Doğa
kuvveti kuvvet olarak durağan bir enerji deposu değildir. Onun kuvvetini enerji
akışları olarak gözlemler ve deneyimleriz. Enerji akışları kaotik değil,
kendince ritmik ve yasalıdır. Mekanik düzeyde etki-tepki bağlamında formlar,
doğal oluşumlar gerçekleşir. Sonunda organik aşamaya geçerek çeşitli yaşam
formları ortaya çıkar ve çıkmaya devam eder. Etki-tepki aslında bir peş peşe
sıralanma değil, eşzamanlıdır. Her etkiyi, varlığına gerçeklik kazandıran,
neredeyse kendinden kendini doğuruyor olarak beliren tepkiden anlarız. Tepki
aynı zamanda etkidir de. Bu durum doğal kuvvetlerin enerji akışında bir ritim
oluşturur, başka bir ifadeyle oluş-bozuluş, karmaşa-düzen, celal-cemal
diyalektiğinin hükmüyle süreç akıp gider. Bu karşıtlığın doğurduğu sonsuz akış
kendi içinde zorunlu bağlantılar, belirli bir uyum, orantılı ilişkiler olarak
yasalılığı yaratır. Yasalılık doğanın kuvvetleri ve enerji akışları
dönüşümlerinin seyri süresince görünmez bir kudret olarak hükmünü şaşmazcasına
sürdürür. Bu durum onların bilinebilmesine, onları aklımızda “yasa” olarak
kavramamıza yol açar.
“Doğa zorluk
çıkarabilir, ancak kalleşlik yapmaz” (Einstein). Doğa sırlarını hemencecik
açık etmez; onun derinlerine dalmak, içsel işleyişine nüfuz etmek zorlu ve
sabırlı çabalar gerektirir. Bu anlamıyla doğa kıskançtır. Sırlarını ele verme
konusunda gereken emeği talep etmesi ölçüsünde de zorludur. Kutsal metinlerin
mitolojik içerikli “Tanrı kıskançtır, öfkelidir, intikam alıcıdır…” gibi
söylemleri varoluşun mutlak gücünü, işleyişindeki zorunlu ilişki, bağlantı ve
işleyişin kudretini işaret eder.
Kalleşlik
yapmaz, çünkü kendindeki yasalılık ne ise hep ona uygun olarak hareket eder. Bu
yasalılığa uyup uymama konusunda biz insanların hoyratlığına, kibrine, hırsına
tolerans göstermez, fakat onun yasalarına uydukça tam bir hizmetkâr gibi
davranır.
“Hâkimiyetimiz mahkûmiyetimizdendir.” İki kelimeden oluşan bu özlü söz doğa-insan
ilişkisinin içeriğini, ereğini ve kaynağını ifade ediyor. Mahkûmiyetten kasıt,
varoluşun zorunluluklarına uymak, genel anlamda bilimsel ilke ve ölçülerle
ilişki kurmaktır.
Hâkimiyet
ise doğaya ve genel olarak yaşamı bizzat onun kendi güçleri ve olanakları ile
inşa etmek, ona boyun eğerek hizmete koşmaktır. Zorunlu olana uyum sağlamak ve
bu yolla onun çıkaracağı zorlukları kolaya çevirmek mümkün. Bu gerçeğin
kavranması insan(lık)ın yaşamını umutla, güvenle, huzur, uyum ve barış içinde sürdürmenin
güvenli zeminini oluşturur.
Zorunluluğa
bağlı olarak devinen doğal alanda keyfi davranma ölçüsüzlüğünü, özgür irade
sahibi biz insanlar sergiliyoruz. İrademizin özgür olması keyfi olması anlamına
gelmez. Zorunluluk-özgürlük diyalektiği tinsel alanın dinamizmini oluşturur. Bu
kutupsallığın özgürlük yanında sorumluluk var. Sorumluluk ise sadece bilinçli
varlık olan insana özgü bir yetidir. Bilinçli bir özne olmak, sorumluluk
taşıdığını fark eden ve bunu taşıma iradesi gösterendir. İnsanı özgür kılan bu
sorumluluk bilincidir; o halde özgürlük sorumlulukla sınırlanan keyfilik
diyebiliriz.
İrade
özgürdür ancak keyfi değildir, çünkü irade öncelikle istemek, seçmek ve bunu
edimsel kılmanın yolculuğudur: Anlamak, planlamak, seçmek ve gerçekleştirmek
“özgür” olarak belirlediğimiz iradenin bileşenleridir. İradenin temel
özelliği seçim yapma “keyfiliğidir”. Burada “keyfilik” kavramını kullanmak
gerekir, çükü seçim yapmak eğer özgür değilse, yani doğal olarak belirlenmiş
ise burada ancak doğadan söz edebiliriz, insandan değil. Özgürlük zorunlu olana
uymama iradesinin de kullanılabilir olması demektir. Bu durum yanlış, akıl
dışı, haksız ve kötü olanı da, genel olarak olumsuz olanı da seçebilme
olanağına sahip olmak anlamına gelir.
Her seçim
öznel bir tutumdur, yani içgüdülerin, alışkanlıkların, kültürel kodların,
kişisel hırsların, bencilliklerin ve akıl dışı saçmalıkların da
belirleyebileceği kişisel bir karardır.
Evet!
“Özgür irade” yetisi deyim yerindeyse “cehennemin de cennetin de” kapısına götürecek
yolu seçebilen bir güçtür. Seçim özgürce yapılır, ama seçimlerimiz kaderimiz
olur. Seçme hakkı özgürlüğün, onun kader olması ise zorunluluğun birlikte var
olmasının, birbirini var edişlerinin, bütünlüklerinin bileşenleri olur. Seçim
yapıyor olmamız, yürüdüğümüz yolun önümüze çıkaracağı koşullara katlanmak
zorunda oluşumuzu daha başta kabul etmemiz anlamına gelir.
Doğanın içinde
ama bizi doğaya aşkın kılan bir şansa sahibiz; şansa sahip olmak şansı
değiştirmenin, onu kabul veya ret etme imkânımızın olduğu anlamına gelir. Kısaca
insandır ki sadece “kaderden kadere geçebilir”. Krizler, yıkımlar, travmalar
her ne kadar acıtıcı, mutsuzluk verici olsa da deneyim kazanma anlamında
fırsatlardır da.
Bir
özdeyiş vardır; “Bir musibet bin nasihatten iyidir”. Toplumların ve
insanların başı derde girdikçe derman arayışı da hızlanır, daha doğrusu dert kendi
devasını aratıyor. Dertlere derman bulunması deneyim kazanmaktır ve deneyim
kazanma alanında sadece kazanç vardır. Deneyimin kendisi başlı başına bir
kazançtır.
Kazanılan
deneyimden ilkesel düşünceler, pratik kurallar, araçlar üretilip kurumlar
oluşturularak tedbirler alınır. Ancak bu durum yeni problemlerin çıkmayacağını
güvence altına alamaz. Çünkü doğanın sonsuz gücüne, varoluşun kesintisiz
akışına karşı koymaya güç yetirilemez, ama bu akışa uyum sağlanabilir. Bilim,
deneyim, ortak akıl yoluyla doğanın güçleriyle barışık yaşamak mümkün. Ancak
umarsız davranmakla, insanın saçma olanı, olumsuz olanı da seçebilmesi,
doyumsuz hırslarının, kibirli tutumlarının, bencillik ve keyfilikte sınır
tanımayan şehvetinin yıkıcı sonuçları dönüp insana haddini bildiriyor.
Haddini
bilmek kendini bilmektir, kendini bilmek ise var olan her şeyin de hak
olduğunu, bilip anlamaktır.
Şimdi tüm
dünyayı titreten, herkesi evine hapseden mini minnacık, canlı mı, cansız mı
olduğuna bile kesin karar verilemeyen bir virüs karşısında hizaya girdik. Onun
karşısında tüm bilimsel birikim, teknolojik güç, dünyayı yüzlerce kez yok
edecek nükleer silahlar çaresiz kalıyor.
Hiç şüphe
yok insanlık bunu da aşacaktır. Onun da sırları çözülecek ve üstesinden
gelinecektir. Burası bilimin alanına ait, ama virüsün saldırısının bize
gösterdiği nedir?
Öncelikle
günümüz modern yaşamın geldiği aşamada hiçbir sorun bölgesel sınırlarda
kalmıyor. Dünyanın herhangi bir yerindeki sağlık, ekonomik, politik… vd. sorunlara
yabancı kalamıyoruz. Salgın hastalık, ekonomik bunalım, göç sorunu, yoksulluk,
adaletsizlik tüm dünyayı sarıp evrensel boyut kazanıyor.
Nüfus
artışı, doğal yaşam ortamlarının hoyratça tahrip edilmesi, hayvan türlerinin
soylarının tükenme tehlikesi, küresel ısınma, iklim değişiklikleri gibi
sorunlardan etkilenmeyen bir bölge kaldı mı? Hayır.
Bunlar
kimsenin bilmediği gerçekler değil, elbette. Öte yandan söz konusu sorunların
kaynağı ve çözüm yolları da bilinmiyor değil. Aynı sorundan rahatsız olmakla,
bunun elbirliği ile çözülebileceği söylenegelmesine rağmen yeterli adımlar
atılamıyor. İşte bir virüs musibeti havada uçuşan boş lafları yerle bir etti ve
insana haddini bildirdi.
Haksızlık,
zulüm, adaletsizlik bu evrensel sorunlar altında dünyanın geri kalmış
bölgelerinde daha ağır biçimde yaşanıyor. Terör, kitlesel göç, açlık, suç oranı
artışı gün geçtikçe artıyor. Dünyanın bir bölgesinde “obezite” toplumsal sorun
olurken başka bölgelerinde çöp artıklarından beslenen milyonlar var. Her sorun
çözüm koşullarını beraberinde getirir. Sorun kendiliğinden ortaya çıkıyor ama
çözüm keşfe ve iradeye bağlı eylemlerle gelecek; bilimsel yollardan giderek,
kazanılmış deneyimlerden yararlanarak ve ortak aklın gücünü harekete geçirerek…
Korona
bilinen-haberdar olunan, ancak önemsenmeyen pek çok evrensel değeri bize hatırlattı.
Bilimin gücünü, doğaya saygının önemini, ortak akılla davranmanın önemini
ortaya koydu. Bir yandan da dayanışmanın, insan sıcaklığının, başkasının
derdiyle dertlenmenin, güven verici, sevgi ve paylaşım hallerinin uyanmasına
hizmet etti. Öte yandan otoriterliğin, güç hevesinin, ayrıcalıklı şımarıklığın,
kibirli kofluğun ne denli boş ve anlamsız olduğunu da gözler önüne serdi.
Korona
ilginçtir bitkiye, hayvana değil de sadece insana zarar veriyor. Sanki şöyle
der gibi: “Kâinatın sahibi değilsin, yerini bil. Sen haksın, ama varolan her
şey de hak.” Hakları çiğneme, sınırını aşma, sınırı aşanlar bedelini öder
ve sevilmezler.