere konuşma: 29.12.1919, C.6
[3] Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, 1914
[4] Sokrates’in Savunması, Eflatun, s.39, Remzi Kitapevi