Politikos / Devlet Adamı Üzerine İrdelemeler

Devlet
adamının bir bilgisi olmadığı söylenemeyeceğine göre, devlet adamının ne
olduğunu ortaya koymak için, sofistin ne olduğu aranırken yapıldığı gibi,
bilgiyi bölümlere ayırmak doğru olsa gerektir.

Herkes
bilir ki, hesap ve hesapla aynı soydan olan şeyler, soyut bilgilerdir. El
sanatlarında ise çalışanın bilgisi işe katılmaktadır. Bu durum göz önünde
tutulursa, bütün bilimleri ikiye ayırıp, birine “teorik bilgiler”, ötekine
“pratik bilgiler” adı verilecektir.

Hekim
olarak tanınmadığı halde, bir hekime akıl öğretecek kadar bilgili olan insana,
hekim demekte kimse tereddüt etmez. Bunun gibi, memleketi yönetenlere yol
gösterecek kadar bilgili olan insan da –ister kral ister sade bir vatandaş olsun–
krallık sanatından sayılsa yeridir. Büyük bir aile küçük bir devlete
benzediğine ve yönetme bakımından aralarında fark olmadığına göre de, bunların
hepsinde krallık bilgisi, siyaset veya ev yönetimi diyeceğimiz bir bilginin
bulunduğu kabul edilir.

Bir
kralın, daha çok aklını kullandığına şüphe yoktur. Krallık bilgisi, pratik
işlerden çok teorik bilgiye yakındır. Şu halde yapacağımız şey, teorik bilgiyi
bölümlere ayırmaktır.

Hesap,
kesin olarak teorik bilgiler sınıfına girer. O, sayılar arasındaki ayrılıkları
bilir ve bildiği şeyler üzerinde hüküm vermekten başka bir işi yoktur. Bir işçi
gibi çalışmadığı, emeğinden değil bilgisinden veren bir insan olduğu için,
mimarın da teorik bilgilerden pay edindiği söylenebilir. Fakat mimarın, hesapçı
gibi vermekle kalmaması, iş bitinceye kadar her işçiye ne yapacağını söylemesi
gerekmektedir.

Öyleyse
teorik bilgiler, “hüküm veren” ve “yöneten”
olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.

Şu
var ki, emir her zaman doğrudan doğruya olmaz. Birisinin yaptığı malı başkasına
satanlar olduğu gibi, kralın buyruğunu başkalarına taşıyanlar da vardır.

Krallık sanatı, tercümanın, dümencinin, bilicinin, habercinin işi gibi değildir.
Kral, kendiliğinden emir veren insan, gerçek yöneticidir.

Dikkat
edilirse, bütün yöneticiler bir şey meydana getirmek için emir verirler.
Meydana gelen şeyler canlı ve cansız olduğu ve krallık bilgisi, mimarlık gibi
cansız şeyleri değil canlıları yönettiği için, teorik bilginin emir veren
bölümü de ikiye ayrılıyor demektir. Canlıların meydana getirilmesi ise, ya tek
yetiştirme ya sürü ile yetiştirme şeklinde olur.

Devlet
adamı, atına bakan seyisten, öküzüne bakan bir rençperden çok, at ve öküz
sürüleri yetiştiren bir kimseye benzetilebilir. Yalnız sürü yetiştirmenin türlü
türlü olduğu da unutulmamalıdır.

Toplumları
birbirinden ayırırken çok zaman Yunanlılar bir yana konuyor; aralarında hiçbir
bağlılık olmayan, başka başka diller konuşan bütün toplumlara “barbar”
adı verilip çıkılıyor. Oysa bu, sayıları tek ve çift diye ayırmak yerine, belli
bir sayıyı ele alıp bütün sayıları onun karşısına koymak gibidir. Bir turna
kuşu da canlıları ayıracak olsa, herhalde turna türünü alır; insanlar dâhil,
bütün canlıları onun karşısına koyar. Bir kimse aynı hataya düşmek istemiyorsa,
önce kara hayvanlarını deniz hayvanlarından, iki ayaklıları dört ayaklılardan
ayıracak; sonra kanatlı sürüyü insanlardan ayırmak için tüylü ve tüysüz ayrımı
yapacaktır. Benzeri daha birçok ayırım sonunda da, krallık ve devlet sanatı
denen şeyin, insanları yönetmek ve yöneltmek olduğunu söyleyecektir.

Bir
kral bir çobana benzerse de, onunla başka çobanlar arasında büyük fark vardır.
Çobanın karşısında, sürünün yönetimini onunla paylaşmaya kalkan, paylaştığını
öne süren bir rakibi olmadığı halde; tüccarlar, çiftçiler, beden terbiyesi
verenler ve hekimler, devlet adamları ile boy ölçüşmeye kalkabilirler. Hem
yalnız halkı değil, yöneticileri de kendilerinin yetiştirdiğini
söyleyebilirler. Çobanlık bilgisini, hiç kimse çoban kadar bilmez. Hayvanları
besleyen çoban, doğurtan çobandır. Kavalının sesi ile sürüsünü etkileyen o,
hayvanlarını herkesten iyi yatıştıran odur. Kralın çevresini ise, devlet
adamlığını onunla paylaşmaya kalkanlar almıştır. Çobana benzetmekle, kralın ne
olduğu biraz anlaşılmış olsa bile, ötekilerden ayrılmadıkça, başkalığı ortaya
konmadıkça, tam bir tanımı yapılmış olmaz.

Bir
mythos’un dediğine bakılırsa, eskiden dünyanın gidişi ve insanların yaşayışı
bugünküne benzemezmiş. O zamanlar insanları Tanrı-çobanlar yönetirmiş. Bize
anlatılan bu Tanrı-çoban, çok üstün bir varlıktır. Oysa bugünkü devlet
adamları, yönettikleri kimselere benzemektedir. Krallar da onlar gibi
büyütülüyor, onlar gibi terbiye ediliyor. Bununla beraber biz yine de kralların
bir üstünlüğü olup olmadığını araştırmalıyız.

İnsan
toplumuna bakmakla, genel olarak insanlar üzerinde egemenlik kurmakta hiçbir bilgi
krallık bilgisinin önüne geçemez. Ama mademki bazı kimseler yersiz iddialarda
bulunuyor, sürünün yönetimini kralla paylaşmaya kalkıyorlar; öyleyse sürünün
yetiştirilmesinden değil, sürünün bakımından söz edilmeli; bu çobana, “besleyen”den çok, “gözeten” anlamını veren
bir ad takılmalıdır.

Bundan
başka, kralla tyrannos’u (zorbayı) bir araya koymamak için, insanların
yönetimini, istenen ve zora dayanan olmak üzere ikiye ayırmalıdır.

Sert
hükümdarların yönetimine tyrannosluk, istekli olanların yönetilmesine
politika denince, kendisinde bu ikinci yönetme sanatı bulunan kimseye gerçek
kral, gerçek devlet adamı diyenler olabilir. Ama acele eden bir heykeltıraşın
bazı aşırılıklara kaçabileceği unutulmamalıdır. Bir ressam tablosunun ana
çizgilerini ne kadar iyi çizerse çizsin, gerekli renkler henüz verilmemişse,
kimin ve neyin resmi olduğu anlaşılmaz. Bunun gibi, devlet adamı üzerinde
söylenenlerde bir gerçeklik olsa da, konu açığa çıkmış sayılmaz.

Yeni
okuma öğrenen çocuklar, bir harfi küçük hecelerde tanır, başka yerde
tanıyamazlar. Onlara, önce harfleri doğru olarak tanıdıkları gruplar, sonra tanımadıkları
gruplar gösterilir ve bir zaman sonra bu çocuklar, her harfi, her hecede
tanıyacak hale gelirler. Biz de, araştırmalara küçük örneklerden başlamanın,
örneğin dokumacılığın bir bölümü olan yün dokumacılığını incelemenin devlet
adamının ne olduğunu kavramakta yararlı olacağını düşünemez miyiz?

Biz
dokumacılık deyince, karşımıza bir değil birçok sanatın çıktığını görürüz.
Çünkü yün, dokunmadan önce taranmakta, eğrilip bükülmektedir. Yün taramanın,
yün eğirip bükmenin dokumacılıktan ayrı sanatlar olduğuna şüphe yoktur. Fakat
onlar, dokumacılıkla yarışa kalkarlar. Büyük payı dokumacılığa verseler bile,
kendileri de bir pay isterler. İş burada da kalmaz. Dokumacılıkta kullanılan
aletleri yapan sanatlar da, dokunan kumaşın yardımcı nedeni olduklarını öne
sürerler. Yün elbise ile ilgili olan bütün sanatlar içinde en önemli yer
dokumacılığa verilse de, rakipleri bir yana çekilmedikçe, dokumacılık yeterince
tanımlanmış olmaz.

Meydana getirilen her şeyin, bir asıl nedeni (kaynak
sorun), bir de yardımcı nedeni (görünen sorun) vardır.

Yün
taramak, yün bükmek yardımcı sanatlar olduğu gibi, kullanılan iğleri, mekikleri
yapanlar da yardımcı sanatlardır ve asıl dokuma sanatı bunlardan ayrı bir
şeydir. Kısaca bir şey söylemek istenirse, ona, çözgü ile atkıyı çaprazlamak
sanatı denebilir.

İyi
ama kısa ve uzun söylemek neye göredir? Bir şeyin yerinde övülmesi veya
yerilmesi hangi kurala göre olacaktır? Bunun için artıkla eksiğin incelenmesi
gerekmeyecek midir?

Ölçü
sanatı denen şeyin, uzunlukla kısalığa, artıkla eksiğe uygulanabileceğine şüphe
yoktur. Yalnız bu sanat ikiye bölünmeli ve bu bölme, bir yandan büyükle küçüğün
birbiri ile ilişkisine, öte yandan oluşun öz zorunluluklarına dayanmalıdır.
Genel olarak, küçük karşısında büyük olana büyük, büyük karşısında küçük olan
küçük deniyor. Oysa sözde olsun işte olsun, iyilerle kötülerin ayrılığını en
güzel gösteren şey, doğru ölçüyü aşmak veya doğru ölçüden aşağı olmaktır.
Büyükle küçüğün iki türlü varlığı, iki türlü ölçüsü olduğu unutulmamalıdır.

Büyüğün
özünü yalnız küçüğün özü ile ilişkili görmek, onun doğru ölçü ile ilişkisini
kabul etmemek, sanatların meydana getirdiği eserleri yok etmeğe varır. Doğru
ölçünün altında kalan veya üstünde olan, bu sanatlar için olmadık bir şey
değildir; istenmeyen şeydir. Bütün sanatlar meydana getirdikleri eserlerden onu
uzaklaştırmaya çalışırlar; doğru ölçüyü kullanarak, eserlerini iyi ve güzel
kılarlar. Devlet sanatı yok edilmek istenmiyorsa, çokla azı kendi aralarında
değil, doğru ölçü ile ölçülür kılmak zorunludur.

Ölçü
sanatı dediğimiz şekilde bölümünde, uzunluğun, enliliğin, derinliğin ve
kalınlığın kendi karşıtları ile ölçüldükleri sanatlar bir yana; uyguna,
yerindeye, gerekliye, en ileri ile en gerinin tam ortasında bulunan doğru
ölçüye göre olan sanatlar bir yana konur.

Her
sanat eserinin, şu veya bu şeklide, ölçüde payı vardır. Fakat insanlar
nesneleri türlere ayırmaya alışık olmadıklarından, ölçüler farklı olsa da,
onların benzediğini sanır; aynı olduklarını söylerler. Bölümlerine
ayırmadıkları bazı şeylerde de, tam tersini yaparlar.  Doğru olan ise, birtakım şeylerde bir
ortaklık görünce, bir ortaklık içinde, türleri meydana getiren farkları
ayırmaktır. Birçoklukta bir sürü benzemezlik görünce de, gizli kalan yakınlık
çizgilerini bir tek benzerlik içine alıp, bir cins üzerinde toplamaktır.

Bazı
varlıklarda, duyulara çarpan, kolayca görülen benzerlikler olur. Ama en büyük,
en değerli varlıklar üzerinde açık bir fikir vermek için kullanılabilecek, şu
veya bu duyuya bağlanabilecek bir şey yoktur. Cisimsiz varlıkları, bize ancak
akıl açıkça gösterebilir. Akıl bir şeyin kolay ve çabuk çözümünü ikinci sıraya
koymakta, türlere ayırmayı öğreten yönteme daha çok değer vermeyi doğru
bulmaktadır; bir şeyin daha iyi kavranmasına yarıyorsa, uzun konuşmaktan
çekinilmemesini, uzun sözün sabırla dinlenmesini istemektedir. Bunun için, biz
de araştırmalarımıza devam edeceğiz. Krallık sanatının sürülerle uğraşan
sanatlardan biri olduğunu söylemekle yetinmeyecek; devlet içindeki diğer sanatları
ele alacak ve bunları birbirinden ayıracağız.

Küçük
veya büyük bir alet yapan bütün sanatlar, yardımcı sanatlar sınıfına girerler.
Bunlar olmadıkça, ne devlet olur ne devlet adamı. Ama krallık sanatının
işlerinde, bunların hiçbir payı yoktur. Yetiştirici sanatların bir bölümü,
yetiştirme ile ilgilidir; bir bölümü de kuru veya yaş yetiştirilmiş maddeleri
koymak için yapılmış şeyler girer. Üçüncü tür, taşıt sanatlarıdır. Bir taşıt,
değerli veya değersiz, kara için veya deniz için olabilir. Ama ne cins taşıt
olursa olsun, onu meydana getiren, devlet sanatı değildir. Bu daha çok, dülger,
çömlekçi veya demircinin işidir. Dördüncü tür “sığınak” diyeceğimiz sanat
türüdür. Bütün giyecekler, silahların büyük kısmı, surlar, toprak ve taş
sığınaklar –hepsi insanı koruduğu için– bu türe konmalı; yalnız bu türün devlet
adamından çok, mimar ve dokumacının sanatına girdiği unutulmamalıdır. Resimle
veya müzik yardımı ile yapılan bütün taklitler, beşinci tür olarak kabul
edilebilir ve hepsi insanın zevkini amaç edindiği için, bu türe “eğlence türü”
denebilir. Altıncı tür, saydığımız bütün sanatların kullandığı malzemeyi veren
ve kendisi başka sanatlardan çıkan türdür. Gerçekten bütün sanatlar, topraktan
çıkarılmış madenleri, balta ile kesilmiş veya budanmış şeyleri, soyulmuş bitki
kabuklarını, işlenmiş hayvan derilerini, bükülmüş ipleri, kâğıdı ve
benzerlerini kullanmaktadırlar. Bu türe “karışık tür” dense yeridir.
Yiyeceklerimiz arasına giren şeylere gelince, bunlarla yedinci bir tür
kurulması, bu türe “besleyici” adının verilmesi uygun olur. Fakat bunların da,
devlet sanatına sokulmaması; çiftçilik, avcılık, beden terbiyesi, hekimlik, aşçılık
sırasına konması gerekir.

İnsanın
sahip olduğu bütün mallar, bu yedi türde olur. Unutulmuş olanlara önemsiz
görülüp ele alınmayanları da, bu türlerden birine koyabiliriz. Yalnız evcil hayvanlar,
daha önce sözünü ettiğimiz sürü yetiştirme sanatına girmektedir.

Bir
devlette bu sanatlarla uğraşanların dışında kalan kimseler, hizmet edenler
grubudur. Pamuk tanların, iplik bükenlerin dokumacı ile yarışa kalkması gibi,
hizmet edenler grubundan bazı kimseler kralla yarışa kalkabileceği için, bu
gruba çok dikkat edilmelidir.

Bunların
içinde en çok hizmetçi olan, kölelerdir. Onların krallık sanatında en küçük
payları yoktur. Başka şehirlere giderek çiftçilikle öteki sanatlar arasında
dağıtıcılık yapan, malı parayla, parayı parayla değiştiren tüccar ve sarraf
gibi vatandaşların, hiç değilse ticaret siyasetinde bir yerleri olduğu
söylenebilir. Fakat önlerine gelenlerin hizmetine giren gündelikçilerin,
aylıkçıkların, krallık sanatından pay aldıkları kabul edilemez. Bütün elçiler,
gördükleri iş nedeni ile yazı alanında bilgin kesilenler, kamu işi ile ilgili
bir sürü başka iş görenler, şehir devletlerinin başları değil, hizmetçileridir.
Tanrı sözcüsü oldukları söylenen bilicilerle halk adına tanrılara kurban sunan
ve tanrılardan yardım isteyen rahiplerin işi de hizmet sınıfına girer.

Gerçek
kralın, gerçek devlet adamının ne olduğunu açığa çıkarmak için ilk yapılacak
şey, onu, kendisine hizmet edenlerden ayırmak; ikincisi de, öteki rakipler bir
kenara konduğu zaman, karşılaşılacak sürüyü ele almaktır. Bunların bir bölümü
yırtıcı hayvanlara, bir bölümü satyr’lere, gücü az hilesi çok hayvanlara
benzerler; göz yumup açıncaya kadar görünüşlerini, özelliklerini
değiştiriverirler. Devlet sanatının ne olduğu açıkça görülmek isteniyorsa,
sofistlik sanatında usta olanların, gerçek devlet adamından ayrılması gerekir.

Bilinen
iktidar şekillerinden biri tek kişinin, biri küçük bir topluluğun yönetimi,
biri de çokluğun efendiliğidir. Hükümetlerde zorun veya hürriyetin, fakirliğin
veya zenginliğin, kanunun veya kanunsuzluğun egemen oluşuna göre, ilk iki
hükümet şekli ikiye bölünüyor. Ama zenginlerin isteğiyle de olsa zor da
kullanılsa, kanunlar sayılsa da sayılmasa da, çokluğun yönetimine demokrasiden
başka bir ad verilmiyor.

İlkelerimize
bağlı kaldıkça, bilinen bu devlet şekillerinden herhangi birine gerçek devlet diyemeyiz.
Daha önce krallığın bir bilim olduğunu söylediğimize göre, hükümet şekillerini
ayırırken, yönetimin bir kişinin, birkaç kişinin, zenginlerin veya fakirlerin
elinde olmasına değil, bu bilimin bulunup bulunmadığına dikkat etmeli; bilimlerin
en güçlüsü ve elde edilebilen en büyük bilim olan insanları yönetme biliminin,
hangi devlet şeklinde bulunduğunu göstermeliyiz. Mademki kralın rakipleri,
devlet adamı olmadıkları halde devlet adamı olduklarını söylüyor ve buna
başkalarını inandırabiliyorlar; öyleyse bu bilimin incelenmesi, kime devlet
adamı deneceğinin iyice bilinmesi gerekir.

Bu
bilimi kalabalığın elde edebileceği düşünülemez. Değil herkes, on bin kişilik
bir devlette elli kişi bu bilimi elde edebilse, devlet sanatı sanatların en kolayı
olur. Yunanlılar içinde bu ölçüde satranç ustası bile zor bulunur. Demek ki,
gerçek bir yönetim, bir iki kişinin veya az sayıda insanın elinde olacaktır ve
daha önce söylediğimiz gibi, krallık etse de etmese de, bu bilgiye sahip olanlara kral denecektir.

Bir
hekim, ister bizi gönlümüzle, ister bir yerimizi keserek ve yakarak, canımızı
acıtarak zorla iyi etsin ister fakir ister zengin olsun, yaptıklarını hasta
kurtarmak için yapıyorsa ve bir sanata göre tedavi ediyorsa, ona hekim demekte
tereddüt etmeyiz. Öyleyse doğru hükümeti ararken de, her şeyden önce
baştakilerin krallık bilimine sahip olup olmadıklarına bakılacaktır. Kralın
kanuna uyması veya uymaması, halkın gönlünce gitmesi veya zor kullanması, fakir
veya zengin olması hesaba katılmayacaktır. Sözünü ettiğimiz başlar, ister
devleti temizlemek, devletin sağlığını korumak için birisini öldürsün veya
sürsünler, ister kovandan oğul salar gibi dışarı kollar çıkarsınlar veya
devleti büyütmek için yabancıları içeri alıp yeni yurttaşlar edinsinler; devleti
bilim ve doğrulukla korudukça, kendileri de elden geldiğince iyi kaldıkça,
onların hükümeti, bizim gözümüzde en doğru hükümet olacaktır.

Bu
sözlerimizi garip karşılayanlara, kanunsuz bir hükümetin doğru olabileceğine
inanamayanlara söyleyelim ki, kanunlar da bir ölçüde kral işidir; ama en iyisi,
gücün kanunlara değil krala verilmesidir. Çünkü kanun, herkes için en iyi ve en
doğru olanı aynı zamanda kavrayamaz. Bir insan ötekinden, bir iş başkasından
ayrı olmakla da kalmaz, insanla ilgili şeyler hiçbir zaman olduğu yerde durmaz.
Bunun için, hiçbir sanata, hiçbir konu üzerinde, her zaman ve her durumda doğru
olacak bir kural verilemez. Kanun kendisinden emin bir kara cahil gibidir.
Buyruklarına karşı kimseye ağız açtırmayan, yeni bir durumda bile soru sorulmasına
katlanamayan bir adama benzemektedir. O şaşmaz bir kural koymak isteğindedir;
oysa boyuna değişenin, hiç değişmeyene uyması imkânsızdır. Ama uymazsa, kanun
en doğru kural değilse, neden kanun çıkarmak zorunda kalınır?

Bilindiği
gibi, zaman zaman çeşitli oyunlar düzenlenmekte, birtakım yarışlar
yapılmaktadır. Bu idmanları bilim kurallarına göre yöneten beden terbiyesi
öğretmenleri, her duruma göre, herkes için ayrı emir vermezler, genel olarak
vücuda yararlı olanı söylerler. Herkesten aynı çalışma istenir; hareketler aynı
zamanda başlatılır ve aynı zamanda durdurulur. Kanun koyucu da, sürüye emir
verirken böyle yapar. İster yazılı kanunlar çıkarsın ister geleneklere kanun
gücü versin, onun kanunu toptan bir kanundur. Kanun koyucu her zaman insanın
yanında olmayacağı için, şu veya bu durumda ne yapılacağını noktası noktasına
söyleyemez, herkese uyan şaşmaz bir kanun veremez.

Uzun
bir yolculuğa çıkacak bir hekimin, bir beden terbiyesi öğretmeninin, verilecek
öğütleri unutmasınlar diye, hastalarına ve öğrencilerine yazılı reçete ve
program bırakmasına bir şey denemez. Ama yolculuk umulandan kısa sürer veya
mevsimlerin gidişinde beklenmedik bir değişiklik olur da dönüşte hastayı ve
öğrenciyi daha sağlıklı bulurlarsa, o yazılı emirlerin yerine başka emirler
vermezler mi? Yalnız o eski emirler sağlığa ve hekimliğe uygunmuş gibi, yazılı
reçetelerde ısrar ederler mi? Konan bir kanun artık bozulamaz mı? Doğru ile
eğriyi bilen bir kanun koyucunun kendisi veya onun yetkisine sahip birisi, eski
buyruklarını değiştiremez mi?

Çok
kimse, ataların kanunlarından daha iyi bilinen kanunların, ancak yurttaşları
inandırdıktan sonra yurda verilebileceğini düşünmektedir. Fakat yazılı
kanunları halka zorla kabul ettirmek de, hekimin yazılı reçeteye hiç bakmadan,
kandırmaya baş vurmadan, hastayı daha iyi bir tedaviye zorlandığını söylemek
doğru olmasa gerektir. O halde, daha güzeli, daha doğruya, daha yararlıyı
yapmak için, yazılı kanunlar, gelenekten gelen kanunlar zorla bozulduğu zaman
da, başka her şey söylense bile, zor kullananların namussuzluk ettikleri haksız
davrandıkları söylenemez. Elbette zor kullanan zengin olunca hareketi doğru,
fakir olunca eğri görülmeyecektir. Ama halka yararlı bir işin, kanuna uygun
veya aykırı olmasından, yurttaşları kandırarak veya zor kullanarak
yapılmasından daha önemli olan; iş görülürken göz önünde hep doğru bir
yönetimin şaşmaz ölçüsünün tutulup tutulmadığı değil midir? Bir kaptanın bütün
dikkati, gemisinin ve gemisinde olan insanların üzerindedir. O kendi bilimini
kanun tanıyarak, onları tehlikelerden kurtarır. Bunun gibi, devlet dümenini
doğru bir yönetimin şaşmaz ölçüsüne göre çevirebilen başlar da, kendi
sanatlarına kanundan üstün bir güç vererek doğru hükümeti gerçekleştirmezler
mi? Akıldan ve bilimden ilham alan başlar, yurttaşlar arasında tam bir doğruluk
kurmaktan, yurttaşları korumak ve daha iyi kılmaktan ibaret olan biricik büyük
kuralı uygulamak suretiyle, yanılma tehlikesine düşmekten her şeyi yapamazlar
mı?

Şu
var ki, devleti akılla yönetmek bilimi, öyle herkeste bulunacak bir şey
değildir. Çoğunluk bu bilime hiçbir zaman sahip olamayacağı için, biricik doğru
hükümet, ancak birkaç kişiden, hatta tek bir insandan beklenecektir. Öteki
hükümetler bu gerçek hükümetin iyi veya kötü bir taklidi olacaktır. Onlar
yazılı kanunlarını, doğru hükümetten alarak yaşayacaklar; en doğruyu değilse
bile, bugün için doğru olanı yapacaklardır. Herhangi bir kimsenin kanunlara
aykırı bir şey yapmaya kalkmasını yasaklamak, kalkanı da ölüm cezasına
çarptırmak, bu hükümetler için bir zorunluluktur. Demin söylenen ilke bir yana
konursa, bu en doğru, en güzel ilkedir ve bu ikinci ilkenin yerleşmesinin bazı
nedenleri vardır.

Yine
kullandığımız örnekleri ele alacak olursak, bir hekimin hastasını haraca
keseceği, aldığı paranın çoğunu kendisi için harcayacağı, hatta yakınlarından
veya düşmanlarından para alıp zavallıyı öldüreceği düşünülebilir. Denize açılan
bir gemici de yolculara –ıssız bir kıyıda bırakmak veya yanlış manevralarla
denize dökmek gibi– çeşitli kötülükler edebilir. Öyleyse bu iki sanat, efendi
olarak emir işlerden hiç anlamayanlara, her sanattan insanlara, hekimlik ve
gemicilik işlerini danışmaktan, ilaçların ve hekimlik aletlerinin, gemilerin ve
gemicilik aletlerinin nasıl kullanılacağını sormaktan başka yol yoktur. İster
hekimlerin ve dümencilerin, ister işten hiç anlamayanların fikirleri ile olsun,
kalabalık neye karar verirse, sütunlara, mermer levhalara o yazılacaktır;
denizcilikte ve hekimlikte bu kararlara uyulacaktır. Sonra her yıl zenginlerin
veya halkın içinden seçilen bir kimse başa geçirilecek; o da hastaları iyi
etmekte, gemileri kullanmakta yazılı kanuna göre emir verecektir. Devlet
adamları yılını bitirince kura ile seçilen bir mahkeme önünde yaptıklarının
hesabını vermeye çağırılacaktır. İsteyen herhangi bir kimse, devletin başını bu
mahkemede, gemileri yazılı kanunlara, geleneklere göre yönetmemekle
suçlayabilir. Hastaları tedavi edenler de aynı şekilde suçlanabilir. Suçlu
görülenlerin çekeceği cezayı ve ödeyeceği parayı da, yine mahkeme
kararlaştırır.

Birisi
çıkıp da, dümencilik sanatını, denizcilik bilimini, hekimliğin elde ettiği
gerçekleri yazılı kanundan başka yerde ararsa, bu konularda bilgiçlik taslarsa;
onun bir sofistten başka bir şey olmadığı, gençleri kanunsuz denizcilik ve
hekimlik etmeye teşvik ettiği söylenecektir. Böylelerini mahkemeye verenler
olacaktır. Kanunlarda yazılanları küçümsedikleri, başkalarına akıl verdikleri
belli olanlar, en ağır cezalarla cezalanacaktır.

Burada
“iyi ama bilgi böyle kanunla bağlanınca,
şu veya bu sanat dalında yönetim –sanatın değil de– kanunun elinde olunca, her
türlü araştırmayı yasaklayan bu kanunla kovulan sanatlar ortadan kalkmaz mı?
Sanatla uğraşmak yazılı kanunun boyunduruğuna sokulup bu yasa seçimin veya kuranın
gösterdiği başa kabul ettirilince; hiçbir şeyden anlamayan bu başın kanuna
aldırmaması, şu veya bu nedenle kanuna aykırı bir harekete kalkması daha kötü
olmaz mı?”
 gibi bir soru akla
gelebilir. Ama denemeler sonunda meydana gelen, ve her maddesi iyi niyetli
kimselerin öğütleri ile halk tarafında kabul edilen kanunlara aykırı bir
hareket, daha da kötü sonuçlar verir; daha büyük bir suçtur. Yazılı yasaların
yaptığı, bunun yanında hiç kalır. Böyle olduğu içindir ki, kanunların ve yazılı
yasaların kurulduğu bir yerde, alınan ikinci bir kararla, bir kişiye veya bazı
kişilere kanunları bozma hakkının tanındığı görülmemiştir.

Bununla beraber bir devlette..