Platon, sadece düşünce tarihinin ilk büyük sistem kurucularından biri olan büyük ve önemli bir filozof değildir; o aynı zamanda İlkçağdan, tüm yapıtları günümüze erişmiş olan ilk filozoftur. Platon öldüğü M.Ö.347 yılına kadar Akademi’de gerçekleştirmiş olduğu eğitim ve araştırma faaliyeti dışında, geniş kesimler için birtakım yapıtlar vermiştir. Başka bir deyişle, Akademi’de ele alınan konular, öğretilen dersler kurumun kalın duvarları içinde kalırken, Platon dışardaki insanlar için de birtakım popüler yapıtlar kaleme almıştır.

Platon, muhtemelen Sokrates’in ölümünden hemen sonra yazmaya başlamış ve diyalog tarzında otuz kadar yapıt vermiştir. İlkçağda yapılan sınıflamalar dışında, diyalogların 19. yüzyıldan başlayarak, özellikle Almanlar ve bu arada İngilizler ve Fransızlar tarafından gerçekleştirilen filolojik ve felsefî araştırmalarda dört ölçüt temel alınmıştır:

Dışsal, İçsel, Edebi ölçütler ve Stilometri.

Dışsal ölçütler temel alındığında, antik kaynaklardan örneğin Aristoteles’ten, Numenius’tan, sextus Emprikus’tan Platon’a yapılan atıflarla, diyaloglarda gördüğümüz birtakım çağdaş kişi ve olaylara yapılan göndermeler, diyalogların birbirlerine yaptıkları referanslar titizlikle incelenmiş ve Sokrates’in mahkûmiyeti ve ölümü, filozofun İtalya seyahatleri, Akademi’nin kuruluşu gibi, Platon’un hayatında önemli yer tutan değişik olaylar göz önüne alınmıştır.

Buna karşılık diyaloglarda ortaya konan öğretilerin belirlediği İçsel ölçütler söz konusu olduğunda, Platon yorumcuları Platon’un etik, eğitim, politika, metafizik, psikoloji, mantık, epistomoloji ve diyalektik konularındaki görüşleriyle, onun düşüncelerinin bu konulardaki geçirdiği değişimleri analize tabi tutmuşlardır.

Diyalogların kronolojisini belirlemede edebî ölçütleri ön plana çıkartan üçüncü tür araştırmalar ise yapıtların edebi kalite ve değerini, Platon’un diyaloglarda kullandığı diyalog ve yazım tekniğini göz önüne almışlardır. Buna göre, basit bir üslup ve diyalogun sanatsal değeri yüksek olmayan yapısının, bununla çelişecek başka bir ölçüt olmadıkça, Platon’un gençlik diyaloglarını yansıttığı savunulurken, filozofun kariyerinde ilerledikçe, diyalogların yapısının, üslubunun ve kullanılan diyalog tekniğinin de geliştiği ve olgunlaştığı düşünülmüştür.

Stilometri olarak bilinen dördüncü ölçüte gelince, Platon’un kullandığı terimler ve düşüncelerini ifade ediş tarzı, linguistik testlerle sıkı bir analize tabi tutulmuştur. Farklı ölçütlerin ve çok ayrıntılı stilometrik ve linguistik tekniklerin kullanıldığı bu incelemeler sonucunda, Platon’un diyalogları, hemen bütün Platon yorumcuları arasında tam bir fikir birliğiyle, gençlik, olgunluk ve yaşlılık olmak üzere üç döneme ayrılır.

Bu sınıflamaya göre;

GENÇLİK DİYALOGLARI: Sokrates’in Savunması, Kriton, Euthyphron, Lakhes, İon, Protagoras, Kharmides, Gorgias, Küçük Hippias, Büyük Hippias, Lysis

OLGUNLUK DİYALOGLARI: Devlet, Şölen, Phaedros, Euthydemos, Meneksenos, Kratylos

İki önemli diyalog, Menon ve Phaidon gençlik dönemi diyaloglarıyla söz konusu olgunluk diyalogları arasında bir KÖPRÜ/A’RAF/ALACAKARANLIK/ŞAFAK oluşturmaktadır.

YAŞLILIK DÖNEMİ DİYALOGLARI: ParmenidesTheaetetos, Sofist, Devlet Adamı, Timaios, Kritias, Philebos, Yasalar, Mektuplar.

Biçim açısından değerlendirildiğinde, ilk dönem diyaloglarının, Sokrates tarafından Savunma’da belirtilen çürütme, sorgulama misyonu ekseninde gelişen bir erdemlilik çerçevesi içinde hayli dramatik bir yapı sergilediklerini söylemek doğru olur.

Bu diyaloglar çözümsüzlükle sonuçlanan aporetik ( kritize edilen ) yapıtlardır. Başka bir deyişle, gençlik diyalogları, Sokrates’in belirli bir ahlâkî erdemle ilgili başlattığı tartışma üzerinde, somut bir sonuca ulaşmadan gelişen yapıtlardır. Bu yapıtlarda Platon’un gözettiği amaç, tanıdığı ve bildiği kadarıyla Sokrates’in karakterini, kişiliğini ve felsefî faaliyetini tanıtıp, ölümsüzleştirmektir. Bu yüzden bu gençlik diyalogları, “Sokratik Diyaloglar” olarak geçer.

Olgunluk dönemi diyalogları çok daha az dramatik olup, Sokratik diyalogların eğretiliğinin ve negatif tutumunun epey uzağına düşerler. Burada da, aynen ilk dönem diyaloglarında olduğu gibi, Sokrates yine başkonuşmacı ya da tartışmacıdır. Fakat Gençlik Diyaloglarının tersine, ilk kez birtakım pozitif öğretiler öne sürülür.

Bu diyaloglarda felsefî içerik genellikle Sokrates ya da güçlü bir otoritesi olan başka bir uzman tarafından ortaya konur.

Yaşlılık dönemi diyaloglarına gelindiğinde, Sokrates’in rolü azaldığı gibi, diyalogun dramatik karakteri tümden kaybolur. Sokrates sadece Philebos ve Theaetetos’ta başkonuşmacıdır, diğer diyaloglarda Platon’un başsözcüsü değildir, Yasalar’da ise hiç görünmez.

Yine son dönem diyaloglarında, sonradan zoraki bir biçimde diyaloga dönüştürülmüş olduğu sanılan, uzun sunum ya da serimlerin belirleyici olmaya başladığı deneme formu ağır basar.

Diyaloglar içerik bakımından değerlendirildiklerinde, Sokratik diyalogların ahlâkî problemler üzerinde yoğunlaştıkları, çeşitli moral problemlerin doğasını ele aldıkları söylenebilir.

Örneğin; Euythphron’da “Dindarlığın”, Lakhes’de “cesaret”in, Kharmides’te “ölçülülüğün” ya da “özdenetim”in, Lysis’te “dostluğun”, Büyük Hippias’ta “güzelliğin”, Menon’da “erdem”in ne olduğu tartışılır. Moral bilgi ve ahlâkî erdemlere dönük bu ilgi, orta dönem diyaloglarında da devem etmekle birlikte, Platon’un bu yapıtları yazdığı sıralarda ilgisinin teknik anlamda daha soyut ve felsefî konulara kaydığı görülür. Zira bu diyaloglarda metafiziksel ve epistemolojik meselelere daha büyük bir ağırlık verilir, onlara daha güçlü bir biçimde vurgu yapılır.

Gençlik diyaloglarıyla olgunluk dönemi diyalogları arasındaki en çarpıcı farklılık, İDEALAR KURAMIndan oluşur.

Platon kariyerinin bu döneminde, yine İdealar Kuramıyla ilişki içinde, Pythagorasçıların bazı felsefî öğretilerini gündeme getirir.

Başka bir deyişle, Platon olgunluk dönemi diyaloglarında, İdealar Kuramının metafiziksel, etik, epistemolojik ve mantıksal boyutlarını, antropolojisi ve politika anlayışıyla ilişki içinde gözler önüne serer.

Yaşlılık diyaloglarına gelince… Özellikle Parmenides’ten başlayarak, İdealar Kuramının genel çerçevesi içinde, Platonik düşüncenin, sonradan Theatetos ile Sofist’te bilgi ve dil kuramı, Philebos’ta etik, Devlet Adamı ve Yasalar’da politik bakımından geliştirilen yeni bir doğrultusu söz konusu olur.

****************************

GENÇLİK DÖNEMİ DİYALOGU LAKHES’İN KRİTİZE DENEMESİ

Çocukluk çağı geçen oğullarını iyi yetiştirmek isteyen babalar, acaba ne yapmalıdır?

Onlara silahla dövüşmeyi mi öğretmelidir?

Yoksa daha başka bir bilgi mi vermelidir?

Bazı kimselere bakılırsa, gençlerin silahla dövüşmeyi öğrenmesi en iyisidir. Bunu öğrenmekle, hem güçleri artacak hem başka eğlencelere dalmayacaklardır. Bu bilgi, savaşta insanın çok işine yarar. Silah kullanmayı öğrenenler, düşmanlarına karşı üstünlük sağlar.

Bundan başka, silah kullanmayı öğrenen bir kimse, bir başka bilgiye, askerleri yönetme bilgisine heveslenir; ve sonra, kendisini yüksek komuta(yönetme/strateji) bilgisine verir.

Silah kullanma bilgisini edinmek, insanın cesaretinin, kendisine güveninin artması demektir.

Fakat silahla dövüşmeyi öğrenmek, acaba onu öğretenlerin dediği ve bazı kimselerin sandığı gibi gerçekten bir bilgi midir?

Bir bilgi ise, öğrenileceği şüphesizdir.

Ama bilgi değilse veya önemsiz bir bilgi ise, onunla uğraşmak bize çok şey getirmeyecektir.

Bu bilginin gerçekten bir değeri olsaydı, hiç Ispartalıların gözünden kaçar mıydı?

Bu insanların bütün kaygısı, savaşta üstün olmak değil midir?

Hep kendilerine bu üstünlüğü sağlayacak bilgileri aramazlar mı?

Haydi, onlar bu bilginin değerini gözden kaçırmış olsunlar, neden onu öğretenler marifetlerini önce Isparta’da göstermiyorlar?

Bir tragedia şairi, tragediasını önce Atina’da oynatmak, Atina’da başarı kazanıp diğer Yunan devletlerinde ün yapmak ister. Hâlbuki silahla dövüşmeyi öğretmekten söz edenler, Isparta’dan kaçmaktadır. Üstelik başkalarının silah kullanmayı öğreten bu adamlardan hiç birinin bir savaşta yararlılığı görülmüş değildir. Tam tersine, çok zaman gülünç durumlara düşmüşlerdir.

Öyleyse, gençlerin iyi yetişmesi için ne yapılacak, nasıl bir yol tutulacaktır?

Aklı başında bir kimse, elbette bunu rastgele bir insana danışmayacak; çoğunluğun değil, yetkili olanların görüşüne değer verecektir.

Gençlerin yetişmesi söz konusu olunca, üzerinde durulacak noktalardan biri, onları yetiştireceklerini söyleyenlerin durumu olsa gerektir.

Bu adamlar başkalarından ders almışlar mıdır? Almamışlar mıdır?

Almışlarsa, kimlerden ders aldıklarını, ders aldıklarının iyi insanlar olduklarını söylemeli; kendilerinde olan bilgiyi başkalarına verebildiklerini göstermelidirler.

Eğer ders almamışlarsa, bu işi öğretmensiz yapıyorlarsa; o zaman da, Atinalı veya yabancı, hür veya köle kimleri yetiştirdiklerini göstermeli; yetiştirdiklerine herkesin inandığını söyleyebilmelidirler.

Düşünülecek bir başka nokta da “Çocukları daha iyi kılmanın yolu ruhlarına erdem aşılamaktır.” demenin sorunu çözmeye yetmeyeceğidir.

Çünkü erdemin ne olduğu bilinmezse, nasıl elde edileceği de bilinemeyecektir.

Genç ruhlara erdem aşılanmasını savunabilmek için, önce erdemin ne olduğu açığa çıkmalı, tanımı yapılmalıdır. Eğer erdemin bütününü aramak çok büyük bir iş sayılıyor, kolay göze alınamıyorsa, hiç değilse silahlı dövüşle ilgili bölümü, yani cesaret tanımlanmalıdır.

Cesur adam sözünden anlaşılan, düşmanla yiğitçe vuruşan insandır. Peki, ama gerilerken dövüşen asker için ne denecektir?

Bazen komutanlar ordunun geri çekilmesini doğru bulur. Fakat bu çekilmeye bir cesaretsizlik diyen yoktur. Hem cesaret yalnız savaşta mı gösterilir?

Denizin tehlikesine göğüs gerenlerdeki cesaret, hastalığa, siyasetin değişmesi yüzünden başa gelenlere katlananlardaki cesaret nedir?

Kiminin cesareti zevke karşı, kimininki acıya karşıdır. Arzularına dayananların yanında, korkuyu bilmeyenler de vardır.

Acaba bütün bu insanların tutumunda ortak olan şey nedir?

“Cesaret bir çeşit ruh sağlamlığıdır.” sözünde bir eksiklik olduğu bellidir.

Cesaret güzel bir şey olduğu ve ancak akılla beraber olan şey güzel olduğu için; ondan herhangi ruh sağlamlığı değil, ancak akılla beraber olan anlaşılmalı değil midir?

Ama öte yandan, şöyle de düşünülebilir; acaba bir savaşta, yardım geleceğinin, düşman sayısının daha az olduğunu, içinde bulunulan yerin savaşa daha elverişli olduğunu bilerek dövüşen asker mi daha cesurdur?

Yoksa karşıdaki düşmandan çekinmeden, ürkmeden saldıran asker mi daha cesurdur?

Bir kuyunun içine inip suya giren insandan biri bu işi bilerek öteki bilmeyerek yapsa, hangisine daha cesur denecektir?

İkinci daha cesur görüldüğü zaman ise, akılsızca olan korkmamaya cesaret adı verilmiş olmayacak mıdır?

“ Cesaret savaşta veya herhangi bir yerde nelerden kaçınıp neleri göze alabileceğimizin bilgisidir” sözü de, insana tuhaf gelmektedir.

Çiftçiler, çiftçilik işlerinde nelerden korkulacağını çok iyi bildikleri halde, cesur sayılmazlar.

Bir hekimin bilgisi, sadece sağlıkla hastalığı ayırmaktır. Bir insan için yaşamanın mı yoksa ölmenin mi daha iyi olacağını hekim bilemez. Bu, ne bir hekim ne bir bakıcı işidir. Bakıcı, bir insanın başına neler geleceğinin, örneğin bir savaşta yenileceğini veya yeneceğini haber verir; ama karşılaşılacak durumlardan hangisine katlanıp hangisine katlanmamak gerektiğini söyleyemez.

Çok zaman düşüncesiz bir atılganlığa cesaret dendiği görülür. Oysa cesaret ve ihtiyat / tedbir pek az insanda bulunur. Düşüncesiz bir atılganlıkla ihtiyatsızlıktan gelen korkusuzluk, erkeklerde olduğu kadar kadınlarda, çocuklarda, hatta hayvanlarda da olabilir.

Her şeyden önce, korkusuz olmakla cesur olmayı birbirinden ayırmak gerekir. Korkusuz olmak başka, cesur olmak başka şeydir.

Bir şey bilmeyen çocuklara, korkusuz diye cesur denemeyeceği gibi, bir hayvanın veya bilgisizlikten bir tehlikeyi küçümseyenlerin cesaretinden söz etmek de doğru değildir.

İnsanların korkulacak şeyler dedikleri, onlara korku veren şeylerdir.

Bu korku veren şeyler de, dünkü ve bugünkü kötülükler değil, beklenen kötülükler, gelecek olanlardır. Bir iş, ister geçmişte ister bugün ister gelecekte olsun, onu bilen bir tek bilgidir. “ Cesaret korkulacak şeylerin bilgisidir.” dendiği zaman, o bilginin ancak üçte biri söylenmiş olur.

Bunu göz önünde tutan insan, “Cesaret nelerden korkup nelerden korkulmayacağının değil, ne zaman ve nerede olursa olsun, bütün iyiliklerle bütün kötülüklerin bilgisidir” sözünü, herhalde daha doğru bulur.

Şu var ki, kendisine daha önce “Cesaret erdemin bir parçasıdır” denildiği hatırlatılınca, o da, erdemin ne olduğunun açığa çıkmadığını, cesareti tanımlayamayacağını söylemek zorunda kalır.


Kaynakça:

Platon ve Platon Sonrası, Dr. Fatma Paksüt, Klasik Çağ Araştırmaları Kurumu, DTCF Yayınları

Lakhes, Platon, Çev. Furkan Akderin, Say Yayınları

Hulusi Akkanat
+ Son Yazılar