DİL NEDİR?
“Dil nedir ?” diye hiç sormamıştım o güne dek kendi kendime. Yaşama gündemimde başka şeyler vardı. Ama sonradan iş değişti. Nasıl olduysa oldu, pek seçemiyorum şimdi, giderek bu soru düşünmemi yönetmeye başladı. Artık besbelli; dikkatimi nerede yoğunlaştırırsam yoğunlaştırayım “Dil nedir ?” den kurtaramıyorum kendimi. Bazen en umulmadık yapıp etmelerime siniyor bu soru. Yıllardan beri öyleyim işte. Bir saplantıya mı uğradım? Sonu nereye varacak kestiremiyorum. Şimdilik apaçık gördüğüm şu: Bütün uğraşlarım, bu sorudan çıkmasa bile, dönüp dolaşıp bu soruya varıyor.
Dil nedir? Öyleyse, bilmiyorum. İnanın bana, yapmacık değil, gerçekten bilmiyorum dilin ne olduğunu. Siz biliyor musunuz? ‘Dil nedir?’ şaşırtıcı sorulardan biri. Dil nedir? Peki, kimse bana sormayınca, biliyorum. Birine açıklamaya kalkınca da bilmiyorum. Onun için dilin ne olduğunu çepeçevre göz önüne sermeye yeltenmeyeceğim. Yalnız, bir yaşantımı, beni (o hep bildiğimizi sandığımız) dil-varlığına götüren günü anlatmak, sonra da ilgili bir iki düşünme doğrultumu azıcık deşip bırakmak istiyorum. Yıllardan beri dil konusunu kovuşturuyorum. Keskin görüşlü kişiler ne güzel kitaplar yazmış. Elimden geldiğince okuyorum. Çevremdeki insanların dili yaşayışına bakıyorum. Kendimi gözlüyorum. Bazı şeyler öğrendim diyebilirim bu arada. Gelgelim dil görünümü karşısındaki şaşkınlığım azalacağına artıyor. Başımdan geçeni ileride nasıl yorumlayacağımı bilemem ama, çoktandır dönüp dolaşıp şöyle açıklamaya savaşıyorum durumu kendi kendime.
Nerede insan varsa, orada ‘dil’ de vardır. İnsan birlikte diliyle. Sağır-dilsizlerle işitir-dilsizler, dil yitimine uğramış olanlar, daha başka hasta kimseler bir yana herkes konuşur, düpedüz konuşur, bol bol sustuğu olsa da, isteyince konuşabilir. Dil gibi yaygın bir insan görünümü azdır yeryüzünde. İsteyen uzaklara gitsin, gitmeyen de dolayındaki insanlara çevirsin gözünü, açsın kulağını. Ayrılıklar, değişiklikler, başka-türlü-oluşlarla karşılaşacaktır. Yalnızca insanların pay aldığı gerçekler yok mu? Var. Örneğin, o bilge söz her insan için doğrudur: İnsanlar doğar, yaşar ve ölür. Ama hayvanlar için de doğrudur bu. İnsanlar için ortak özellik akıldır da diyemeyiz, bir bakıma. Nedense bin yıllardan beri bu konuda kuşku kurdu pek girmemiş insanın içine, ondan (gocunanımız olmayacağına göre) ben söyleyeyim: Akıl kadar az rastlanır bir şey yok şu yeryüzünde. Çalışkanlık mı insanın temel belirlenimi diyeceksiniz? Çalışmada ün salmış ülkelerde bile öyle tembeller, öyle tembel topluluklar var ki! Din özelliğini öne sürdünüz mü de, dinsizler sesini yükseltecektir. İnsanlara ortak diye öne sürülebilen belli başlı özellikleri birer birer gözden geçirmesek de olur burada. Durum açık: Dil kadar kesintisizce yeryüzünü kaplayan bir insan başarısı daha yok. Dilsiz olamıyor insanlar. İnsanın öbür adı “konuşan” olmalı.
Hep ‘dil’, ‘dil’ diyoruz ya, bu bir soyutlama aslında. Herkesin dili var, ama ayrı dil bunlar. Bir toplumun dili öbürünkinden ayrı. Herbirinin konuştuğu kendi dili, ana dili. Konuşulan dillerdeki çeşitlilik ortak yanı örtemez. Ana dil kesintiye uğramadan yeryüzünü kaplayan bir insan başarısıdır. Hiçbir insan topluluğu için, “Acaba bu topluluğun bir anadili var mı?” diye soru sormayız. Uzaktaki yakındaki bir ya da birçok toplulukla paylaşsa bile, her topluluk anadilinde konuşur. Bu dil, bir bakıma karmaşık karma, düzensiz yoksul bir dil olabilir. Gene de belli bir insan topluluğunun anadilidir. Tarih boyunca hep böyle olagelmiştir. Anadili olmayan bir topluma, anadili olmayan bir insana rastlanamaz.
Böylece genel olarak dil dendi mi, anadili, tek tek anadilleri anlamak gerekir. Oysa sık sık unutulur bu gerçek. Birçok önemli işlerde olduğu gibi, unutulmaması gerektiği zamanlarda da unutulur. Belki de, içinde yaşadığımızdan açıkça dile getirmek aklımıza gelmiyor bu gerçeği. Çiçeklerin dili, renklerin dili, tamtam dili, mantık dili… Hiçbiri anadil değil bu dillerin. Kabaca söylersek, özel diller bunlar, özel durumlarda başvurduğumuz diller. Matematikçi belli bir işi yapmak için, matematikle uğraşırken matematik diline başvurur. Bu dil, yalnızca matematikçilerin ortak dilidir. Anadil ise, bu anlamda özel, yapma (sözgelişi bilimsel) bir dil değildir. Hiçkimse anadilini sınırlı bir görevi yerine getirmek için kullanmaz; hiçkimse anadilini kendi yapmış değildir. Anadil temel dilimizdir. Özel dillerden öncedir. Hepsini kuşatır. Anadil günlük dilimizdir. Özel dillerle işimiz bittikten sonra da onun alışkanlığında dinleniriz. Her insan ‘benim’ dediği bir dili konuşur. Bu, içinde doğduğu, geliştiği ve biçim kazandığı topluma özgü dildir. İşte anadil budur.
Gerek Türkçe’deki gerek başka dillerdeki adlanışa bakıp, anadilin ille de analarımızın konuştuğu dil olması gerekmez. Gerçi çoğunluk böyledir, anamızdan hangi dili öğrendiysek o dilde konuşup gideriz. Ancak, anadil aslında her bakımdan beslendiğimiz, sonra da (bazı alanlarda az kimseye vergi ya bu, neyse) birşeyler katmayı denediğimiz, içinde yaşadığımız çevrenin, kendi çevremizin dilidir. Anadil, doğarken getirilmez, sonradan edinilir. Biz Türk’lerin yaşama dili Türkçe’dir. Kendi ‘adı’ hangi ölçüde doğuştansa insan için, anadili de o denli doğal: Hem sonradan, hem de her şeyin öncesi, başı ve başlangıcı. Rastgele olmasına rastgele, ama ondan zorunlu neyimiz var? Alınyazısıdır bir insanın anadili.
Ancak anadil çevresinden ayrı düşenler, bu alınyazısının ne olduğunu bilir. Uzak eller çekicidir, ama anadil de bağlayıcıdır. Gerçi yabanda da yalnız değil insan. Orada da ‘başkaları’ var. Onlarsız edemeyiz. Gene de, her bakımdan onlarla birlikte yaşadığımızı, onlardan biri olduğumuzu söyleyemeyiz. Çünkü dilleri dilimiz değil. Onların mayası bizimkinden başka dille tutulmuştur. Onlar başka birarada, biz başka birarada. Babaevi, çocukluk sokağı, yetişkinlik kenti, anayurt… Bir gün geliyor, hepsine ‘yakında yine buluşuruz’ diyor insan, çekip gidiyor. Giderken ne gidiyor birlikte? Anılar, sözümona tatlı anılar mı? Pek sanmıyorum. Çoğu soluk, karmaşık, tatsız ve güvensizdir anıların. Saklanmalarına saklanırlar ya, bazısı hiç gün ışığına çıkmasa da olur. İstemeyi gerektirir çok kez anıları çağırmak. Anı severler bir yana, öyle bol zamanı yoktur insanın bu iş için. İnsanın yüzü geleceğe çevrilidir. Peki dışarılara giderken ne götürüyor insan birlikte? Gene de çok şey, belki de herşeyini, herşeyi: kendi kendisiyle, bencileyin arası pek ahım şahım olmasa da, kendini. Kendini götürür insan, nereye giderse gitsin; yani herşeyden önce, anadilini. Anadiline yapışıktır herkes. Vazgeçilmez bu birliktelikten.
Anadiline bir baskı gözüyle bakanları anlamıyorum. Olsa olsa çarpık bir sanının, gerçekle bağdaşmayan bir görüşün tuzağına düşmüştür bu gibiler. Hiçbir anadil yetkinlikte daha iyisini aratmamazlık etmez. Anadiliyle yakından uğraşanlara gitmeyin, herkes kendinden bilir; kısa düşer çok kez sözcükler dile getirilmek istenenden. Hangi anadilin eksikleri biter? Nitekim zaman zaman bu eksikleri üstümüze çöküveren bir ağırlık olarak yaşarız. Ezilmişiz, daralmışız, özgürlüğümüz tıkanmış gibidir. Serpilip boy atmamıza yasak konmuştur, konuklarını kesip öldüren Prokrates’in cendereden yatağına uzanmış sanki. Dili toptan silkip atmak gelir içimizden. Ama olmaz ki. Hep böyle yaşamayız ki dilimizi. Çoğun genişlemedir, özgürleşmedir, yaygınlaşmadır, yücelmedir anadil bizim için. Anadilimizin öyle sözleri, öyle deyişleri vardır ki, barınağımızdır onlar bizim. Günlük yapıp etmelerimizde, yaşamın bu en büyük kesitinde, anadil baskı değil, hafifliktir. İnsanın da gücü azalır bu -yanlış yere- baskı gözüyle bakılan ortamın gücü azaldıkça. Anadilinden ayrı düşen dilini yitirmiş gibidir. Dilini yitirmiş insan, bir bakıma yaşamasa da olur.
Anadilinden ötede, barınağından dışarı uğruyor insan. Kendisi olamıyor artık. Yalpalıyor, şaşırıyor, kekemeleşiyor, dilsizleşiyor. Ama ‘dilyitiminden ötürü ölüme’ kim kolay kolay boyun eğer? Neleri göze almaz ki sırasında? Atılışlar, örtük, açık, ‘Tek yaşayayım!’dan fışkırır. “Bu dille olmuyor mu öbürüyle konuşurum” der insan. Öğrenme çabasına son yok ki. Konuşur da. Ama nasıl? Konuşan bir başkasıdır sanki. Otuz yıl da geçse aradan, kendisinin olmayan bir dile ne denli ısınsa da, kiracı olarak tüketecektir yaşamını. Çalışıp öğrenmede hiçbir güzel vergi esirgenmemiş de olsa kendisinden, çalacaktır yine konuşması çocukluk çevresinin ağzına. Hiç umulmadık yerde yönelmelerini, davranışlarını ilk dilindeki anlam gömüsü belirleyecektir. Ölüm döşeğindeki son sözü kuşkusuz anadilinde olacaktır, sonradan öğrendiği dilinde değil. Anadilin çekimine karşı konamaz.
Peki, “Benim iki anadilim var” diyenlere ne demeli? Benim diyeceğim şu: Olmaz! Biliyorum, kestirip atmak oluyor böyle söyleyince. Oysa ben, insan işleriyle ilgili hiçbir sorunun bir sözcükle kesilip atılabileceğine pek inanmam. İnanmam ya, içimden geliverdi bu ‘olmaz’, elimde olmayan bir ‘olmaz’ bu. Şöyle diyorum özde: İnsanın iki anadili olabilir, hatta üç tane, daha fazla bile olabilir. Mantıkça bir çekişme yok bunda. Gelgelelim, gerçekten iki anadili olan bir insana rastlanmamıştır şimdiye kadar. Tersini öne sürenlerin sarsılmaz bir kanıta varabileceğini sanmıyorum. Bir insanın iki anadili birden olması, aynı insanın, aynı zamanda iki ayrı yerde birde var olması gibi geliyor bana. İki dili şaşılacak kadar iyi bilen, ikisinde de hiç zorluk çekmeden konuşup anlaşan kimseler tanıdım. Gene de bir dili daha içten benimsediklerini, işte asıl anadillerinin o dil olduğunu düşünmeye eğilimliyim. Bu eğilimimin yolunu açan ilgi çekici bir iki karşılaşmamı anlatmak isterdim. Ama her birinde durumu tam olarak belirtmeye kalkarsam uzayacak. Onun için, hepsini bir yana itip, gelin sizlerle hepimizin bilip sözüne inandığı bir tanığa, söylediklerinin doğruluğunu yaşayışıyla göstermiş olan bir bilgeye başvuralım.
Albert Schweitzer anlatıyor: “Bir kimsenin iki anadili olduğunu sanması, benim denediğime göre, kendi kendisini aldatmasından başka bir şey değilmiş gibi geliyor bana. Böyle bir kimse iki dile de aynı ölçüde söz geçirdiğini sanabilir, ama aslında durum her zaman şöyledir: Gereği gibi bu dillerin yalnızca birinde düşünüp yalnızca bu dilde özgür ve yaratıcı davranır. Biri bana, ben iki dili aynı derecede iyi bilirim diyecek olsa, ona hemen, bu dillerin hangisinde sayıp hesapladığını, mutfak kapkacağını, marangoz ile demirci el araçlarının adlarını hangi dilde daha iyi bildiğini, sonra da, düşlerini hangi dilde gördüğünü sorarım. Bu deneyde bildiği dillerden birinin daha ağır bastığını bağışlamak zorunda kalmayan bir tek insana rastlamadım şimdiye dek.”
Yakında yine yol görünüyor bana. Kısmetse -inandığımdan mıdır bilmiyorum, alıştığım için de dilime takılmış olabilir bu alacakaranlık bilge söz- kısmetse, bir iki haftaya varmaz yeniden dolaşacağım o sisli ‘Oğuzeli’ne. Bu kez de daha önce yaptığımı yapacağım -ama hep neyi yapageldiğimi, şimdi daha açık, daha seçik biliyorum. Ne doğru söylemiş Herder: “Ben öbür dilleri kendi dilimi unutmak için öğrenmem, eğitimimden edindiğim töreleri değiştirmek için yabancı uluslar arasında dolaşmam; ben vatanımın yurttaşlık hakkını yitirmek için başka uyruğa geçen bir yabancı olurum, o zaman kazanmaktan çok yitiririm. Tam tersine, yabancı bahçelerden kendi dilime, düşünme biçiminin bir nişanlısı gibi, çiçekler dermek için geçerim…” Başka türlü de olabilir mi?
SÖZÜN PEŞİ SIRA GELENLER
Mevsim değişiklikleri olmasa zamanın geçtiğini bilemeyeceğiz. Erken gün, havanın aydınlığındaki başkalık, kuşların deliliği, belleklerini toparlayışı bitkilerin, yaşamı yeniden başlanılan bir mutluluk dönemi durumuna getiriyor. Bundan zarar görenler yazın sanatı ile uğraşanlardır bence, çünkü ilkyaz ozan eder herkesi, şiir söyleme isteği uyandırır, şiirin kolay iş olduğu sanısını yaratır, canlanışın, yeniden doğuşun sevinci bütün ciddi işlerin bir yana atılması gereğini duyurur. O zaman gelsin o kolay, o hafif, o sudan ucuz iş, şiir. Hem de şiirin yalnızca bir çeşidi, doğayı anlatanı, kuşları ağaçları betimleyeni. Oysa hangi şiir, hangi sanat doğayı doğa denli verebilir bize? Hiçbiri. Sanat sözcüğü “suni” sözcüğü ile özdeş kökenlidir, yapaylığı anlatır; doğanın dışında yapay, uydurma, insan elinden çıkmış bir şey. Eski ressamlar, ta izlenimcilere değin, resimlerini kapalı yerlerde, atölyelerde yaparlardı. Oysa eski ressamların yapıtlarına doğadır diye bakılması, izlenimcilerin ise doğayı berbat ettiklerinin düşünülmesi ne şaşırtıcıdır! Ama kişi sanattan gözünün önündeki doğanın bir daha anlatılmasını ister, bekler hep. Bunun için de ilkyaz geldi mi, ilk iş olarak ozana başvurulur, ona ağaçlı, yapraklı, kuşlu dizeler ısmarlanır. Ozan da çoğu kez yapar bunu, ama okuru aldatarak yapar; ağacı kuşu, yaprağı kullanır, doyurur okuru da, gene kendi amacını, şiiri gerçekleştirir. Şiir doğaya bakarak yazılmaz, çünkü “us”un arı bir ürünüdür o.
“Akıl” sözcüğü dururken “us” da nereden çıktı ortaya diye soruyorlar, dil sorunumuzu bir türlü anlamak istemeyenler, anlamayanlar. Daha doğru olarak diyebiliriz ki, bunlar bir dilin ancak dereden tepeden konuşmaya, alışverişe yaraması ile yetinenlerdir, felsefesel düşünme diye bir şeyin olduğunu duymamışlardır. Us, insanı hayvandan ayıran öz niteliktir. Bu yüzden değil midir ki, insan ‘usu olan hayvan’ diye tanımlanır. Sözgelişi biz, biri için ‘akılsız’ dediğimizde, onun payına doğadan bir parçacık olsun “us” düşmediğini söylemek istemişizdir; yanıldığını, aptallık ettiğini anlatmaktır ereğimiz. Oysa insan, ‘us’u olan yaratık yanılabilir, aptallık edebilir. Kişi akılsızlık edebilir, ama ussuzluk edemez.
Us genel anlamı ile, duyarlılığın karşıtı olarak düşünülmüştür, olaylar ve kavramlar arasında zorunlu bağıntılar kurma yetisi olarak. Bu anlamda, biz usumuzla mı görüyoruz doğayı, duyarlığımızla mı kavrıyoruz? İlkyaz geldiğinde coşup şiirler yazdığı düşünülen ozanın duyarlığından ötürü bu doğa olayına, ilkyaza herkesten daha yakın olduğu sanılır. Ama gene bu nedenden ötürü ona biraz “akılsız” diye bakıldığı da doğrudur. Ne yapalım, ‘us’un baştacı edildiği bir çağda yaşıyoruz.
Gerçekten de, 17. yüzyıldan önce us, “anlık”a göre daha aşağıdaydı. Anlık sözcüğünü, terminin (terim demeyeceğim, değiştirelim onu, termin diyelim) “intellectus” karşılığı olarak kullanıyoruz. Eskiden ona “müdrike” denirdi bizde, her türlü duyarlıktan bağımsız olarak idelerin bilgisine varan kavrama yetisi.
Peki, usun baştacı edildiği bir çağda yaşıyoruz dedim, doğru mu bu? Bırakın akılsızlığın her yerde kol gezdiğini, çağımızda usu gözden düşürmek isteyen felsefe akımları yok mu? Basitlikten hoşlananlar, akıllarını biraz olsun yormayı göze alamadıkları için her konuyu, bu arada çağımızın başlıca düşün akımlarını “kökü dışarıda”, “yabancı”, “kokmuş Batı”, “bizden değil” diye damgalayanlar bir yana, kökleri Platon’a, Aristo’ya değin uzanan en önemli düşünleri bulacaktır okur ‘us’ta. Aydın denilmeye değer kişi, basitleştikçe değil, okudukça öğrendikçe halka yaklaşır. Dünyayı kendi bilgi düzeyimize indirmeye kalkmamalıyız, kendimizi dünyanın bilgi düzeyine yükseltmek olmalıdır amacımız. Toplumumuzdaki düşün çoraklığından, kolayın bayağının yeğlenmesinden öylesine bezmişim, yılmışım ki, dostlarımı bulduğumda hemen sarılıveriyorum.
İlkyazdan akıla, ondan da güzel düşüne geçtik… Sırası gelmişken değinivereyim. Arapların deveyi bağladıkları ayak bağının adıdır “akıl”. Nereden nereye diyeceksiniz; doğrudur, nice somut ad, sonradan böyle soyut ad durumuna gelmiştir. (Eskiden bizde ism-i mana, ism-i ayn denirdi bunlara). Ne gibi benzetmelere başvurularak? Orasını artık bilemeyiz, aradan uzun zaman geçmiştir, bir somut ad soyut ada dönüşünceye kadar. Herhalde bu yüzden akıllı adamları deveye benzetecek değiliz. Ama o sözde, akıl sözcüğünde, kişinin bağlandığını anlatan bir anlam vardır. Akıl kimi yerde kişinin ayağını da elini de bağlar. Ama biz, yabancı dillerden alınma terminlerde, sözcüklerde bu araştırmayı sürdürecek olursak çoğu zaman yaya kalırız. Örneğin Arapça “umde” nereden gelmedir? Oysa “ilke”nin hangi kökten yapıldığını kolayca anlayabiliriz. İşte ben şu dil konusunu her açtığımda yinelerim, Arapça’nın boyunduruğundan kurtarmak istediğimize, kurtardığımıza göre, terminlerimizi, gereksindiğimiz yeni sözcükleri artık kendi köklerimizden türetmek en doğru yoldur derim.
Bir de ne göreyim? Öğrenimini İngiltere’de yapmış değerli bir genç aydınımız, okullarımıza Arapça ve Farsça derslerinin yeniden konulmasını ileri sürerken, dili kullanırken gösterdiğimiz sapmayı öne çıkarıyordu. İşin bu yanını bırakıp, okullarımıza yeniden Arapça ve Farsça derslerinin konulması önerisine gelince, bu öneri sağdan, “maneviyatçılarımız”dan gelse hiç şaşmayacağım, çünkü onlar çağdaş bilimleri öğrenmektense, dine dayalı ahlakı öğrenmemizin daha yararlı olacağını, bunun için de Arapça’nın gerekli olduğunu düşünmektedirler. Öğrenimini İngiltere’de yapmış olan o değerli genç aydınımıza sorsam, bir meslek seçecek olan oğluna Arapça’yı mı, yoksa İngilizce’yi mi öğretirdi? II. Mahmut, İstanbul’da Tıp Fakültesi açtığında, Arapça’nın yetersizliği dolayısıyla derslerin Fransızca verileceğini söylemişti. O günden bugüne, diyelim tıp alanında Arap ülkeleri ilerleme mi gösterdiler? Bir ameliyat geçirmem söz konusuydu, kimse bana bu iş için sözgelişi Mısır’a gitmemi salık vermedi. Yoksa maneviyatçıların halk çocukları için İmam Hatip okulları açıp kendi çocuklarını kolejlere göndermeleri gibi bir durumla mı karşı karşıyayız? Bana açıkça söylensin, bugün hangi bilim dalında Arapça, Farsça en öndedir?
Yine Avrupa’da okumuş bir başka değerli gencimiz, ayaktopu oyunundaki başarısızlıklarımız konuşulurken; “Yoksa bu oyun bizim değil de ondan mı başaramıyoruz?” dedi. Bu söz uyarınca, her ulus ancak kendisinin olan sporda birincilik alacaktır. Bu “bizdenlik” düşüncesiyle, sözgelişi güreşte, ciritte boy göstereceğiz. Türk çocukları ayaktopuna, koşuya, tenise özenmeyecektir. Müziğimiz davulda, resmimiz nakışta, şiirimiz sazda kalacaktır… İlericilik gericilik bölünmesinin gereği nedir? Ekonomide yeni bir dünya anlayışı öteki alanlarda gelenekçiliği mi gerektirir?
Sokrates’in bir sözü vardır, çok severim, “Bakalım söz bizi nereye götürecek” der bir konuşmasında. Ama sözün ardına takılıp da gitmez hiç, bütün konuşmayı istediği yönde yürütür. Nerede bende o “us”, o “akıl” !
Sözün peşisıra gelen dostlarıma esenlikler dilerim.
BEYİNDEKİ DİL
İnsanın en gizemli organı beynidir. Onu, bilinenlerden bilinmeyenlere doğru iletir, bilinmeyeni bilinir duruma getirir. Bu değerli organın işleyişi, özelliklerinin neler olduğu sürekli araştırılmıştır. Birçok bilim adamı, “beyin” konusunda çeşitli gerçekleri gün ışığına çıkarmıştır. Bugün artık beyin bilgi giriş kanallarının, toplanan bilgilerin değerlendirildiği merkezlerin ve bunların saklandığı alanların beynin farklı bölgelerinde bulunduğunu; gelen bilgilerin, farklı merkezler tarafından çeşitli açılardan ayrı ayrı algılandığını ve merkezler arasında bütünleştirici bağlantı bulunduğunu biliyoruz.
Bu “kara kutu”nun işleyişiyle ilgili nöroloji gibi bilim alanlarındaki araştırmalar çok eskiden beri süregelirken, 20. yüzyıl başlarında ortaya çıkan yeni bir bilim dalı olan “Dilbilim” de incelediği temel öğesi olan Dil’in nasıl oluştuğunu öğrenebilmek için bu yarışta yerini almaya başladı. Dilbilim, eski Hint’e, eski Yunan’a kadar uzanan 2500 yıllık uzun tarihsel bir geçmişten miras aldığı ilke ve kavramları eleştirip geliştirerek oluşmuş ve hâlâ gelişimini sürdürmekte olan bir bilim dalıdır. Öncelikle, insanın en büyük ayrıcalığı olan dili, ona bağlı olarak da düşünceyi ve davranışı inceleme alanı olarak seçen dilbilim için beyindeki gizlerin çözümlenmesi demek, dille ilgili sorunların da çözümlenmesi demektir.
Dil-Beyin ilişkisi; bu konunun içine giren oldukça fazla sayıda öğenin birlikte incelenmesiyle aydınlatılabilir. Bu öğeleri sıraladığımızda ise karşımıza şöyle bir tablo çıkar:
Konuşma merkezleri,
Sağ-sol yarımkürenin işlevleri,
Dilin doğuşu (türeyişi),
Dilin işleyişi,
Kompozisyon yazımı,
Düşünce üretimi,
El baskınlığı yabancı dil öğretimi,
Dil bozuklukları,
Uyku-uyanıklık ayrımı.
Bu konulardan bir bölümüne yüzeysel de olsa değinmek, hem beyin araştırmalarının dilbilim için önemini ortaya koyacaktır, hem de bu araştırmalarda dilbilimden yararlanmanın gereğini.
20. yüzyıl başlarında insan dilini “toplumsal dil” ve “kişisel söz” olarak ikiye ayıran F. de SAUSSURE’e göre önemli olan kesim, dışa vurulan söz değil, beynin içindeki dil düzeneğidir. Bir insan tüm yaşamı boyunca kullanacağı tümceleri tek tek ezberlemediğine göre, bu işi beyindeki bir tür “baskı makinesi” yerine getirmektedir. Ya da başka bir deyişle, insan zekâsı içinde gizli olan bir “kod” yardımıyla çeşitli bildirimler düzenlenebilmekte; karşısındaki alıcı da aynı tür bir makine olduğundan, yollanan bu kodlar orada çözümlenebilmektedir.
Buradan yola çıkarak iletişimin bir tür kodlama ve kod çözme işlemi olduğunu söyleyebiliriz. İletişimin doğru ve eksiksiz olarak gerçekleşebilmesi için gerekli koşullar ise şöyledir:
Yaşantı Yaşantı
Gönderici Alıcı
Bildirge Bildirge
İletmeç Almaç
Bilinti Bilinti
Aktarım Oluğu
20. yüzyılın ikinci yansında N. CHOMSKY ile ortaya çıkan üretimsel dilbilimde Saussure tarafından öne sürülen “toplumsal dil” yerine “dil örgüsü”, “kişisel söz” yerine de “söz dökümü” terimleri kullanılmaya başlandı. Buna göre, insan beynindeki dil örgüsü aracılığıyla oluşturulan tümceler, daha sonra ağızdan sözlü bir biçimde dökülerek dışa vurulmaktadır. Ancak bu noktada yüzyıllardır tam olarak çözümlenemeyen bir sorun ortaya çıkmaktadır. Beyin, dışarıya kapalı bir kutu olduğu için, işitilen bir sözün algılanma aşamasına kadar geçen sürede hangi yolları ve işlemleri izlediği ya da konuşma sırasında komutların konuşma organlarına nasıl ulaştığı sorulan tümüyle yanıtlanamamaktadır. Nitekim 20. yüzyıl başlarında ortaya çıkan davranış psikolojisi, beynin içinde geçen olayları, ancak dışarıdan algılanabildiği sürece açıklamaktan yanaydı. Amerikan yapısalcılığı içinde yer alanlar da bilimsel olarak incelenebilecek dil yapısının “söz dökümü” aşamasında ele alınması gerektiğini savunuyorlardı.
Üretimselcilik denen yeni dil anlayışı ise dil örgüsünü aydınlatmaktan yanaydı. Her ne kadar insan beyni bir kara kutu olduğu için doğrudan incelenemiyorsa da, dolaylı olarak beyindeki dilsel işlemlerin bir modeli çıkarılabilirdi. Nitekim, beyin hangi noktalarda hasara uğramışsa bunlar saptanmakta ve sonra ortaya çıkan davranış bozukluklarıyla karşılaştırabilmektedir. Bunun sonucunda arızaların beynin hangi bölgesiyle ilgili olduğu anlaşılabilmekte, bir bakıma beyin haritası çıkarabilmektedir.
Bugünkü beyin araştırmalarından elde edilen veriler bize, dil oluşumunun gerçekleşmesini belirlemede hasara uğramış beyin yapısından yola çıkmaya gerek olmadan çok gelişmiş aygıtlar (PET= Pozitron Emission Tomography gibi) yardımıyla beyin haritalarının tüm hareketlerle birlikte ortaya konabileceği müjdesini veriyor. Adım adım ilerleyen çalışmalar umut verici olmalarına karşın, beklenmeyen sonuçlar da içeriyorlar. Örneğin, görüntülenebilen hücre kümeleri düşünüldüğü kadar derli toplu bir görünüm sergilememekte, bu da bir “düzenleyici”nin varlığını düşündürmektedir. Kişiden kişiye büyük ölçüde değişiklik gösteren işlevlerden birisi de dildir. Dilin, beynin farklı bölgelerine yayılan bir aktivite göstermesine karşın, bir kişide var olan bölge koordinatları, bir başkasınınkini tutmayabilir.
İnsan beyninde özellikle iki alanın dil işlevleriyle yakından ve doğrudan ilişkili olduğu, bunların dil ediniminde de başat rol oynadığı klinik bulgularla belirlenmiş durumdadır. Bunlar, sol yarımkürede işitme bölgesinin önünde, ‘frontal lob’da yer alan ‘Broca’ alanıyla daha geride ve altta yer alan ‘Wernicke’ alanıdır. Wernicke alanı beyinde görsel-işitsel çağrışım ve sözcük-nesne ilişkilerini sağlarken, Broca alanı dilin sesletim işlevini yerine getirmektedir.
Son yıllarda yapılan araştırmalar, dil işlevlerinin yalnızca bu bölgelerle sınırlı olmadığını ortaya koymuştur. Örneğin, bir konuşmanın anlamlı biçimde gerçekleştirilmesi için her iki yarımkürenin eşgüdümlü biçimde çalışması gerekmektedir. Çünkü, sol yarımküreyle anlamlı tümceleri oluştururken, sağ yarımküredeki prozodi (bürün) merkezi o tümcelerin vurgu, ton, ezgi gibi özelliklerini düzene sokmaktadır.
Beynin iki yarımküresini birbirine bağlayan Corpus Callosum denilen iletişim kanalı, beynin birbirinden farklı iki yarımküresi arasındaki bağlantıdır. Mantıksal ve kavramsal sol yarımküre, sağ yarımküre yeni imgeler ararken ve bunları yerleştirirken bloke olur. İmgeler ya da çağrışımlar oluşurken iletişim kanalı yeniden çalışmaya başlar ve sağ yarımkürede oluşan imgeler sol yarımküreye de iletilir. Sol yarımküre ise aldığı bu imgeleri mantık sırasına koyarak yeni bir düşüncenin ya da bildirinin dış dünyaya sunulması işlemini başlatır. Araştırmacılar, ilk çocukluk çağında ve dil edinimi sürecinde beynin sağ yarımküresinin daha baskın olarak çalıştığını, ergenlik döneminde ise bu baskınlığın sol yarımküreye geçtiğini söylemektedir. Dil, ergenlik çağında geniş ölçüde bilgi aktarmak amacıyla kullanıldığı için sol yarım kürenin etkisi altındadır. Son yıllarda, kompozisyon yazma ve üreticilik konularındaki eksiklikten yola çıkan kimi araştırmacılar, okul döneminde genellikle sol yarımkürenin yeteneklerinin ödüllendirilmesi nedeniyle sağ yarımkürenin yeteneklerinin gözardı edildiğini; sadece sol yarımkürenin yönlendirdiği yazma türünün de sıkıcı, hareketsiz, cansız ve donuk olduğunu ileri sürmektedirler. Oysa, doğal yazmada başarılı olabilmek için beynin her iki yarımküresinin de birlikte çalışması gerekmektedir. Çünkü, sol yarımküre çözümsel (analitik) düşünürken, sağ yarımküre bütünsel düşünmektedir.
Dil işlevlerinin beynin organik yapısıyla olan ilişkisine antik dönemlerden beri değinilmesine karşın, modern çalışmalar, 1861’de P. Broca’nın otopsi raporlarıyla başlamış, 1874’te Wernicke’nin katkılarıyla devam etmiş, ancak 19. yüzyıl sonlarında beyindeki dil işlevlerinin bakışımsız (asimetrik) olarak yer aldığı ve sol yarımkürenin baskın biçimde bu işlevleri üstlendiği ortaya çıkmıştır. Bu bakışımsızlık, beynin sol yarımküresinin bedenin sağ tarafını, sağ yarımküresinin de bedenin sol yönünü denetleyip komuta ettiği, buna ek olarak da beynin yarımkürelerinin değişik bilişsel işlevler yüklendiği biçiminde açıklanabilir.
Araştırmalar yeryüzündeki toplam nüfusun %90’ının sağ elinin baskın olduğunu göstermektedir. El baskınlığı ile beyindeki dil merkezlerinin kullanımı arasındaki ilişki ise şöyle gösterilebilir:
a) Sağ elini baskın olarak kullananların %99’unda dil için baskın olan, beynin sol yarımküresidir.
b) Sol elini baskın olarak kullananlardan en az %80’inde dil için yine sol yarımküre, geri kalanlarında ise sağ yarımküre baskındır.
c) İki elini aynı beceriyle kullananlarda, dil işlevleri her iki yarımküre içinde dağılmış durumdadır.
Ancak sağ elini kullanan nüfusun içinde %25’lik bir bölümünün sağlaklığının toplum baskısıyla gelişmiş olabileceği gerçeği de göz önünde bulundurulmalıdır. Yine de sağ elini baskın olarak kullananların oranı diğerlerine göre oldukça fazladır denebilir. Araştırmacılar, buradan yola çıkarak beyinsel yanallığın (ya da baskınlığın) ortaya konabilmesi için el yanallıklarının da dikkate alınması gerektiği görüşündeler.
Boğaziçi Üniversitesi’nde yürütülen bir araştırmanın sonuçları bu açıdan oldukça ilginç görünümler sunmaktadır. İngilizce’yi yabancı dil olarak öğrenen ileri düzeydeki bireylerin İngilizce dil yeterliliği ile fizyolojik yanallıkları arasındaki ilişkiyi araştıran çalışmanın sonuçları şöyle sıralanabilir:
a) Yabancı dil yetisi ile fizyolojik yanallık arasında anlamlı bir bağlantı olduğu görülmektedir.
b) Yabancı dil yetisi ile el yanallığı arasında toplumsal ya da ekinsel etmenlerden etkilenmeyen anlamlı bir ilişki belirlenmiştir.
c) Yanallık açısından en güçlü ilişki ayak yanallığıyla yabancı dil yetisi arasındadır.
Bu tür araştırmaların sürdürülmesiyle elde edilecek veriler ışığında, uyumlu yeni yöntem ve teknikler geliştirilebilir.
Dille beynin ilişkisini kendisine konu edinen bir başka dilbilim alanı da nörolinguistik (sinirdilbilim)’tir. Bir yandan sinir sistemini inceleyen nöroloji gibi bilim dallarının verilerinden diğer yandan yapay zekâ incelemeleri ve felsefe gibi çalışma alanlarının verilerinden yararlanan nörolinguistik’in iki ana ilgi alanı, ‘dil edinimi’ ve ‘söz yitimi’ olgularının incelenmesidir. Çeşitli nedenlerle beyindeki dil merkezlerinin zarar görmesi sonucunda ortaya çıkan dil kayıplarını (afazi) inceleyen bu alanda, dilin beyindeki oluşumu ve söze dökümü sürecinde söz yitimine uğramış bireylerle normal bireylerin dil kullanımları karşılaştırılarak dilin beyindeki oluşumu belirlenmeye çalışılmaktadır. Sözü edilen kayıplar çeşitli aşamalarda gerçekleşebilmektedir. Örneğin, kavramlaştırma aşamasında bir göstergenin gösteren bölümü, seçme ve birleştirme işlemlerindeki aksaklık nedeniyle bir başka gösterilenin göstereni olarak karşımıza çıkabilir ya da dil örgüsüne ses birimlerinden oluşan bir sözcüğün sesletimi sırasında sesbirimler yer değiştirebilir ya da düşebilir.
Buraya kadar çeşitli açılardan görünümleri çok sınırlı ve yüzeysel biçimde ele alarak açıklamaya çalıştığımız “DİL-BEYİN” ilişkisi; günümüzdeki araştırmalara bakıldığında öyle görünüyor ki, sona yaklaşmakta. Yüzyıllardır bilim adamından sokaktaki vatandaşa kadar tüm insanlığı ilgilendirmiş olan beyin gizleri, farklı bilim alanlarının ortak çalışmalarıyla daha çabuk çözümlenebilecek gibi… Ancak, teknolojinin ilerlemesi, yeni ve çok boyutlu aygıtların bulunması, tüm insanlarda hem ortak hem farklı biçimlerde bulunan düşüncenin oluşumuna ya da rüyanın gizemine de açıklık getirebilecek mi? Bilemiyoruz.
DİLİN GELİŞİMİ
Dil nereden gelmektedir? Uzmanlar, dilin önceden mi programlandığı, yoksa beynin uzmanlaşmış alanlarındaki girdiler tarafından mı belirlendiği konusunda entelektüel kavgalar içindedir. Genellikle olduğu gibi, bu sorunun cevabı da arada bir yerdedir. Gerek sözel simgeler kullanmanın genel terimi olan “dil”, gerekse onun ifade aracı olan “konuşma” insanların iletişim gereksiniminin içgüdüsel yansımalarıdır. Elinin bir parmağı ileriyi gösteren iki aylık bebeğin bir tür dil alıştırması yapmakta olduğunu biliyor muydunuz? Altı ile dokuz aylıkken, tek sözcük bile konuşamadığı halde bebeğin bir “sohbete” katıldığını, hatta durumu kontrol ettiğini hiç izlemediniz mi? (Eğer inanmıyorsanız bebekle büyükannesini bir süre izleyin.) Doğa bebeklerin çoğunun beynine dilin temellerini inşa etmiştir.
DİLİN AMAÇLARI
Doğanın Gizemli Aracı
Sağır bir çocukla kulakları duyan bir çocuk sözcükleri aynı zamanda mırıldanmaya başlarlar. Buradan da biliyoruz ki, işitsel uyarım dil öncesi gelişim açısından bir zorunluluk değildir. İlginç kuramlardan birisi, beynin bir yanında “dil öğrenme aracı”nın bulunduğunu, böylece dilin kaçınılmaz bir şey olduğunu öne sürmektedir. Bugüne kadar hiç kimse bu gizemli makineyi bulamadı (ben bunu mahsusçuktan dışarıya kabloların taştığı küçük kare bir kutu olarak hayal ediyorum), ama bilimciler artık daha iyi bir açıklama getirmiş bulunuyor. Farklı diller ve şiveler duymakla beraber yeryüzündeki bütün bebekler dikkate değer bir biçimde benzer sesler çıkarmaktadır. Sessiz harflerden önce sesli harfler üretir ve ses değişikliğine karşı içgüdüsel bir duyarlılık gösterirler. Bebek beyninin sol yarımküresi insan sesiyle çevredeki gürültüleri birbirinden ayırt edebilir. Çocuğun biyolojik olarak konuşmak üzere programlanmış olduğunu söyleyebiliriz.
Genç bir anne, kız bebeğinin kaydettiği gelişmeyi bana büyük bir hoşnutluk içinde şöyle anlattı. “Daha iki aylık, ama yemin ediyorum ki, beni taklit ediyor. Ben ‘hiş’ diyorum, o ‘i-i-i’ diyor. Kocam bunun imkânsız olduğunu söylüyor.” Kocası dil öğrenme aracının gücünü ve pek çok türe özgü olan dişilerin sözel eğilimini küçümsüyordu. Gene de, beynin içkin eğilimine rağmen daha ileri gelişim için gerekli olan yeterli sayıdaki nöron bağlantısını toparlayabilmek çevrenin yardımıyla gerçekleşmektedir. Sesler çıkarmaya başlayan sağır bebekler, işaret diliyle iletişim kurmaya yatkınlık göstermelerine rağmen özel müdahale olmaksızın konuşmayı öğrenemezler. Çocuğun dil çevresi ne kadar iyi olursa, sonuç da o kadar iyi olur. Öğrenmenin bu kritik evresinde anne ve babalara düşen görev hiçbir aşamada olmadığı kadar önemlidir. Neyse ki doğa, anne ve babaların içgüdüsel olarak çocuklarının en iyi öğretmeni olma yolunda programlanmıştır. Onların ilk dersi sevgi iletişimiyle ilgilidir.
İlkel Amaçlar
Bebeğin ilk iletişimi genellikle beynin ilkel bir kısmından geliyormuş gibi görünen keskin feryatlar biçimindedir. Gerçekten böyle bir izlenim uyandırır. İlk önce ünlü sesler çıkartması limbik sistemden, pek çok şeyin yanı sıra duygulardan da sorumlu olan erken “memeli beyni”nden kaynaklanır. Çocuk agular yapmaya, sesler çıkarmaya ve sözel mesajlar almaya başladığında beyin kabuğunun üst kısmında yeni şebekeler oluşmaya başlar. Altı ile dokuz aylıkken daha yüksek merkezler ilkel komşuları üzerinde kontrol uygulayabilir hale gelir. Bu nedenle dil, bütün yaşam boyu duygularla sıkı sıkıya bağlıdır. Şu husus unutulmamalıdır: Yeteri kadar kucaklanan ve karşılıksız sevgi gören çocukların dili -ve diğer her şeyi- iyi öğrenme olasılıkları daha yüksektir.
Uzmanlaşmış beyin merkezlerinin işitmek, konuşmak ve anlamak işlemlerini üstlenebilmeleri için uyarılmaları gerekir. Çocukların çoğu sizi yardım etmeye davet eder. İki aylık bebekler bile yüzyüze etkileşim arar. Yetişkinin olumlu karşılık vermesi içgüdüseldir ve çok önemlidir. Örneğin, eğer anne soğuk ya da üzgün bir izlenim verecek şekilde “farklı” davranırsa, bebek de sıkıntı sinyalleri içeren bir beden diliyle karşılık verecektir. İlk altı ay içinde anne ve babayla veya bir bakıcıyla güçlü bir bağ kurulması; kişisel etkileşim açısından iyi kalıpların oluşturulması, limbik sistemin hoşnut edilmesi, gramerin düzgün modelleştirilmesi ve sohbet oyununun kurallarının öğretilmesi gibi açılardan çok önemlidir.
Sohbet Oyunu
“Cee!” oyununun bir dil oyunu olduğunu biliyor muydunuz? Oyunun verdiği birinci ders, sıranın gelmesini beklemeyi öğrenmektir. Dört ile dokuz aylar arasındayken bu oyun sürekli tekrarlanır ve çocukların çoğu büyük bir ustalıkla fikri kapar. Yetişkinin sözlerini ve çıkardığı sesleri taklit ederken, “konuşma”nın aynı zamanda sıranın kendisine gelmesini beklemeyi de içerdiğini öğrenmeye başlar. Öğrenilmesi gereken başka kurallar da vardır. Seslere el hareketleri eşlik eder ve bunlar herkesin neyin kastedildiğini anlamasına yardımcı olur. Çeşitli sesler çıkartarak insanlara sizin için bir şeyler yaptırabilirsiniz. Siz “konuşurken”, onlar da buna karşılık verir. Hatta bebekler bazen neyi kastettiğinizi anlar. Bir şeyler anlatmak istercesine kıpırdanır ve kocaman bir gaz çıkarır. Dilin kullanılmasıyla ilgili bütün nedenler ve alışkanlıklar tek bir başlık altında toplanabilir: Pragmatizm. Buna sahip olmayan çocuklar ciddi dezavantajla karşı karşıyadır, çünkü bir araç olarak dili kullanmada zorluklar vardır. “Sosyal uyumsuzluğun” büyük bir kısmı bu tür anlayış yetersizliklerinden kaynaklanır. Burada bizzat sözcükler değil, sohbet oyunu önemlidir. Bu durumdaki çocuklar karşısındaki kişinin nereden “geldiği” hakkında hüküm veremez ya da başkalarının görüşlerini kendi davranışlarına nasıl yansıtacağını bilemez. Ya duruma paldır küldür müdahale eder ya da kimsenin kendisini sevmediğine üzülerek içine kapanır.
Çocuklara Dilin Amaçları Konusunda Yardımcı Olurken
Aşağıda yer alan dilin yedi amacına baktığımızda, bunların başkalarıyla karşılıklı etkileşime ne kadar bağlı olduğunu kolaylıkla görebilirsiniz:
1. Araçsal: Gereksinim ve isteklerin karşılanması.
2. Düzenleyici: Kendinin ve başkalarının davranışını kontrol etmek.
3. Karşılıklı Etkileşim: Başkalarıyla ilişki kurmak ve ilişkiyi sürdürmek.
4. Kişisel: Tercihleri ifade etmek, varlığını hissettirmek ve sorumluluk almak.
5. Öğrenme: Soru sormak ve bilgi almak.
6. Hayal Kurma: Varsaymak, hayaller ve motifler yaratmak.
7. Temsili: Başkalarını bilgilendirmek, fikrini açıklamak.
Bu dersler okul başladığında da bitmez. Dil patikalarının olgunlaşması en azından buluğ çağına ve muhtemelen daha sonrasına kadar tamamlanmış olmaz. Anne ve babalar bütün bu araçları sergileyebilir ve çocuğun onları deneyimlemesine sabır göstererek yardımcı olabilir. Bitmek tükenmek bilmeyen “Neden?” soruları bıktırıcıdır, ancak bu bir düşünce aracı olarak dilin temellerini oluşturur; entelektüel gelişmenin önemli bir aracıdır.
DİLİN İNŞA EDİLMESİNE YARDIMCI OLAN EVLERİN ÖZELLİKLERİ
a) Çocuklar büyüklerin sesini dinlemeyi sever (en azından, genellikle).
b) Çocuklar anne ve babanın dili iletişim kurmada ve problem çözmede kullandığını görür.
c) Yetişkinler harekete geçmeden önce bir şeyi “etraflıca konuşmaya” özendirir.
d) Anne ve baba ya da bakıcı çocuklarla faaliyetleri paylaşır, bunları tek tek her çocukla konuşur ve sık sık aferin der.
e) Büyükler çocuğun iletişim kurma çabalarına olumlu karşılık verir. Çocuk konuşurken dinler, sözünü kesmez ve çocuğun dili kullanma tarzında neşe duyar.
f) Aile “iyi” olmanın göstergesi olarak sessiz kalmaya ya da boyun eğmeye vurgu yapmaz. Çocukların sözcüklerle “oynamasına” ve duygularını sözlü olarak ifade etmesine imkân tanır.
g) Büyükler çocukların aile sohbetlerine katılması için imkân tanır.
h) Çocuklar yapbozla, küplerle veya başka oyuncakla oynarken neler olduğunu anlatmaya, yaptıklarını ve düşündüklerini tasvir etmeye özendirilir. (“Haydi, bana küplerden yaptığın evin nasıl göründüğünü anlat.” “Bu yapının ötekinden farkı ne?”)
ı) Çocuklar gereksinimlerinin karşılanması için sözcüklere başvurur: Sızlanmak, bağırmak ya da el kol hareketleri yapmakla çocuk istediğini elde etmez.
i) Büyükler kendi konuşmalarını çocuğun anlama yeteneğine göre uyarlar. Aynı zamanda daha gelişkin biçimleri öğretebilmek için yeni tümcelerle ifade eder ve çocuğun dilini genişletir. (Çocuk: “Yaptım”, Büyük: “Evet, yapbozu yaptın öyle değil mi? Şimdi bunu yapmak ister misin?”)
j) Dinleme becerilerini geliştiren plaklar, “konuşan” resimli kitaplar, teypler ve öteki oyuncaklar kullanılır.
k)Televizyon sohbetin yerini alamaz. Çocuklar sadece söyleneni dinlemekle kalmaz, aynı zamanda ifade ederler. Seslerin iyi ayırt edilebilmesi -fonetiğin temeli- sadece dinlemekle değil, aynı zamanda konuşmakla gelişir.
Anne mi, yoksa “Anne Figürü” mü?
Küçük yaşlarda dille ilgili araştırmalar rolüne ağırlık verilir. Peki, birincil bakıcı anne değilse nasıl olur? Bu soruya cevap vermek zordur, ancak iletişimin temellerini atan anne-çocuk ilişkisinin biyolojiye dayandığı açıktır. Demek ki, sıcak ve sevecen bir bakım yetmez. Anne ve babası sağır ve dilsiz olan sağlıklı bir çocuk, iyi bakılmasına ve sevilmesine rağmen anormal konuşuyordu ve üç yaşında düzenli terapi almaya başladı. Neyse ki kaçırdığı pek çok şeyi yeniden kazanabilecek kadar küçüktü. Buradaki mesaj şudur: Çocuğun dile muhatap olması zorunludur. Eğer çocuğunuza sürekli bir bakıcı tutmak zorundaysanız, tutarlı ve sevecen bir bakımda ve dilin geliştirilmesine ciddi özen gösterme konusunda ısrarlı olun. Zaman zaman gelecek bir bebek bakıcısı için de aynı şeyler geçerlidir. Bakıcının sağlığı ve güvenilirliği kadar gramerini, sözcük hazinesini ve sesini de sınayın. Çocuğunuzun kolayına geldiği için “sessiz kalmaya” özendirilmesine, basit konuşmayı örnek almasına ve zengin bir sözcük dağarcığından mahrum edilmesine izin vermeyin. Sohbet etmeyi ve okumayı seven, fiziksel eylemle değil sözcüklerle disiplin sağlayan birisini seçin. Aynı şekilde günlük bakım için yuva seçerken dile hakim olmayı, “olması gerekenler” listenizin başına koyun.
Şimdi size ya da çocuğunuzun bakıcısına dil öğrenmenin pragmatik temelini oluşturmaya yardımcı olacak bazı önerilerde bulunalım:
DİLİN TEMELLERİNİ ATMAK İÇİN PRATİK ÖNERİLER
a) Konuşmayı sıcak kişisel etkileşimle birleştirin. Küçük çocuklar sevecen fiziksel teması uzun tümcelerden daha iyi anlar.
b) Paylaşma ve sırayla yapma oyunları oynayın. Sohbetin yansı abuk subuk da olsa, sırayla “konuşun”.
c) “Miden nerede? Ayak parmağın nerede?” İçgüdüsel ebeveyn-çocuk oyununun bu tür örnekleri hem sözcük hem de iletişim öğretir. “Pisi pisi ne diyor?” Bu da pek sevilir.
d) Çocuğunuza ilk aylardan itibaren birisiyle konuşurken gözlerinin içine bakmayı öğretin. Bu çocukların çoğunda doğallıkla oluşur. Eğer çocuğunuz göz temasından kaçınma alışkanlığını edinmişse, çenesini hafifçe çevirin. “Gözlerime bak,” deyin ve konuşmaya devam etmeden önce göz göze gelmeyi bekleyin. Bu sorun tekrar ediyorsa profesıyonel bir değerlendirmeye gerek var demektir.
e) Çocuğunuzun sizinle “birlikte” olmasını sağlamak için “Buraya bak! ya da Gördün mü?” gibi dikkat çekici tümceler kullanın.
f) Çocuk anlam verecek kadar büyüyünce kendisini açıkça ifade etmediğini ve bunun nedenini ona anlatın. Telefonla konuşmakta olan küçük çocuklara, hattın öteki ucundaki kişinin el kol hareketlerini göremeyeceğini ya da “İşte bu” türünden sözcükleri anlamayacağını hatırlatmak gerekir.
g) Çocuğunuza, sizden yapmasını istediği şeyleri nazikçe ifade etmeyi öğrenmesinde yardımcı olun. (“Baba, hazır olunca bana yardım eder misin?” demenden hoşlandım. Benim bir şey yapmakta olmama saygı gösterdiğini düşündüm.”)
h) Söylediklerinizle çelişen bir beden diliyle çocuğunuzun kafasını karıştırmayın. Sinirli ya da üzgün olduğunuzda, bunu anlaşılır ve dürüst bir şekilde ifade edin.
ı) Büyükler ve büyük çocuklar fark etmeden kendi konuşmalarını “çocuklaştırır”. Kendinizi konuşmanızı basitleştirirken yakalarsınız, içgüdülerinize güvenin.
i) Çocuğun büyük kardeşleri varsa, onları bebekle konuşmaya teşvik edin. Ne kadar iyi öğretmenler olduklarına şaşıracaksınız. Yardımları işe yaradığında kendileriyle övünecek ve sımsıcak duygular hissedeceklerdir.
j) Çocuklar ilk başta sadece iki kişi konuşursa daha iyi öğrenir. Ancak aile sohbetleri de önemlidir. “Büyüklerin” konuşmaları kuralları öğrettiği için, çocuklar her zaman sohbetin merkezinde olmamalıdır.
k) Piyesler, bebeklerle oynamak ve kukla oynatmak çocuklara kendilerini başkalarının yerine koymada yardımcı olur. Rol değiştirme pratiği yapın. (“Şimdi sen anne olacaksın, ben de küçük oğlan.”)
1) Küçük çocuklara mesaj taşıma görevi verin. Çocuğa duyduğu şeyleri hatırlama sorumluluğunu öğretin.
m) Akranlarıyla biraraya gelmesini teşvik edin. Çocuklar dili sosyal oyunla öğrenir. Aralarındaki küçük anlaşmazlıkları giderirlerken küçük dilinizi yutabilirsiniz.
n) Çocuğunuzun size bir şey öğretmesine ya da günlük bir faaliyetle ilgili direktif vermesine izin verin. Verilen talimatı harfi harfine izleyerek söylediklerinin etkisini gösterin.
o) Küçük çocuklar dolaylı mesajları dolaylı yorumlamayı yavaş yavaş öğrenir.
ö) Sizin duyarlılığınız enformasyondan anlam çıkarma açısından da ders olacaktır. Anlam çıkarmanın gelişmesi zaman alır, çünkü ortadaki mevcut olguların ötesine gitmeyi gerektirir.
p) Her şeyden önce dil girdisini çocuk için bir zevk haline getirin. Yüksek sesle emir verircesine ya da incitici tarzda konuşan büyükleri “dinlememeyi” öğrenmiş çocukların okula başladıklarında dinleme alışkanlıkları zayıf kalabilir.
İLETİŞİMDE KİLOMETRE TAŞLARI
Her bir aşamayla ilgili yaş grupları olarak şöyledir:
Doğumdan önce: Annesinin sesindeki ses perdesi değişikliklerini fark eder.
İkinci ayda (hatta muhtemelen doğum sırasında): Annenin konuşmasına tepki verir.
Doğumdan sonra dokuzuncu aya kadar: Ağlar, gülümser, ünlü sesler çıkarır, güler, elini uzatır; verme, işaret etme ve gösterme hareketleri yapar.
İki ile üç yaş arasında: İletişimde işbirliği yapabilir. Soru sorulmasını ve cevap beklenmesini anlar, sohbet sırasını bekler. Dili farklı amaçlar için kullanabilir (bir şey elde etmek, bir şeyi aktarmak, başka şeylerle bağlantılandırmak). Olumlu tarzda söylenen basit emirlere itaat eder.
Üç yaşında: Soruyla ilgisi olan cevabı verir. Konuşurken konuları çabucak değiştirebilir.
Dört yaşında: Oyuncak telefonla konuşur gibi yapar ve cevap verilmesini “bekler”.
Üç ile beş yaş arasında: Davranışlarını kontrol etmek ya da sorun çözmek için kendi kendine konuşur.
Beş ile altı yaş arasında: Sözleri anlaşıldığında hâlâ dinleyene kızıyordur.
On yaşında: Bir konuya yoğunlaşabilir. Sohbetini dinleyene göre değiştirir. “İmalarda” bulunacak kadar dili kullanabilir. Dil kullanımıyla ilgili sosyal “kuralları” anlar.
Açıktır ki, bazı çocuklar dilin biçim ve kullanımlarını ötekilere oranla daha çabuk kavrar. Seslere tepki olarak daha aktif beyin dalgaları gösteren bebekler üç yaşına geldiklerinde sözel olarak daha gelişkin olmaya eğilimlidir; bu çocukların doğuştan daha çok dil yönelimli olabileceğini göstermektedir. Arkadaş canlısı çocuklarda dillerini daha hızlı geliştirmeye eğilimlidir. Artık çocukların, muhtemel beyin yarımkürelerinin gelişmesine bağlı olarak, farklı dil öğrenme tarzlarının bulunduğunu anlıyoruz. Atıfçı tarzdaki (referential) çocuklar sözcük ve tümceleri daha erken kullanır, daha net konuşur ve gramer biçimleriyle daha erken deneyler yapar. Daha fazla insan ya da fiziksel nesne adı kullanırlar. Çoğunluğu ilk çocuk olan ifadeci tarzdaki (expressive) çocuklar biraz daha geç konuşur. Konuşmaya başladıklarında ise yetişkinlerin konuşmalarını taklit eder ya da “lütfen” gibi sözcükler kullanırlar. Konuşmaları bir miktar anlaşılmaz, sözcükleri daha yavaş öğrenirler ve sohbetleri sosyal etkileşim ve nesneler üzerinde odaklanır. Bu tarzlar kısmen doğuştandır, ancak aynı zamanda evdeki konuşma türünü ve miktarını da yansıtırlar. Her iki tip çocuk da “normal”dir.
Çocuğunuzun konuşmayı zamanında öğrenip öğrenmediğini nereden anlayacaksınız? Bunun ilk işaretlerinden birisi, dilin doğru olarak alınması ve telaffuz edilmesidir.