Sınıf Kavgalarının Strateji Kuramcısı, Sosyalizmin Kurucusu
Vladimir İlyich Ulyanov (Lenin) kimdir?
“Filozoflar yalnızca dünyayı değişik biçimlerde yorumladılar; oysa sorun onu değiştirmektir.”
Karl Marx – Feuerbach Üzerine Tezler,1845
Leninizm nedir?
Lenin’in ilham verici liderliğine dair kahramanlık senaryosuna olan ömürlük adanmışlığını, ancak onu fikirlerine bağlayan duygusal harcı anladığımız vakit idrak edebiliriz. Bu senaryo, tutkulu bir birey ile onun kamusal kimliği arasındaki –Vladimir İlyiç Ulyanov ile N. Lenin arasındaki– en temel bağlantıdır.
Bu her şeyden evvel şunun için gereklidir: N. Lenin’in fikirleri, Ulyanov’un onlara yüklediği duygular olmadan, Ulyanov’un duygusal yaşamı ise N. Lenin’le ilintili fikirler olmadan anlaşılamaz. Bu temel hususu belirtmek için “Lenin” ve “Ulyanov” arasındaki ayrımdan yararlandıktan sonra, artık bu tarihî şahsiyetten bahsederken alışıldığı gibi onun en bilindik mahlasını kullanarak devam edeceğim.
Rus devrimci ve siyaset adamı olarak bilinen Vladimir İlyich Ulyanov (Lenin), 22 Nisan 1870 yılında o dönem adı Simbirsk olan Ulyanovsk’ta doğdu. Babası İlya Nikoloyeviç Ulyanov, özgür eğitim için mücadele eden bir devlet memuruydu. Benzer şekilde annesi Aleksandrovna Ulyanov da demokrasi için mücadele etmekteydi. Orta halli bir ailenin 6 çocuğundan 2. olarak dünyaya gelen Lenin, 1886 yılında babasını beyin kanaması sonucu kaybetti. Daha babasının yokluğuna alışamadan 1887 yılında ağabeyinin idamıyla sarsıldı. III. Rus Çarı Aleksandr’ın ölümüne sebep olan suikasta yardım etmekle suçlanan Aleksandr Ulyanov asılarak idam edildi. Hayatının şekillenmesinde büyük rol oynayan bu iki kayıptan sonra ağabeyini kaybettiği 1887 yılında Kazan Üniversitesi’ne girmeyi başardı. Üniversite yıllarının hemen başında Rus devrimini destekleyen öğrenci örgütüne katıldı. 1888-1889 yılları arasında hukuk eğitimi aldığı dönemde Rus edebiyatı konusunda da kendini geliştirmeye başladı. Üniversite yıllarında aldığı eğitim ve öğrenci örgütlerine verdiği destekler dışında dil eğitimleri de alan Lenin, Latince, Yunanca, Almanca, Fransızca ve İngilizce öğrendi. Daha sonraki yıllarda Karl Marx’ın Das Kapital adlı eseriyle tanıştı ve 1892 yılında hukuk alanında diplomasını aldı.
Verimli geçen üniversite hayatının ardından Volga Nehri’ne yakın bir Tatar köyü olan Samara’da avukatlık yapmaya başladı. 1893 yılında St. Petersburg’a yerleşme kararı almasıyla birlikte Marksist grupların arasında kendine yer buldu. Sık sık Rus devrimine destekçi bulabilmek için Avrupa’ya seyahatler yaptı. 1895 yılında Rabochye Delo isimli yasal olarak kabul edilmeyen bir dergiyi yayımlamaya çalıştı. Aynı yıl 14 ay hapis cezası aldı ancak cezası hapisten çıktıktan sonra da bitmedi. Görüşleri tehlikeli olarak görüldü ve Sibirya’da bulunan Shushenkoye köyüne sürgün edildi. Bu sürgün Lenin’i inandığı amaçlardan saptırmamasının yanı sıra, o dönem bir devrimci olan Nadejda Krupskaya’yla evlendi. Sürgünde de çalışmalarına devam etti ve Julius Martov ile birlikte Iskra (Rusça: Искрa; anlam: “Kıvılcım”, Rus sosyalist mültecilerinin Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin resmî gazetesi olarak çıkardıkları siyasi gazete. Başlangıçta Vladimir Lenin tarafından işletilmiş ve 1903’te Rusya Sosyal Demokratik İşçi Partisi’nin bölünmesinden sonra Lenin kadrodan ayrılmıştır) gazetesini kurdu. Bu dönemde devrim hareketi ile ilgili yazdığı makale ve kitaplarda ilk kez Lenin ismini kullanmaya başladı. 1900 yılında sürgün cezasının bitmesinin ardından Pskov’a yerleşmesiyle birlikte Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi için çalışmalara başladı. 1903 yılında Ne Yapmalı? kitabını yazmasıyla parti içinde huzursuzluklar ve bölünmeler başladı. Fakat işçiler arasında hızla yayılan bu kitap Rusya’da bir dönüm noktası oldu. Rusya’da sosyalist devrimin temellerini atan bu kitabın ardından çeşitli konferanslar için Avrupa’ya gitti ve İskra’dan ayrıldı. 1906 yılında büyük katkılar verdiği Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin lideri konumuna gelmeyi başardı.
1918’de Sosyalist Devrimci Parti üyesi Fanya Kaplan tarafından suikast girişimine uğradı. Açılan ateş sonucu ikisi omuzuna, biri akciğerine üç kurşun isabet etti. Lenin sonraki dönemde iyileşti, ancak izler onu hayatının sonuna kadar bırakmadı.
1919 yılında Bolşevikler ve başka ülkelerden gelen Sosyalistlerle birlikte Enternasyonal’i kurdu. 1917 yılında bir konuşma yapan Lenin, kapitalist ve emperyalist güçlerin egemenliği altında ezilen ve hakları çiğnenen devletlerin birlik olması gerektiğini vurguladı ancak dönemin koşulları bu birliğin gerçekleşmesine engel oldu.
Düşmanları tarafından sürekli zayıf anı kollanan Lenin, 1922 yılında birçok suikast girişimine maruz kaldı. Gerek atlattığı suikastlar, gerekse savaş gerginliği Lenin’de derin yaralar açtı ve felç geçirmesine neden oldu. Sağ tarafı felç kalan ve zor günler geçirmeye başlayan Lenin, aktif siyaset hayatını noktaladı. Fakat sağlık problemleri siyaset yaşamının ardından da yakasını bırakmadı. Aynı yıl ikinci kez felç geçirdi ve kısa süre içinde konuşma yeteneğini kaybetti. 21 Ocak 1924’te daha 53 yaşındayken hayata veda eden Lenin, eşitlik ve işçi hakları için emperyalizm ve kapitalizme karşı verdiği mücadele ile birçok insana ilham kaynağı oldu. Ölümünün ardından mumyalandı ve Moskova, Kızıl Meydan’da (Red Square) Lenin Mozolesi’ne konuldu.
“Günümüzde ‘Ne Yapmalı?’ ile tartışan insanlar tarafından yapılan temel hata şudur ki, onlar bu çalışmayı tarihsel bağlamından, partimizin özgül ve artık geride kalmış bir döneminden bütünüyle koparıyorlar.”
V. İ. U. Lenin – 1907
Devrim Öncesi Rusya’sının Sosyal ve Siyasi Yapısı
Çarlık Rusya’sında Sosyal Sınıflar ve İktisadi Bünye:
Bolşevik (çoğunlukçu) devriminden önceki Rusya’nın siyasi ve sosyal bünyesine baktığımız takdirde, onun bir devrim için pek çok sosyolojik, tarihi ve doğal şartları bağrında taşıdığını görebiliriz. Bu imkân ve şartlar, çok geniş topraklar üzerinde, ilkel bir teknikle çiftçilik yapılmaktadır. Toprakların bir kısmı ekilememektedir. Ulaştırma araçları basit olduğundan, şehir ve kasabalar birer adacık halindedir; koca memleket birbirinden habersizdir. Memleketin aydınları azdır. Mevcutlar da, dışardan gelen fikirlere ihtirasla sarılmışlar, herhangi bir sosyal reform projesine şuursuzca sarılmışlardır. Aşağı sosyal sınıflardaki, kin ve haset duyguları ve “her şey yeniden değişmeli” şeklindeki düşünce ve eğilimler, psikolojik ve sosyolojik sebeplerdir. Bu sebepler, Rusya’yı adım adım devrime götürmüştür. Aile, devlet, hukuk sistemi ve kurumlar adı verilen sosyal şekiller Rusya’yı kargaşalık ve çalkantıların içine itmiştir.
Bu bilgilerin bir kısmı doğru olmakla beraber, bir kısmı da doğru değildir.
Rusya’nın Büyük Petro devrine kadar umumiyet itibariyle Batı medeniyeti ile esaslı hiçbir kültür teması bulunmadığı söylenebilir.
Rusya, Hristiyanlığı güneyden, Bizans’tan almış olmakla beraber, İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesiyle, güneyden her türlü kültürel temaslarını kesmiş bulunmaktaydı. Bu suretle Rusya, esas itibariyle büyük toprak sahibi feodalite egemenliği esasına dayanan bir köylü memleketi olarak kalmış ve burada ne bir şehir, ne de lonca devirlerinde batı ve güney memleketlerinde olduğu gibi son derece gelişmiş bulunan küçük sanayi hayatı var olabilmiş değildir.
Büyük Petro her türlü çareye başvurarak, uzun asırların bir neticesi olan bu geri vaziyet ve zihniyetle mücadele etmeğe başlamıştı. Çar, memleketi bir an önce yüksek medeniyet seviyesine ulaştırabilmek maksadıyla yalnız hariçten birçok sanatkârlar çağırmamış, bunun dışında yabancı girişimcileri de yatırım yapmaları için Rusya’daki birçok büyük fabrikayı, tersaneleri ve maden ocaklarını da tesisleştirilmişti. Bu kurumlar, o zaman Batı dünyasına hâkim olan merkantilizm ( XV. yy. ile XVIII. yy. arasında egemen olmuş, ticaret burjuvazisinin çıkarlarını öne alan, gönencin üretim alanında değil ticarette ve anamal birikiminde olduğunu öne süren öğreti) fikirlerine uygun olarak, memlekete “servet ve zenginlik” getireceklerdi. Yeni kurulan fabrikalarla, işletmeye açılan maden ocaklarında çalıştırılan iş güçlerini esas itibariyle, büyük arazi sahiplerine tâbi köylülerle, mahkûmlar ve sokakta bulunmuş çocuklar teşkil ediyordu; buna uygun olarak da iş şartları çok ilkel ve çoğunlukla da pek barbarca bir mahiyet arz etmekteydi. Petro’nun halefleri bu sanayileşme politikasına devam etmişlerdir; Rus sanayiinin düşük ve kötü verimi, 1741 senesinde bez/dokuma fabrikalarına mahsus olmak üzere bir kanunla belirlenmiştir.
Görülüyor ki, esas itibariyle köylü nüfusunun büyük çokluk teşkil ettiği ve feodal ziraat şartlarının hâkim bulunduğu Çarlık Rusya’sında, Batıya kapıları açış ve sanayileşme süreci, tarihimizde Deli Petro diye anılan Çar zamanında başlamıştı.
Rusya’da bugün ulaşılan yüksek gelişmişlik düzeyine doğrudan doğruya Sosyalist Sistemin mucizesi olarak bakılması karşısında, tarihsel sosyoekonomik-politik koşulları da göz ardı edilmemelidir.
Bol hammadde kaynakları, çok ucuza temin edilen işgücü, çok önce kurulmuş olan sanayii elbette sosyoekonomik süreci hızlandıracak, bugünkü kalkınmada büyük pay sahibi olacaktır.
Lenin’in Hayali
“Lenin’in siyasî düşüncesini bütünselliği içerisinde anlamak için, onun hayalinde canlandırdığı şeyin yalnızca bahsettiği profesyonel devrimcilerin militan örgütü olmayıp, “bütün halkı” kapsayan, parti liderliğinde bir halk hareketi olduğunun farkına varmak önemlidir. Bu “hayal”, hareket içerisinde kendilerini takip eden daha büyük kitlelerin öğretmen ve örgütleyicileri rolünü üstlenen bilinçli devrimcilerin öncüsü olan partiyi merkezine alıyor olsa da, hiçbir surette bir parti hayali değildi. Bu hayal, devlet-karşıtı bir halk Rusya’sının propaganda ve ajitasyon yoluyla, Çarın başında olduğu resmî Rusya’ya karşı savaşan devasa bir orduya dönüştürülmesi vizyonuydu.”- Robert Tucker-1987
Lenin’in senaryosu hamasî ve hatta debdebeliydi. Lenin’e göre tarihsel olaylara dair kendi ulvî hissiyatını paylaşmayan herkes “dar kafalıydı” (philistine*).
Lenin, işçilerin devrimci eğilimlere sahip olmaması nedeniyle karamsardı ve bu yüzden hakiki bir kitle hareketinden vazgeçmeye meyilliydi. Dolayısıyla da bunun yerine, daha ziyade entelijansiyadan devrimcilerin oluşturduğu, seçkin ve komplocu bir yeraltı partisi kurmayı hedeflemişti.
Lenin ile Avrupa sosyal demokrasisi arasında temel bazı karşıtlıklar vardır: Onlar iyimserken, Lenin karamsardır. Onlar kaderciyken, Lenin iradecidir. Onlar demokratikken, Lenin seçkincidir. Onlar bir kitle hareketine kendilerini adamışken, Lenin komplocudur.
Gerçekte ise Lenin, Avrupa sosyal demokrasisi içinde güçlü kökleri olan son derece iyimser, hatta romantik sayılabilecek, ilham verici bir sınıf liderliğini temel alıyordu.
Sovyetler zamanında, karşılaştığı güç bir durum karşısında daha ehven bir çözüm yolu bulmaya çalışan bir işçi, iyimser bir tavırla şöyle diyebilirdi: “O zaman, biz de farklı bir yol buluruz, Saşa.” Yarı atasözü sayılabilecek bu cümledeki Saşa, Lenin’in Çar III. Aleksandr’ı hedef alan bir suikast planı içerisinde yer aldığı için Mayıs 1887’de asılan ağabeyi Aleksandr Ulyanov idi. Ağabeyinin başarısızlıkla sonuçlanan terör girişimini haber alan 17 yaşındaki Lenin, dişlerini sıkarak şöyle demiştir: “Hayır, biz bu yoldan gitmeyeceğiz, gitmemiz gereken yol bu değil.” (Bu deyişin kökeni, Lenin’in küçük kız kardeşi Maria’nın 1924 yılında Lenin’in cenazesinde anlattığı bir anekdota dayanır.)
Yeni Çar’a ve diğer devlet erkânına suikast düzenlemek, salt radikallerden oluşan küçük bir gruba has bir düşünce değildi. Bu herkesin aklından geçen şeydi ve St. Petersburg ve diğer yerlerdeki birçok öğrenci grubu, içinde bulundukları bu hayal kırıklığı yaratan durum karşısında bu fikir üzerinde birleşmişti. Çarın babası 1 Mart 1881’de suikasta uğramış olduğundan, 1887 komplosu “İkinci 1Mart” vakası olarak anılmaya başlandı.
Bu genç insanları Rusya’yı kurtarmak adına cinayet teşebbüsünde bulunmaya ve bu süreçte hayatlarını feda etmeye iten düşünce neydi?
Aleksandr Ulyanov (Saşa), yazdığı örgüt manifestosunda şu açıklamayı yapıyordu:
“İfade özgürlüğü olmadan, öyle veya böyle etkili olabilecek bir propaganda mümkün değildir, tıpkı halkın temsilcilerinin ülke yönetimine katılımı olmadan halkın ekonomik durumunun iyileştirilmesinin gerçekte mümkün olmaması gibi. Bu nedenledir ki Rus sosyalistleri açısından, özgür kurumlar için mücadele etmek, nihai amaçlarına ulaşmak için zorunlu bir araçtır… Dolayısıyla özünde sosyalist olan bir parti, gücünün bir kısmını, onun nihai iktisadi ideallerine hizmet edecek, daha doğru ve etkili faaliyetler yürütmek açısından zorunlu bir araç olduğunu düşündüğü müddetçe ve yalnızca geçici olarak siyasi mücadeleye vakfedebilir.”(V.K. Karatayev, Narodniçeskaya E. Literatura,1958 )
Bu paragraf bize Ulyanov’un amacının “özgür kurumlar” yani Çarlık mutlakıyetinin yerine bir anayasal rejim ve teminat altına alınmış siyasi özgürlükler getirmek olduğunu söylüyor. Fakat bu paragraf bir yandan da salt “siyasi mücadele” konusunda bir müphemlik ortaya koyuyor. Ulyanov, daha ziyade özür diler bir tavırla, birincil amacı iktisadi özgürleşme olan iyi bir sosyalistin enerjisinin “geçici olarak”, hakir görülen liberaller tarafından benimsenmiş olan hedeflere adamak zorunda olduğunu açıklıyor.
Buradan hareketle Rus Devrimi, liberal denetim mekanizmaları ve güvencelerin tesis edilmesini ve böylece iktidarın sevimsiz bir yeni seçkinler grubuna teslim edilmesini hedefleyemezdi. Belki de köylülerin komünal gelenekleri, Mikail Bakunin tarafından belirtildiği gibi, bu devrime sosyalizme doğrudan geçişi sağlayacak toplumsal içgüdüler ihsan edecekti. Bu olmadığı durumda ise, kararlı bir azınlık iktidarı ele geçirip, sonrasında köylüleri bir kalıba sokmak adına demokratik olmayan bir devletten istifade edebilirdi –Pyotr Tkaçev’in “Jakoben” çözümü.
Fakat doğrudan sosyalist devrime dair bu hayaller, Ulyanov’un dikkat çektiği sorun tarafından yıkılmıştı: “İfade özgürlüğü olmadan, öyle veya böyle etkili olabilecek bir propaganda mümkün değildir.”
Sosyal demokrat strateji ilhamını, Marx’ın bir bütün olarak işçi sınıfının sosyalizmin uygulamaya konması için siyasi iktidarı ele geçirmek gibi dünya-tarihsel bir görevi olduğu yönündeki öğretisinden alıyordu. Şayet sosyalizme ulaşmanın tek yolu işçi sınıfının iktidarıysa, sosyalistlerin görevi, Marx’ın ifade ettiği: işçilerin “güç birliğiyle birleştiğinden ve bilgi ile yönetildiğinden” emin olmaktı; bir başka deyişle işçilerin örgütlenmesini sağlamak ve onlara sosyalist ideolojiyi aşılamaktı. (K. Marx, Uluslararası İşçi Birliğinin Kuruluşuna Çağrı’sından, Seçme yapıtlar II, Sol Yay.)
Proje
Bu projenin başarılı olabilmesinin tek yolu, en azından ulusal ölçekte hayata geçirilmesiydi. Marx’ın yaklaşımının içerdikleri, feraset sahibi bir gayri-sosyalist düşünür olan John Rae tarafından, Marx’ın ölümünden bir yıl sonra, 1884’te şöyle tarif ediliyordu:
“Sosyalistler, modern toplumun olanaklı kıldığı mebzul miktardaki bütün popüler ajitasyon ve iletişim araçlarından istifade etmelidir. Artık kıyıda köşede kalmış gizli cemiyetler, ufak çaplı kalkışmalar ve küçük entrikalar değil, bilakis uluorta çalışan ve tüm Avrupa ülkelerindeki kitleleri gerek söz gerek yazı aracılığıyla ortak bir enternasyonal 8devrime doğru yönlendirmek için durmadan didinen muazzam ve yaygın bir örgüt olmalıdır.” John Rae, Contemporary Socialism,1884)
Lenin’in Marx’ın bu saptamasını stratejik yol haritası olarak yorumladı. İşçilerin kitlesel kampanyalarla eğitilmesi yönündeki sosyal demokrat strateji, sosyalizme geçişin tek gerçekçi yolu olarak algılanıyordu, ancak bu, siyasi özgürlük olmadan uygulanamazdı ve gerek siyasi özgürlüğü elde etmenin herhangi bir yolu yokmuş gibi görünüyordu. Sosyal demokrat stratejinin Çarlık mutlakiyeti altında uygulanması imkânsızdı, bununla birlikte terör de daha önce denenmiş ve yetersiz bulunmuştu. Rus sosyalist radikalizminin karşı karşıya olduğu stratejik ikilem buydu ve Vladimir Ulyanov bu ikilemi son derece yıkıcı bir kişilik düzeyinde deneyimlemişti.
Strateji
Vladimir’in, ağabeyinin infazını izleyen yıllardaki arayışları onu, sosyal demokrat stratejinin sadeleştirilmiş ve yalın bir versiyonunun, aynı stratejinin bütünlüklü ve saf bir biçimde uygulanması için gerekli siyasi özgürlüğü elde etmenin bir yolu olarak Çarlık rejimi altında bile hayata geçirilebileceği sonucuna ulaştırdı.
Vladimir’in ağabeyinin amacını gerçekleştirmek için düşündüğü “Farklı Yol”, sınıf liderliğinin ilham verici gücüne dair iyimser birtakım varsayımlarla dolu bir kahramanlık senaryosuna dayanıyordu. Rus devrimci geleneğinin Marksizm’e giden yolun ceremesini çektiği söylüyordu. Anlatmak istediği şey, hüsranların, sürecinin sonuçta Rus sosyal demokrasisinin ortaya çıkmasına neden olduğuydu.
Lenin’in kahramanlık senaryosuna yaptığı duygusal yatırım, büyük oranda bu senaryonun yapılan onca fedakârlığı anlamlı kılacağı umudundan kaynaklanıyordu.
Marksizm Lenin’e “Farklı Bir Yol” Gösteriyor
Lenin’in el yordamıyla giriştiği “Farklı Bir Yol” arayışının ilk aşaması, devletin üniversite yaşamına aşırı müdahalesine karşı basit bir öğrenci protestosu niteliğindeydi.
1887 baharında lise bitirme sınavlarını her zamanki gibi yüksek notlarla geçtikten sonra, Vladimir aynı yılın sonbaharında hukuk okumak üzere Kazan Üniversitesi’ne gitti. Orada hemen öğrenci siyaseti içerisine dâhil oldu ve öğrenciler tarafından düzenlenen yıkıcı bir gösteriye katılmasıyla birlikte yetkililerin dikkatini çekmeye başladı. Yetkililer bütün katılımcılar için birer rapor sunmak zorunda olduklarından, Vladimir’in belki de ilk liderlik girişimine dair sözel enstantaneye sahibiz: “4 Aralık günü, V. Ulyanov, birinci toplantı salonuna girdi; ilk olarak o ve Polyanski, bağırarak ve diğerlerini de teşvik etmek istercesine el sallayarak, ikinci katın koridorları boyunca ilerlediler. Öğrenci toplantısından çıktıktan sonra, öğrenci kimlik kartını teslim etti.” (Lenin, Toplu Çalışmalar I. cilt, polis raporu)
Üniversiteden atılan Lenin, polis gözetiminde yaşamak üzere yakınlardaki bir köy olan Kokuşkino’ya gönderildi. Lenin daha sonraları eşi Krupskaya’ya, Aleksandr’ın infazının ardından kibar tabakanın ailesine nasıl sırt çevirdiğinden yakınacaktı.
Ulyanovları dışlamış olmaları, bu kibar “liberal” tabakanın, üniversiteden uzaklaştırılan öğrenciler şehirden ayrıldıkları sırada, onları hediyelere boğmak suretiyle gösterdikleri destek ve sempatinin üzerini örtmemelidir. Aslına bakılırsa Ulyanovlar yıllar içerisinde, Aleksandr ile olan bağlarının ve Çarlık karşısında radikal bir düşmanlık besleyen kamuoyunun gözünde bu bağın onlara kazandırdığı itibarın şüphesiz ki faydasını görmüşlerdir.
Lenin daha sonraları Kokuşkino köyünde geçirdiği o yazı, hayatının en yoğun okuma yaptığı dönemi olarak hatırlayacaktı.
Üzerinde en çok etki bırakan yazar, 1860’ların önde gelen radikal gazeteci ve düşünürlerinden Nikolay Çernişevksi oldu. Lenin adresini buldu ve ona hiçbir zaman cevap alamayacağı bir mektup yazdı. Lenin, Çernişevksi’den çok şey öğrendi, fakat yaşça daha büyük olan yazarın belki de gerçek mirası, Lenin’in dar kafalılık karşısında ta içinde hissettiği nefret duygusu oldu.
Lenin Çernişevski’nin neyin gerçekten devrimci, neyin dar kafalı bir ödün ve konformizm olduğuna dair mükemmel bir algısı olduğunu düşünüyordu.
Ekim 1888’de kısıtlamalar, Vladimir ve ailesinin yeniden Kazan’a taşınmasına müsaade edecek denli gevşetildi. Burada, sosyal demokratların illegal okuma gruplarına katılan ve Karl Marx’ın Kapital’iyle ilk deneyimini yaşayan Lenin, evriminin gerçek anlamda Marksist aşamasına geçmiş oldu. Marx ve Engels’in yazılarıyla yaşadığı bir ömür boyu devam edecek olan aşk ilişkisi de işte burada başladı.
Ulyanovlar 1889’da Volga kenti olan Samara’ya taşındılar; Vladimir sonraki birkaç yıl boyunca Marksizm konusunda kendini yetiştirmeye burada devam etti ve Rus gerçekliğine dair kendi Marksist yorumu üzerinde çalışmaya başladı. Lenin’in Rusya’da yaşanan büyük toplumsal değişimlere dair yaptığı Marksist okumalar, sınıf liderliğine dayanan kahramanlık senaryosunun temelini oluşturdu ve böylelikle Lenin’e ağabeyinin bulamadığı o “farklı yol”u göstermiş oldu.
Vladimir gücün onunla olduğundan artık emin olabilirdi; büyük T harfi ile yazılan Tarih’in gücünün.
Ağabeyi Aleksandr Ulyanov ve bütün bir Rus devrimci geleneğinin karşılaştığı ikilem, kitlelere dayanan sosyalist bir devrime hazırlanmak için siyasi özgürlüğe ihtiyaç duyulması, fakat bir kitle hareketi olmadan da siyasi özgürlüğün kendisinin imkânsız olmasıydı.
Peki, ama muazzam ve karşı konulamaz bir güç o zaman için bile devrede ve ayrıca Çarlığın baskılarına rağmen bir kitle hareketinin ortaya çıkma potansiyelini büyük oranda artırıyor olamaz mıydı?
Böyle bir durumda bu potansiyelden istifade etmenin bir yolu bulunabilir, görece çelimsiz ve baskı altındaki bir sosyal demokrat parti bile büyük bir etki yaratabilirdi.
Konuya Marksist gözlükleriyle yaklaşan Lenin, bu muazzam gücün ne olduğunun farkına varmıştı: Rusya’nın kapitalist dönüşümü.
Kapitalist dönüşüm elbette uzun vadede, başarılı bir sosyalist devrim için gereken zemini hazırlayacaktı. Fakat Lenin’in en acil sorunu sosyalist devrim değildi. Ondan önce gerçekleşecek ve siyasi özgürlüğü tesis edecek olan demokratik ve Çarlık karşıtı devrim için olası kitlesel desteği sağlamak meselesi, onu daha çok ilgilendiriyordu.
Lenin’in toprak sahipliği ve istihdama dair kuru istatistiksel tabloların ötesinde gördüğü şey, siyasi özgürlüğü mutlakiyetçi çarlık rejiminin pençesinden kurtarmak için dövüşmeye hem istekli de hem muktedir yeni savaşçılar yaratmaktı. Bu savaşçılar, eski Rus narod’unun kapitalist dönüşümü neticesinde ortaya çıkmış olan yeni sınıflardan oluşuyordu. Böyle birkaç tane sınıf vardı ve Lenin’in kahramanlık senaryosunda her biri ayrı bir rol oynuyordu.
Bu yeni sınıflardan ilki kentli fabrika işçileriydi. Lenin’in senaryosunda kentli işçilere atfedilen rol, “-Rusya’nın tüm emekçi ve sömürülen kitlelerinin tek ve doğal temsilcili olması ve (dolayısıyla) işçi özgürleşmesinin bayrağını taşımaya muktedir olmasıydı. Fabrika işçileri narod’un doğal liderleriydi. Çünkü onlar (Lenin’in düşüncesine göre) “çalışan nüfusun maruz kaldığı sömürünün her yerde doğası gereği kapitalist” olması nedeniyle Rusya’nın bütün emekçileri için geçerli olan durumun en saf haliyle doğrudan doğruya yüz yüze geliyorlardı. Bununla birlikte kapitalist sömürü kırsal kesimde yaşayan narod ile bir bağlantı sağlarken kentsel çevre, fabrika işçilerini özel liderlik vasıflarıyla donatıyordu. Daha da önemlisi, kapitalist sömürünün nedenleri ve çözümüne dair Marksist mesajı okuyup dikkate alacak bir konumdalardı. Buna karşılık kırsal kesimde, “sömürü hâlâ ortaçağdan kalma formların, muhtelif siyasi, hukuki ve geleneksel tuzakların, hile ve aldatmacaların kuşatması altındadır ve bu, çalışan nüfusun ve onun ideologlarının işçilere zulmeden sistemin özünü görmelerine, bu sistem dışında bir yolun nerede ve nasıl bulunabileceğini görmelerine engel olmaktadır.” (Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?”, Sol Yay.)
Kapitalist dönüşümün ortaya çıkardığı ikinci sınıf, kırsal kesimde kalmış olan sömürülen işçilerdi. Lenin’in “kahramanlık senaryosu” önemli ölçüde, kapitalist sömürünün yalnızca şehirlerde değil, Rusya’nın her yerindeki köy ve çiftliklerde yaygın olduğu argümanına dayanıyordu. Bu kırsal işçiler, belki sınıf liderliği yapamazlardı, ama sınıf takipçiliği gibi önemli bir rol üstlenebilirlerdi. Kapitalizm onları silkeliyor, köylerinden koparıyor ve bir “cesur yeni dünya”nın kollarına atıyordu. Dahası böyle bir işçi, “evinden ayrılıp Rusya’yı karış karış dolaştığı” ve “kendisini bugün bir toprak sahibine, yarın demiryolu müteahhidine kiraladığı” vakti geçmişte görünür olmayan çok fazla şey görecektir.
Göreceği şeyler şunlar olacaktır:
“Gittiği her yerde, en alçakça sömürülen kişi kendisidir; onun gibi yoksul olan diğerleri de sömürülmektedir; onu soyan tek kişi “toprak sahibi” değil, aynı zamanda “mujik biraderi”dir, tabii eğer emek gücünü satın alacak kadar parası varsa; devlet her zaman patronlara hizmet edecek, işçilerin haklarını kısıtlayacak ve temek haklarını korumak için attıkları her adımı bastırarak bunları isyankâr ayaklanmalar olarak adlandıracaktır.” (Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?”, Sol Yay.)
Bu yeni görünür olmaya başlayan hak yoksunluğu nedeniyle, siyasi bir devrim köy yoksullarının çıkarınaydı. Lenin’in ısrarla vurguladığı üzere narod, daha o zaman iki karşıt sınıfa bölünmüştü: Bir tarafta işçiler, diğer tarafta ise köylü kökenlere sahip yeni bir burjuvazi. Son tahlilde bu iki yeni sınıf, birbirinin azılı düşmanı olacaklardı. Dolayısıyla sosyal demokrasi, köylü çiftçileri örgütleme ve onlara liderlik etme görevini üstlenemezdi. Bununla birlikte, yeni ortaya çıkan köylü burjuvazisi siyasi devrimi destekleyecek bir diğer kitlesel güçtü. Çarlık rejimine gücenmiş ve fakat yetkililerle de her zaman için anlaşmaya varabilecek olan seçkin fabrika sahiplerinin aksine narod’un yeni burjuvazisi olan köylü çiftçiler, ülkeyi “serfliğin kalıntılarından” (Lenin, Köy Yoksullarına- Sosyalistler ne ister?” Agora kit.) ve özellikle de büyük toprak sahiplerinin toplumsal ve iktisadi imtiyazlarından kurtarmak için savaşmaya, hem de ölümüne savaşmaya gönüllüydüler.
Belirli insanların, ırksal ya da toplumsal açıdan aşağı düzeyde oldukları için yönetilmeye ihtiyaç duydukları şeklinde bir düşünceye Marksizm’de hiç yer yoktur. Gerçekte Marksizm –Marx’ın erken dönem yazılarıyla başlayarak– her zaman insan özgürlüğünü evrensel bir hedef olarak anlamıştır. İnsanların köleleştirilmesi ve ücretli kölelik düzeyine alçaltılması, Marx’ın Kapital’deki (1867) en ünlü paragraflarından birisi, “kapitalist üretim döneminin pembe şafağı”nın tertemiz bankada ya da fabrikada aranmaması gerektiğine işaret ediyordu. Kapitalizmin kökeninde –başka süreçlerin yanı sıra– “yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlerin bunlara mezar haline getirilmesi, Afrika’nın, siyah derililerin ticari amaçla avlandığı alana çevrilmesi” yatıyordu. Kapitalizm, insanlığı bozup alçaltarak büyüdü ve varlığını sürdürdü. Öyleyse, sömürgecilik karşıtlığının Marksist harekette böyle önemli bir rol oynamasına şaşmamak gerekir.
Marksizm, Marx’ın bu kuramı ilk geliştirdiği alanın dışına yayılmaya başladığın zaman, Lenin’in “Marksizmdeki en temel şey, Marksizmin yaşayan ruhu, somut koşulları somut analizi” dediği şeyle ilgilenmek durumundaydı.
Nitekim kapitalist dönüşüm, gerçekleşecek başarılı bir siyasi devrimde çıkarı olan yeni savaşçı kitleler vücuda getiriyordu. Bunlar arasında en önde geleni, şehirlerde ve kırsalda yaşayan işçilerdi, gerçi siyasi devrim kısa vadede burjuva egemenliğini güçlendirecekti. Bununla birlikte sömürülen işçilerin hayati çıkarları yalnızca kapitalizme son verecek olan uzak gelecekteki sosyalist bir devrimde değil, aynı zamanda kapitalizmi daha az çekilmez kılacak siyasi özgürlüğü hemen şimdi tesis edecek bir demokratik devrimdeydi.
Lenin’in iyi bir Marksist olarak kapitalist sömürüyü lanetlemesi gerekir ki o da bunu hakkıyla yerine getirmektedir. Ancak bu lanetlemeler bir şekilde arada kaynayıp gitmektedir, çünkü Lenin kapitalizmden daha kötü şeyler olduğunu göstermek meselesiyle çok daha fazla alâkadardır. Rusya’da hâlâ yaygın olan kapitalizm öncesi sömürü türü çok daha kötüydü, çünkü cebre, kişisel tabiiyete, hareket yoksunluğuna ve tecride dayanıyordu. En kötüsü de, kapitalizme öncesi düzenin mücbir kalıntıları –en başta da Çarlığın kendisi– tarafından derinleştirilen kapitalist sömürüydü
Kapitalizm bu nedenle “ilericiydi” ve bunun nedeni yalnız Çarlığa karşı ülke çapında verilecek mücadelede savaşmaya gönüllü ve muktedir yeni sınıflar yaratıyor olması değildi. Aynı zamanda “asırlık hareketsizlik ve rutini ortadan kaldırıyor, ortaçağdan kalma duvarların ardında ot gibi yaşayıp giden köylülerin yerleşik hayatlarını temelinden sarsıyor, ülkenin ve tüm dünyanın iktisadi yaşantısıyla temas etme, bütünleşme ve aktif olarak içinde yer alma gerekliliği doğrultusunda mücadele eden yeni toplumsal sınıflar yaratıyordu.” (Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, Sol Yay., 1975)
Yeni sınıflardan ülkenin siyasi yaşantısında da varlık göstermeleri beklenmektedir, hem de onu temelinden değiştirmek için.
Ancak Lenin’in kapitalizm tarafından yaratılmış olan gerçek “farklı bir yol” vizyonu bunun tam tersiydi. O, Rus kırsalının kapitalist dönüşümünü, ilham verici sınıf liderliğine dayanan kahramanlık senaryosunu derhal, şimdi mümkün kılan nesnel bir güç olarak görüyordu.
Gerçekte ise Lenin’in kapitalizme atfettiği görev, köylüleri dönüştürmesi, hâlâ kırsalda yaşarlarken onları etkin birer savaşçı haline getirmesi ve böylece tek başına olan ve tam da bu nedenle teröre başvuran entelijansiya yerine kitlelere dayanan bir demokratik devrimi mümkün kılmasıydı.
Kendi senaryosunun gerçekte ne olduğunu bilen Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir?’de “Bu tür numaracılar Rus sosyal demokrasisinin bayrağını lekelediler,” demiştir.
Lenin’in Rus kapitalizminin gelişimiyle ilgili Marksist analizi, şu üç hususu kanıtlamak suretiyle kahramanlık senaryosunu desteklemektedir:
Proletaryaya liderlik rolü verilmiştir; proletaryanın tarihsel süreç içindeki gücü, toplam nüfus içindeki payıyla karşılaştırılamayacak denli büyüktür;
Köylülerin içten gelen devrimci güdüsünü tetikleyen şey, serfliğin derinlere kök salmış kalıntılarıdır.
Farklı bir yol var; kentli işçilerin yeni yeni harekete geçen narod’a liderlik ettiği, destansı bir ulusal mücadele.
Lenin Devrimci Bir Sosyal Demokrata Dönüşüyor
Marksizm üzerine çalışmaları, Lenin’in bir avukat olarak mesleki yeterlilik belgesi almasına engel olmadı. Petersburg Üniversitesi’nin dışardan bitirme sınavlarına girmeye hak kazandı ve Nisan 1891’de bu amaçla St. Petersburg’a gitti. Yılın geri kalan kısmında, Platon’un “Yasalar”ı, Roma hukuku ve feodal Rusya’nın köylüleri arasındaki tutsaklığın dereceleri gibi çok farklı konular hakkında soruları cevaplamak zorundaydı. Kendince daha da önemlisi, çeşitli referans mektupları aracılığıyla Teknoloji Enstitüsü’ndeki Marksist çevreye girdi ve bu sayede işçi etüt grupları ile temas kurma şansı buldu. Hayatının geri kalanını içinde geçireceği sosyal çevreyi bulmuştu.
Lenin kahramanlık senaryosunun Marksist temellerini daha o zamandan oluşturmuş, Sosyal demokrat Stratejiyi Rusya’ya uygulamanın nesnel potansiyelini, kendinden emin bir biçimde ortaya koymuştu: Bir yeraltı partisi kentli fabrika işçilerine tarihsel görevlerinin Çarlığa karşı narod’a liderlik etmek olduğu hissini aşılayacak, ilham verecekti.
Lenin’e göre Sosyal demokratların temsil ettiği şey, daha önceki Rus devrimci geleneğinin reddi değil, bilakis onunla alan bağıydı.
Lenin 1894’ün ilk yarısında Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratara Karşı Nasıl Savaşırlar? başlığını taşıyan birkaç yüz sayfalık bir kitap yazarak, yeni siyasi kimliğini bütün dünyaya ilan etti.
Lenin Pankartını Açıyor
Gerek Rusya gerek Avrupa’daki sosyal demokrat işçiler tarafından sokak gösterilerinde açılan pankartlar, sosyalist hareketin başlıca sembollerinden biri halini aldı.
Pankart imgesi, bizatihi Lenin için de son derece mühimdi. Yazılarının arasına gelişigüzel serpiştirilmiş bir söz sanatından daha fazlaydı.
Pankart, dünyaya kim olduğunuzu ve ne için mücadele verdiğinizi duyuruyordu.
1894’e gelindiğinde Lenin, bütün siyasi kariyerini şekillendirecek olan kahramanlık senaryosunu oluşturmuştu.
Marx ve Engels, Rus popülizmi ile çok ilgilendiler. Komünist Parti Manifesto’nun politik etkisinden bile daha kalıcı olanı, siyasal üslubu etkilemesidir. Bu anlatımın iddialı, kendine güvenen, uzlaşmaz, şiddetli ve çarpıcı havası tüm politikacıların, hatta Marx adını lanetlemiş olanların bile bilincinde yer etmiştir. Karl Marx ve Friedrich Engels’in “bilimsel sosyalizm” olarak adlandırdıkları öğretilerinin en temel metni ve en önemli belgesidir. Lenin’in şu sözleri de bunu doğrular: “Bu kitapçık ciltlere bedeldir. Onun ruhu, bugün bile uygar dünyanın örgütlenmiş ve mücadeleci proletaryasının tamamına can vermekte ve harekete geçmesini sağlamaktadır.”
Proleter hareketinin nihai genel sonuçlarına ilişkin görüş, Komünist Parti Manifestosu’nda dile getirilmişti:
“Avrupa’da bir hayalet kol geziyor, komünizm hayaleti. Eski Avrupa’nın bütün güçleri: Papa, Çar, Metternich ve Guizot; Fransız Radikalleri ve Alman gizli polis teşkilatı söz konusu hayalete karşı kutsal bir sürek avında ittifak halindedirler.
İktidardaki hasımları tarafından komünistlikle suçlanmayan tek bir muhalefet partisi var mıdır? Ya da gerici hasımları tarafından komünistlikle suçlanan söz konusu muhalif partilerin, bu kez de kendilerinden daha ilerici olan insanları komünistlikle damgalamasına ne demeli?
Bu durumdan iki şey çıkar:
Demek ki komünizm artık bütün Avrupalı güçlerce etkin bir güç olarak kabul edilmektedir. Artık komünistlerin görüşlerini, amaçlarını, yönelimlerini bütün dünya kamuoyu önünde açıktan ilan etmelerinin ve partinin, komünizm hayaleti masalına kendi manifestosuyla karşılık verilmesinin zamanı gelmiştir.
Londra’da bu amaçla bir araya gelmiş farklı milletlerin komünistleri, aşağıdaki manifesto’yu İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, Flamanca ve Danca kaleme almışlardır.”
cümlesiyle başlayan, başlıca dört bölümden oluşan bu metin;
“Burjuvalar ve Proleterler” başlığını taşıyan birinci bölümü, maddeci tarih anlayışının bakış açısıyla dünya tarihi üzerinde hızla göz gezdirdikten sonra, kapitalizmin gelişmesinin, bugün de parlaklık ve canlılığını koruyan, edebi bakımdan son derece güzel bir anlatımını verir. Proleterler ve burjuvalar arasındaki sınıf mücadelesinin doğasını, işçi sınıfını bir devrime götüren “tahammül edilmez” koşulları açıklar.
“Proleterler ve Komünistler” başlığını taşıyan ikinci bölüm, komünistlerin, devlet, toplum, aile, mülkiyet, toplumsal ilişkiler hakkındaki düşüncelerini açıklar ve devrimle egemen sınıf konumuna sıçrayacak olan proletaryanın burjuvaziyi mülksüzleştirerek, üretim tarzında bir devrim meydana getirmesinin programını, bir sosyalist programı ortaya koyar.
“Sosyalist ve Komünist Literatür” başlığını taşıyan üçüncü bölüm, Avrupa ülkelerinde yaşamakta olan çeşitli sosyalist eğilimlerin karşılıklı ilişkilerini; proleter sosyalizmi ile, küçük burjuva, burjuva, gerici ve ütopyacı sosyalist hareketler arasındaki karşıtlıkları dile getirir.
“Komünistlerin Varolan Çeşitli Muhalefet Partileri Karşısındaki Durumu” başlıklı dördüncü bölümde de, komünistlerin öteki işçi sınıfı partileriyle olan ilişkilerini ve devrimin arefesinde özü demokratlarla ittifak olan, taktiğini formüle eder.
Marx, 1848 Devrimleri’nden çıkarken, Manifesto’nun dördüncü bölümünü, askeri diktatörlüklerin darbeleriyle çökertilen parlamentoların yıkıntıları altında bırakacak, ama henüz bir nebula halindeki siyasal kavramlar donanımını da bu darbeler altında biçimlendirecekti.
Manifesto’nun ilk üç bölümünü yazarken, Marx ve Engels’in zihinlerinin gerisinde kapitalizmin en gelişmiş biçimlerini barındıran İngiltere vardı.
Sonuncu bölümü yazarlarken de geri, feodal-bürokratik bir rejim altında yaşayan Almanya’yı bir an olsun akıllarından çıkarmamış oldukları söylenebilir. Bütün ülkeleri bir devrimci kaynaşma haline sokan Avrupa devrimi içinde, gene de doğrudan eyleme girişebilecekleri tek ülkenin Almanya’dan başkası olamayacağı düşünülürse, Manifesto’nun kurgusundaki bu asimetriyi anlamak kolaylaşır.
İstekler /Talepler şunlardır:
Toprak mülkiyeti ele geçirilecek ve bunlardan elde edilen kira gelirleri devletin giderlerine eklenecektir.
İleri düzeyde gelir vergisi.
Miras hakkının kaldırılması.
Bütün kaçakların ve asilerin mallarına el konulacaktır.
Kredi veren kuruluşlar, devlet tekelinde ulusal bir merkezi bankada, tamamen devlet sermayesiyle birleştirilecektir.
Ulaşım devletin tekelinde kamulaştırılarak merkezileştirilecektir.
Ulusal fabrikalar, üretim araçları, bayındır hale getirilmiş ve geliştirilmiş topraklar belli bir plan çerçevesinde çoğaltılacaktır.
Herkese çalışma zorunluluğu, endüstri ordusunun, özellikle de tarım alanları için inşası.
Endüstri ve ekilebilir arazilerin birlikte işletilmesi, kent ile kır farkının adım adım ortadan kaldırılması.
Bütün çocuklar için kamusal ve parasız eğitim. Bugünkü biçimiyle çocukları fabrikalarda çalıştırılmasına son. Eğitimin maddi üretimle vb. birleştirilmesi.
Manifesto’nun yazılmasının hikayesi şöyledir: Ünlü Alman ütopik sosyalisti Wilhelm Wetling’in yıllar önce kurduğu, ancak sonradan değişikliğe uğrayarak Komünist Birliği adını alan ve merkezi Londra’da bulunan örgütün, program-tartışma konferansına katılan delegeler, Marx ve Engels’ten ileriki aylarda düzenlenecek olan program kongresinde ilan edilmek üzere “işçilere kılavuzluk edecek ve proletaryanın nihai amacını ortaya koyacak bir metin” kaleme almalarını istemişlerdir.
Söz konusu kongre hazırlıkları sürerken Marx ve Engels söz konusu programın bir manifesto biçiminde yazılmasının daha doğru olacağı sonucuna varmışlardır. Marx ve Engels Londra’da metni kaleme almak için buluşmuş ve çalışmaya başlamışlardır, ancak metnin esası Marx’ın kaleminden çıkmadır. Londra’da başlayan bu çalışma sonra, Şubat Devrimi’nin patlak vermesiyle Paris ve Brüksel’de devam etmiştir. Bitmiş metin, Komünist Birliği üyesi Alman göçmen J.E. Burghard’a Londra’ya götürmesi için teslim edilmiştir. Londra’ya varan metnin basım masrafları toplandıktan sonra Nisan-Mayıs 1848’te ilk baskısı yapılmıştır. Koyu yeşil desenli bir kitapçık olarak yayımlanan eser 30 sayfa tutuyordu. Sonradan basım ve yazım hataları düzeltilerek metin yeniden basılmıştır. 1848’te birçok baskısı yapılan bu eserin yazarlarının adları kitapçığın üzerinde yer almamıştır, daha doğrusu gereksiz bulunmuştur, çünkü eser bütün dünya komünistlerinin programı olarak yayımlanmıştır. Ancak 1850’de The Red Rupublican’da Julian Harney, kitapçığın yazarlarının Marx ve Engels olduğunu belirterek metni ilk kez İngilizce yayımlamıştır. Bundan sonraki basımlarda da yazarlarının adları yer almamıştır.
Metin önce Almanca, sonra farklı adlarla olmak üzere Danca, Lehçe ve İsveççe yayımlanmıştır. Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca çevirileri yapıldığı halde yayımlanmamıştır.
İşçi sınıfı mücadelesinin gelişerek bütün Avrupa’da kök salması ve birçok ülkede örgütlenmelere yol açması üzerine Manifesto’nun yeni çevirilerine ve baskılarına ihtiyaç artmıştı. Marx ve Engels metinde esasta bir değişiklik yoluna “tarihsel bir metin” olması gerekçesiyle gitmemişlerdir; ancak hem gelişen sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına yanıt vermek hem de siyasal gelişmelerin teorik analizlerini (1871 Paris Komünü) eklemek amacıyla metne belirli aralıklarla “Önsöz”ler yazmışlardır.
Marx’ın ölümünden sonra “Önsöz” yazma işini Engels üstlenmiş ve en son gözden geçirerek otorize ettiği ve birçok notla anlaşılır kıldığı metni 1890’da yayımlamıştır.
Çeviriye esas aldığımız metin, Engels’in en son gözden geçirdiği 1890 tarihli metindir.
“Yeni bir çağ açan böylesi bir girişimin, özellikle bir köylü ülkesinde sosyalist ekonominin temellerini atarken, yanlışlar yapmadan, geri çekilmeler olmadan, bitirilmemiş ya da yanlış yapılmış olanlarda birçok değişiklikler yapmadan tamamlanabileceğini, düşünen komünistleri tarih affetmeyecektir. Bu kadar zor bir işe kalkışırken yanılsamaya ve umutsuzluğa düşmeyen, gerektiğinde en baştan başlamak için güç ve esnekliklerini koruyabilen komünistleri ise tarih mahkûm etmeyecek ve ne olursa olsun bu komünistler yıkılmayacak, yitip gitmeyeceklerdir.” (V.İ. Lenin, – ‘Sol’ Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, çev. F. B. Aydar, Agora Kit.)
V.İ. Lenin’in Mustafa Kemal Atatürk’le mektuplaşması
“Türkler, millî kurtuluşları için savaşıyorlar. Emperyalistler Türkiye’yi soyup soğana çevirdiler, hâlâ da soyuyorlar. Köylüler ve işçiler buna katlanamadılar ve başkaldırdılar. Sabır bardağı taştı, gerek Doğu halkları gerek biz, emperyalist kuvvetlere karşı savaşıyoruz. Sovyetler Birliği emperyalistlerle olan işini bilirdi. Onları bozguna uğrattı ve memleketten kovdu. Onların dişlerini söktük, keskin tırnaklarını vücudumuza geçirmelerine izin vermedik.
Mustafa Kemal Paşa tabii ki sosyalist değildir ama görülüyor ki, iyi bir teşkilatçı. Kabiliyetli bir lider, milli burjuva ihtilalini idare ediyor. İlerici, akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist inkılabımızın önemini anlamış olup, Sovyet Rusya’ya karşı olumlu davranıyor. O, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Kapitalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikle silip süpüreceğine inanıyorum. Halkın ona inandığını söylüyorlar. Ona, yani Türk halkına yardım etmemiz gerekiyor. İşte, sizin işiniz budur. Türk hükumetine, Türk halkına saygı gösteriniz. Büyüklük taslamayınız. Onların işlerine karışmayınız. İngiltere onların üzerine Yunanistan’ı saldırttı. İngiltere ile Amerika bizim üzerimize de sürü ile memleket saldırttı.
Kendimiz fakir olduğumuz halde Türkiye’ye maddi yardımda bulunabiliriz. Bunu yapmamız gereklidir. Moral yardımı, yakınlık, dostluk, üç kat değeri olan bir yardımdır. Böylece, Türk halkı yalnız olmadığını hissetmiş olacaktır. İngiliz işçileri ve öteki ülkelerin işçileri bize yakınlık gösterdikleri, grev yaptıkları, bizimle savaşan Polonya’ya gönderilmekte olan silahları gemilere yüklemedikleri zaman, bu bizim için büyük bir yardımdı. Bu bize mücadelemizde büyük bir güç katmıştır. Bundan işçilerimiz moralce büyük bir güç kazanmışlardır.
Çarlık Rusya’sı, yüz yıl boyunca Türkiye ile savaşmıştır. Bu tabii, Rusya’nın, Türkiye’nin amansız düşmanı olduğuna dair yapılan propagandalarla, halkın hafızasında derin izler bırakmıştır. Bütün bunlar, Türk köylüsünde, küçük ve orta mal sahiplerinde, tüccarlarda, aydınlarda ve idareci çevrelerde Ruslara karşı dostça olmayan duygular ve güvensizlik uyandırmıştır. Bilirsiniz ki, güvensizlik ağır geçer. Bunun için de sabırlı, dikkatli, sakıncalı bir çalışma gerekmektedir. Eski Çarlık Rusya’sı ile Sovyet Rusya arasındaki ayırımı, sözle değil işle göstermek ve anlatmak gerekmektedir. Bu bizim ödevimizdir. Siz de bir elçi olarak, Sovyetler Birliği’nin, Türkiye’nin işlerine karışmamak politikasının, halklarımız arasında samimi bir dostluğun savunucusu olmak zorundasınız. Türkiye, bir köylü, bir küçük burjuva ülkesidir. Sanayii çok azdır. Olanı da Avrupa kapitalistlerinin elindedir isçisi çok azdır. Bunu dikkate almak gerekmektedir. Bir kez daha tekrar ediyorum, dikkatli ve sabırlı olunuz. Hükumet temsilcileriyle, halkla konuşmalarınızda her zaman nazik ve güler yüzlü olunuz.
En önemlisi halka saygı göstermektir, Emperyalistlerin yağmacı, istilacı politikalarına karşılık bizim, hiçbir çıkara dayanmayan dostluk ve memleketin iç yaşamına karışmama durumumuzu açıklayınız.
İşte sizin ödeviniz!
Ne gibi yardımlarda bulunacağımızı da bildirelim: en kuvvetli bir ihtimalle silah yardımında bulunacağız.
Gerekirse başka şeyler de veririz.”
Ocak 1922
V.İ.U. Lenin Atatürk’ü, “Atatürk, iyi bir teşkilatçı, yüksek anlayışlı, ilerici, iyi düşünceli ve akıllı bir önderdir. O, soygunculara karşı bir Kurtuluş Savaşı yapıyor,” sözleriyle tanımlamıştı.
“Mustafa Kemal sosyalist değildi. Fakat görülüyor ki iyi bir teşkilatçı, yüksek anlayışlı, ilerici, iyi düşünceli ve akıllı bir önderdir. O, soygunculara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına ve Sultanı da yaranıyla birlikte alt edeceğine inanıyorum.”
Vladimir İlyiç Lenin, 1921
Atatürk’ün Lenin’e yazdığı mektup (Sansürsüz)
Değerli Başkanım,
Ankara’da genel bir saygı ve sempati kazanan yoldaş Frunze’nin, ülkemizden ayrılısı vesilesinden istifade ederek, şahsi his ve fikirlerimden başka, gizli olarak, Türk siyaseti konusundaki görüşlerimi ve bilhassa Türk-Rus münasebetlerini, size, kısaca açıklamak isterim.
Bildiğiniz gibi, Türk ve Rus halkları, yüzyıllarca sürdürülmüş boyunduruk zincirini bir hamlede silkip attıktan sonra, kendi halklarının da bu yolu takip edeceklerinden dolayı büyük korkuya kapılan büyük Batılı emperyalist ve kapitalist kuvvetlerin saldırısına uğradığından, halklarımız arasındaki yakınlık ve anlaşma, kendiliğinden gelişmiştir. Hatırlayacağınız gibi, müşterek umutların ve benzer şartların neticesi olarak ortaya çıkan fikirlerin gelişmesi, hükümetlerimiz arasında resmi münasebetlerin kurulmasına yol açmış ve bilhassa bu münasebetlerde tayin edici bir rol oynamıştır.
Türkler ve Ruslar, tarihleri, yüzyıllarca sürdürülmüş kanlı savaşlarla doldurulduktan sonra, hemen anlaşmış ve uzlaşmışlardır. Bu vaziyet, öteki ulusları şaşkınlığa uğratmıştır. Pek çoğu, dostluğun geçici olduğu ve şartların zoruyla sağlandığı konusunda bir inanca sahip olmuşlardır. Hâlâ da bu inançtadırlar. Faka, iki halkın hangi şartlarla ve ne ölçüye kadar birbirlerini anlayıp sevdiğini ve eski kavgaların, zalim yöneticilerin kışkırtmaları ile çıkmış olduğunu, son savaşta asker ve subayların birbirleriyle nasıl isteksizce savaştığını görmüş olanlar, birkaç sene önce oluşan yeni vaziyetin sürekli ve istikrarlı olduğunu kabul etmekte gecikmeyeceklerdir. Çünkü bu vaziyet tabii olandır ve eski istihdafı ayakta tutan suni düşmanlık ise son nefesini vermiştir. Türkiye’nin rejim değiştirmesi, Rusya’da olduğu gibi, sosyal bir devrimle ortaya çıkmış olmayıp, yabancı devletlerin saldırı ve hâkimiyetlerine karşı bir başkaldırma türünde olduğundan, dünya kamuoyunun dikkatini çekmemiştir. Bu başkaldırış, canlı ve gerçek olarak dile getirilmemiştir. Yüzeysel de olsa, ülkemiz hakkında bir bilgiye sahip olanlar, 1918 Mütarekesi’nden, özellikle 16 Mart 1920’den beri alınan yolun çok büyük olduğunu kabul edeceklerdir.
Yüzyıllardan beri her şeyde efendilerine ve saraylılara ve daha sonra oligarşiye bağlı kalan Türk halkı, 1919 yazında girişilen savaşla, kendi kaderinin sahibi olmayı başarmıştır.
Açık konuşuyorum. Erzurum ve arkasından Sivas kongrelerinde bir araya gelen delegeler, halkların kendi kaderlerini tayin hakkını öngören bir hükme varmışlardır. Siz, değerli Başkanım, daha Dünya Savaşı’ndan önce, bu hususu müdafaa etmekteydiniz. Bu kongrelerde kabul edilen kararlarla, İstanbul’un yetersiz ve yeteneksiz ellerdeki iktidarı tasfiye edilecek ve yeni yöneticileri, bizzat milletin kendisi seçecektir. Büyük Millet Meclisi’nde bulunanlar, Türkiye’de yeni bir dönemin başladığını ve Türk halkının artık uzun süreden beri olduğu gibi kendi yöneticilerinin himayesi altında değil, efendisiz yaşayabileceklerini ilan ettiler. 16 Mart 1920 darbesinden sonra 23 Nisan’da Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nde toplanan halk temsilcileri, milletin iradesini ve kaderini bağımsız ve hâkim bir varlık olarak tayin etme arzusunu ilan ettiğinde, bu isteğin, bütünüyle gerçekleşmesi milli bir gaye olmuştur.
Şimdi, bütün bunlar gerçekleşiyor. Halk tarafından seçilmiş olan temsilciler, sadece yasama kuvvetini değil, aynı zamanda, yürütme kuvvetini de doğrudan, kendi seçtikleri ve her hareketlerinde onlara hesap verecek vekâletler aracılığıyla ellerinde bulundurmaktadırlar. İstisnai olarak, milletin bağımsızlık ve güvenliğinin söz konusu olduğu fevkalade hallerde, halk temsilcileri, yargı vazifesini İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla yerine getirmektedir. Görüldüğü gibi, bizde iktidarın üç fonksiyonunun ayrılığı mevcut değil. Batı’da kapitalist sistemin bütün milletin üzerindeki efendiliğini güçlendirmek ve bu sınıfın iktidarı istismar etmesi için özenle hazırlanan bu sistem, nefret uyandırmaktadır. Bu bakımdan, biz kapitalist sistemden daha çok, Sovyet sistemine yakınız.
Sosyal alanda da, memleketimizde benzer değişimler olmuştur. Yeni vaziyetimizin ve ekonomik şartların gereği olarak, toplumun, artık istismara baş eğmemek konusundaki kararının neticesi olarak, herhangi bir çaba göstermeksizin, başkalarının emeği ile yaşayan parazitler sınıfı bütünüyle ortadan kalkmamışsa bile, bu sınıfa girenlerin sayısında büyük bir azalma olmuştur. Modern Türkiye’de, imparatorluk döneminin efsanevi zengin sınıfı artık yoktur. Büyük arazi sahiplerinin gelirleri artık düşmüştür. Şimdi, Türkiye’de herkes düzenli çalışmak zorundadır. Sonuç olarak, bugünün Türkiye’sinde atılan adımlar herkes içindir.
Türkiye, Batı Avrupa’ya olduğundan çok, bir bakıma Rusya’ya, özellikle son birkaç ayın Rusya’sına daha yakındır. Sonra, memleketlerimiz arasında bir başka mühim benzerlik, bizim, kapitalist ve emperyalist düzene karşı savaşmamızdır. Kapitalizm Türkiye’de, Avrupa’da ve eski Rusya’da olduğundan daha zayıf gelişti. Fakat vaziyet, büyük teşebbüslerdeki hemen bütün kapitalin yabancılar tarafından yatırılmış olmasıyla şiddetlenmiştir. Halkımızın istismarını kolaylaştırmak için kurulmuş olan kapitülasyon sistemi, gelişmemizi engellemiş ve bizi bu sömürüye tahammül etmeye mahkûm etmiştir.
Bu rejimi ortadan kaldırma hedefine sahip bugünkü mücadelemiz her şeyden önce kapitalizme karşı yönelmiştir. Biz memleketimizi düşman istilasından kurtardıktan sonra, kamusal ehemmiyet taşıyan büyük işletmeleri devlet eliyle yönetme niyetindeyiz. Böylece gelecekte büyük kapitalist sınıfların efendiliğinin ülkede hâkim olmasının önüne geçmiş oluruz. Türkiye’nin büyük devletler ve onların uyduları tarafından hâlâ açık veya kapalı olarak çılgınca saldırılara hedef olmasının nedeni, bütün mazlum milletlere kurtuluş yolunu göstermiş olmasıdır.
Bütün bunlar, Türkiye’nin bütün müesseseleriyle ve bugünkü hükümetiyle sadece Sovyet Rusya’da güven hissi yaratabileceğini, Batı’nın ise, bize düşman gözüyle bakmasını gerektireceği gerçeğini ortaya koyar.
Milletlerarası siyaset alanında Türk-Fransız anlaşması, Rus-İngiliz ticaret anlaşması gibi, şartların zoruyla vücut bulmuştur. Bu anlaşma, gelecekte imzalayabileceğimiz anlaşmalar gibi, ideallerimizden vazgeçtiğimiz anlamını taşımaz. Sizi kesin surette temin ederim ki, her halükârda Büyük Millet Meclisi’nin Türkiye’si bugüne kadar Sovyet Rusya’ya karsı takip ettiği siyasetten vazgeçmeyecektir ve bu konuya dair yayılmış bütün söylentilerin hepsi yalandır.
Yine aynı şekilde sizi temin ederim ki, Sovyet Rusya’ya karşı doğrudan veya dolaylı olarak asla hiçbir anlaşma yapmayacağız ve hiçbir koalisyona girmeyeceğiz. Son zamanlarda meydana gelen aramızdaki bütün yanlış anlaşılmalar, her şeyden önce Ankara- Moskova arasındaki yazışmaların oldukça yavaş olmasından kaynaklanmaktadır.
Değerli Başkanım, bu içten açıklamaların iki halkımız ve hükümetimiz arasındaki dostane ve kardeşçe münasebetleri daha da kuvvetlendireceği ümidiyle samimi kardeşlik hislerimi kabul etmenizi dilerim.
“Memleketimizi düşmandan kurtardıktan sonra, kamusal ehemmiyet taşıyan büyük işletmeleri devlet eliyle yönetme niyetindeyiz. Böylece gelecekte büyük kapitalist sınıfların efendiliğinin ülkede hâkim olmasının önüne geçmiş oluruz.”
Mustafa Kemal
Ankara, 4 Ocak 1922.
Lenin’in Kurtuluş Savaşı Dönemindeki Yardımları
Lenin, daha doğrusu Sovyetler Birliği Merkez Komitesi, Ocak 1922’de “askerlik işlerinden” anlayan Litvanya büyükelçisi Semiyon İvanoviç Aralov’u Ankara’ya Sovyetler Birliği Büyükelçisi olarak görevlendirir. Lenin, Aralov’a yeni görev yerini anlatırken Anadolu’nun ve Mustafa Kemal Paşa’nın portresini çizer. Bu arada Mustafa Kemal’in ve Anadolu kurtuluş hareketinin siyasal yönelimleri hakkında tespitlerde bulunur; Aralov’a gittiği ülke (Türkiye) ile ilişkilerinde nelere dikkat etmesi gerektiğini anlatır. Ancak Lenin, sözlerinde devrim ihracına yönelik en ufak bir beklentiye yer vermez; onunki, emperyalizme karşı kurtuluş mücadelesi veren bir halka karşı 17 Ekim devrimiyle birlikte evrenselleşen insani duygulardır.
Atatürk’le diplomatik sınırları aşan, dostluk düzeyinde bir ilişki geliştiren Aralov, anılarında Lenin’in Atatürk ve Kurtuluş Savaşı hakkında kendisine söylediklerini şöyle anlatır:
Kurtuluş Savaşı’na yardımları:
Sovyet resmi verilerine göre Kurtuluş Savaşı döneminde Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye yaptığı askeri ve nakdi yardımlar:
39.000 tüfek, 327 makineli tüfek, 54 top, 63 milyon fişek, 147.000 top mermisi, 2 avcı botu,
Doğu sınırlarından eski Rus ordusunun bıraktığı askeri malzemeler, Ankara’da iki barut fabrikasının kurulmasına yardım, Fişek fabrikası için gerekli teçhizat ve hammadde sağlama, 200 kilo külçe altın
100.000 altın Ruble (kimsesiz gazi çocukları için yetimhane kurulması amacıyla), 20.000 Lira (basımevi ve sinema teçhizatı alımı için), 10 milyon altın Ruble.
Her ulusal günde, yabancı ülke politikacılarının ve basınının Atatürk’le ilgili övücü sözlerine yer verilir. Ancak Sovyetler Birliği’nin savaşın sonucunu olumlu yönde etkileyen yardımlarından ve Lenin’in Mustafa Kemal hakkındaki görüşlerinden söz edilmez. Ders kitaplarında “Kara Fatma”nın sırtında top mermisi taşıyan resminin altına komünizm övgüsü olur diye bu mühimmatların nereden geldiği yazılmaz. Bundan dolayı TIME dergisinin Atatürk’ü “kapak” yaptığını biliriz de Sovyet yardımlarını bilmeyiz.