Okuma süresi: 23.51 mintues

Vakit, zaman derler: (ân-ı dâim)dir:
(Zevk-i Küllî) derler: (kalb-i selîm)dir;
(Hâl) lisânı derler, sükûtlar okur,
Bakıp (ümmî) derler; onlar âlimdir.

Göz ile okunur, dudak değildir,
Bakarak dinlenir, kulak değildir;
Öyle bir yoldur ki, değil meydanda,
İrfanla yürünür, ayak değildir.

Semâda zannetme, senden sanadır,
Boşluğa değildir, O Rahmân’adır;
Adetsiz yolların, bir ucu sende,
Yürü! Gayre değil, her yol O’nadır. 

İdrâk eylediysen, hayret değildir,
Tamam eylediysen, gayret değildir;
Edeple yürüyen, oluyor vâsıl,
(Emre)! Seyrân eyle, hayrat değildir.

Zapteden: Neş’e Kayalıyük
7.11.1957 – Saat:20.00

 

“Yol” üst başlığı ile yaptığımız konuşmada sözünü ettiğimiz şeria ana nehir, ana yol anlamında kullanılır; yani hepimizin iştirak etmesi gereken yol, bütün toplumların üzerinde yürümesi gereken anayol. Ama bu anayolun içinde her birey de kendi özel yolunu yürümeli. İşte Kur’an-ı Kerim’de de yazıldığı gibi “Nefes sayısınca yol vardır Allah’a”. Bu nefes sözcüğü “nefeś, nefes, nefs” anlamındadır aynı zamanda; yani her kişilik kendisi yoldur. Bir anayol var, ondan gayrı özel, ruhsal yürünecek yol her insan için orijinaldir, başkasının yolunu yürüyemez; “Semâda zannetme, senden sanadır.” Bütün doğuş çok güzel, ama hemen bir duyuşta insan onu belleğine yazamıyor, kalbine yazamıyor kuşkusuz. Fakat ısrarla altı çizilecek olan şey, geçen konuşmamızın konusu ile ilgili; “yol”.

Tarik; yol, yordam, yöntem gökyüzünde bir yerlerde, başka bir yerlerde değil. Gidip, aranılacak, bulunacak bir yol yok ama bu yolun bir başlangıcı olması gerekir ki yürüyelim. O başlangıç “senden sana” dediği için başlangıç sende. Dışarda herhangi bir ereği, hedefi olmayan yoldan söz ediyoruz. Kaynağı yolu yürümek isteyende, talipte. Varışı, vuslatı da matlûb olan, o talibin öz varlığında. Hüve olan varlığında. Bu nedenle “adetsiz yolların bir ucu sende” diyor. Ve sûreta insan, beşer kılığından insan olmaya gidebilmesi için bu kendinde olan, bir ucu kendinde olan ipe; habl-ül metin’e sarılması lazım. O, onu götürecektir. Buna sırât-ı müstakim diyoruz yani bir tohumun kendisine açık olgun bir meyve ve içinde tekrar tohum olma olabilme olanağını, sürecini, processini anlamamız gerekir. Kendinde kendisini açıyor ve kendisini yine kendinde nokta olarak buluyor anlamındadır bu. O halde her birey kendini bulma özlemi içindedir, vatan hasreti içindedir. Bu bir vatandır, yurttur, insanın öz yurdudur. Ve insan öz yurdundan uzağa düşmüştür, yabancılaşmıştır, alienationa uğramıştır. Çölde kaybolmuş bir insan gibi yolunu bulamamaktadır. Bu yolu dışarıda aradığı için bulamamaktadır ama ola ki kapıyı çalarak yorulup kendi içine döner ve içinde önce karanlık bir kuyu, sonra bu kuyuda bir ışık ve o ışıkta bir yol bulursa kendisinden kendisine seyahat edebilir. Buna hem seyahati hem temâşâyı, gözlemeyi içeren bir terim olarak seyr-i sülûk diyoruz. Sâlik kendinden kendine seyr eder. Peki, nasıl bir şey bu, kendi kendine özdeş, eşit bir sözcük mü? Hayır. Kendi görünür varlığından, görünmeyen ruhsal varlığına seyahat eder, ta ki ruhsal buluşma gerçekleşene kadar. Eğer gerçekleşirse o zaman tevhid olur.

Tevhid dediğimiz zaman, birleme, birliğe getirme, ayrıları, ayrılıkları birlikte eritme gibi sözcüklerle bu karşılanabilir. Ama “nasıl yapılır, niçin yapılır ve yapmamızı gerektiren amaç nedir?” i bilmeden bu sadece bir tevatür, bir anlatı, bir söylem olarak kalır. O nedenle tasavvuf bir bilgi işi, sadece bilgilenme işi değildir. Bunu fiillerimiz üzerinden hayata geçirmek ve kendimizi “dönüştürerek”, değiştirerek değil dönüştürerek, ereğe doğru, gayeye doğru bir iç seyahati tamamlarken dış dünyada da bunu paylaşarak rızayla bir rıza toplumu oluşturmayı amaçlar. Dolayısıyla çok gerçekçi, hakîkî, yaşamla ilgili ve hakîkatleri bilindiği zaman kimsenin vazgeçemeyeceği bir öğreti olarak karşımıza çıkar. Zihinsel bir öğreti değildir, o nedenle yol gösterilirken fiillerinin insana talim ettirilmesi îcab eder.

Toplum için tevhid ilkesi; Adalet,

Birey için tevhid ilkesi; İtidāldir.

Peygamberler var Kur’an-ı Kerim’de biliyorsunuz, bu peygamberlerin her biri bir olayla yahut da işle tanınırlar. Bu, Fusûsu’l-Hikem’de çok güzel incelenmiştir ama Fusûsu’l-Hikem’le sınırlı değildir, orada bir açıdan bakılmıştır; başka açılardan, farklı nitelikler üzerinden yeniden oluşturulmalıdır. Keşke bu gelenek, şerh geleneğini aşıp tekrar yaratı geleneğine, yeniden üretme geleneğine dönüşmüş olsaydı, bu peygamberler için, şimdiki zamanın ruhuna göre çok daha nitelikli şeyleri söylemek olanağı olacaktı.

Çeşitli peygamberleri, çeşitli tanrısal sıfatlarla anar Kur’an. Ama “muvahhid” sözcüğünü, İbrahim Peygambere atfeder; “o muvahhid idi, o tek başına bir ümmetti”. “Ümmet” demek tâbi olan insanlar; bir resûl vardır, o resûle iman edenler o resûlün ümmetidir, onu takip ediyorlar. Resûl onların önderidir, imamıdır; onlar da onun cemaatidir, bir cemiyettirler. Bir cemaat hukuk yoluyla cemiyete dönüşür ve sorumlu kılınır. “Cemaat” bir duygu birliğidir; “Cemiyet” bir hukuksal birliktir. “Toplum” dediğimiz, hukuk altında olur. Şeriatsız toplum oluşamadığı yani hukuksuz toplum oluşamadığı için, “şeriatın üstünlüğü esastır” diye söylenir. Dolayısıyla burada hiçbir zaman bir tarihte Arap Yarımadasında veya daha sonra Osmanlı ya da Selçuklu döneminde, bir dönem uygulanan bir kanunlar manzumesini kastetmiyorlar. Bunlar “zamanın değişmesiyle değiştirilmelidir” diyorlar; ahkâm zamanla değiştirilir ama değişmeyecek olan nedir? İlâhî isim… O zaman şerianın, anayolun aslı, tevhid ilkesi “adalettir”. “Şeriat” adalet demek, sonrasında şeraite göre, koşullara göre bu adaletin her defasında yeniden üretilmesi gerekiyor. Çünkü “Allah Hayy’dır, Kayyum’dur” yani her an diridir ve her an seninledir. Allah, fiilini doğa ve insandan tezahür ettirir, senin fiilinle sana karışır; sen dilersin, o yaratır. Senin kendi fiilin ama sen ispat edebiliyor musun onun ismini? “Allah ādildir”, şimdi ben bu sözü zihinsel olarak söyledim ama yaşamımda, tekil bireyselliğimde tevhid üzere olmam için îtidāl üzere olmam lazım, yani adalet ilkesinin bireyselliği îtidāldir; ılımlılık, orta yoldur.

Ama ben öfkeme, üzüntüme yenilebilirim ya da sevince gark olabilirim, bu dalgalanmanın içindedir bir sûfî, bir mutasavvıf, o bilir bu cemâl-celâl dalgalanmalarının, çalkantılarının içinde kendine yol bulabileceğini. Değişim enerjisine ihtiyacı vardır. Bu değişim enerjisi, tevhid enerjisi, muvahhid olma enerjisi başlangıçta bir ilgidir kuşkusuz, ondan sonra bir ilişkidir ve bu ilişkinin belirli safhalarda isimleri vardır. Bunun nihai safhasına, –nihai derken, nihai dönüşüm anlamında, yani bekābillâha geçme aşamasındaki safhasına–  “aşk” denmiştir. Aşk dediğimizde burada bizim, tabii ki bütün eşyanın birbirine tutulması, çekilmesi, cazibesi dâhil bunun içine, tabii ki kadın erkek sevdası dâhil bunun içine, tabii ki anne-baba sevgisi dâhil bunun içine kuşku yok; ama burada tevhid ilkesi olarak aşk, nihai dönüşümde insanın benliğinin yanıp kül olması içindir. Yani egoyu yakan aşktır, eğer egonun odunları yanıp kül olmuşsa artık aşk diye bir şey yok, bekābillâha geçmiştir. Aşk bir çalkantıdır. Şimdi biz aşk aşk derken hoşumuza gidiyor, mutasavvıf ise aşkta kalmayı yolda kalmak olarak söyler, diyor ki; “aşkta çakılıp kalma, bekāya gel bekāya”. Bekāya gelmek, kalıcılığa gelmek. Değişimler bitsin artık, nihai noktaya gel, — bu nihai noktası özsel olarak insanın vatanıdır ve hasretini çektiği odur. Yani insan, doğduğunda büründüğü biyolojik hayatından, varlık bütünlüğünü yani asıl kaynağı olan ruhunu özler. Çünkü daha sonra dünyevî yaşama çıktığında parçalanmaktadır bu benlik. Değişik ilgiler, değişik sahiplenmeler kendi benliğini, kendisine unutturur ve o tevhidi yani benlik birliğini arar.

Şimdi, “modern dünyada bu dinsel anlatımlara ihtiyaç var mı, ne gereği var? Artık zaten psikoloji var, psikiyatri var. Bilimler, gelişmiş yeni model imkânlarımız var elimizde, yani bu din artık miadını doldurmadı mı?” Genel olarak modern insanın sorusu bu; haklı bir soru, çünkü din diye bir kültürü görüyor, o kültürü din zannediyor. O kültür, belli gelenekler, belli örf-âdetler… Bu Hintli olabilir, Arap olabilir, Türk olabilir; hiçbirinin birbirine üstünlüğü yok, her biri bir kültür neticede. Ama onu din zannederek “Artık bunlar tortu ve bunlar günümüze ayak uyduramayan görüşler, bunları ne yapalım!” şeklinde yapılan eleştiriler haklıdır. Haksız olan, dinin aslını araştırmamaktır ama dinin aslını, dinin hakîkî anlamda ne olduğunu araştırmak her bireyin kendi görevidir, yapmalıdır. Kimse mecbur değildir gidip ona vermeye, yani “gel bana öğret, kimse bana öğretmiyor.” diyor. Öğretmeyecek; öyle bir şey yok ki. Kimse senden sorumlu değil, sen senden sorumlusun. O halde sen sana verilmişsen, sen sende seni bulmalısın. Anadolu’da bunu çok basite indirgemişler; “aklını başına topla”. Tevhid bu kadar basit, “Aklını başına topla”.

Tevhid’e ilmî bakış

Tevhid temelde ikiye ayrılır, sonra bine, binbire kadar gider. Temelde ikiye ayrılır; yani ilmî tevhid, hâlî tevhid. İlmî tevhid, varlık bir’miş. İşte bunun ispatı; mantıksal çıkarımlar, kavramlar, felsefî bir tasarım ve varlık bir. Tek bir varlık; artık bunu zaten tartışmaya gerek kalmadı, çünkü fizik bunu kanıtladı. Einstein’ın ünlü formülü enerjinin dönüşümsel birliğini, yani mass(madde) ile ışığın yani hareketin çarpımının kütleye denk olduğunu anlattı. Ne demek bu? Bütün bu varoluş birbirinden bağımsız enerjiler değilmiş, hepsi birbirine dönüşebilir bir vahdet içindeymiş. Vahdet artık fiziki bir kanun, bunu oturup da acaba öyle midir, varlık birlik mi filan demeye lüzum yok ama bu bize ilim verir, ilmî bir şey biliriz. Vahdet-i Vücûd ilmîdir, hâlî değildir, onun için sûfîler yani bu işi deneyimsel olarak yaşayan insanlar bu tür ilmi şeylere karşı durmazlar ama yetmez derler, derler ki “İlm-i hâl her şeyden önce gelir, ilim sonra”. İsmail Emre’nin bir sözü var gene, onu anımsadım: “Evvelâ hâl gerek neylesin ilim.” Hâlde gerçekleştirmek. Bu hâl sahası kâlb sahasıdır, akıl sahası değildir, beyin de değildir.

Kālb dediğimiz yürek değil tabii, kelimenin kökü inkılâb, tekallüb, kālb yani hâlden hâle dönüşerek bilmenin adıdır bu.  Müşâhede deriz ona, nefsimizde bilmek demek bu, yani diyoruz ki; “Allah iyiliği tavsiye eder”, fiilî bir durumdan söz ediyoruz. O hâle bürünürsen bildin, yani bir iyiliğin fiilini yaptığın zaman sende oluşturduğu o iyi duygu, o sevinç sana tevhid olarak, fiillerinin tevhidi olarak geri döner ve ahiretinde geri döndüğünde seni iyilik varlığı haline getirdiği için, var olarak bildin, zihinsel değil.

Şimdi ilmî tevhid, hâlî tevhid diye en genelde ayırabiliriz ama tevhid sözcüğünün kavramsal bireşeni nedir? Tevhid birlikse, bunun şuurda dil üzerinden, bilinç için kavramlaştırılması “kurgul” demektir. Bileşim değil, birleşik değil, “bireşim”. Tevhid, bireşim, bir ilkenin onun, o ilkenin altındaki farklılıklarını birliğe getirici olmasıdır ama o ilke hiçbir zaman içkin değil, aşkındır. Her olay ve olguya aşkın, transandant olduğu zaman ancak olabilir. O halde Allah aşkındır, ulvîdir, ʽulüvvdur, gösterilemez. Gösterilemez çünkü aşkınlıktır. İşte tevhid ilkesi aşkınlık ilkesidir, farklılıkları ancak böyle cem edebiliriz.

Tevhid kavramının bireşimi ikili birliktir; birisi tenzih, birisi teşbih. Bir de tesbih vardır, “tesbih”, tenzih ile teşbih arasında gidip gelmeye denir, yani yörünge, bir yörüngede yüzmek. Mesela Kur’an-ı Kerim’de var; “Ay, tesbih eder” diyor veya “bütün varlıklar Allah’ı tesbih eder ama siz bunu duyamazsınız” diyor. Tesbih (Sübbûh) kelime anlamıyla; yüzmek, bir yörüngede gitmek demek. Şeria gibi değil; şeria akıp gidiyor, bir nehir. Bu döngü yani yörünge sözü, bir çemberi söyler bize. Çıktığı noktaya dönmeli, çıktığı noktaya dönerse o tesbihtir.

Şimdi bu tesbih içinde iki kavram var: tenzih ve teşbih. Namazlardan sonra 33’lük veya 99’luk tesbih kullanımı gelenekseldir. 33 ise eğer, birincide sübhânallah, yani tenzihi tesbih ediyoruz. Sonra elhamdülillâh, teşbihi tesbih ediyoruz. Sonra Allahu ekber, tevhidi tesbih ediyoruz.

Bu orijinal kelimeler Türkçede ne demek? Tenzih, münezzeh, tenezzehe sözcüğü temizlemek, temizlik ama hangi anlamda? Immanuel Kant’ın aydınlanma dönemi için yazdığı kitapta “aufklärung” dediği, hani şu İngilizcesi “clear” olan temizlik. Nereye aittir “aufklärung”? Immanuel Kant bunu niçin söylemişti? Dedi ki; “insanlar zihinlerini boş inançlardan temizlemelidir” yani ne yapacağız, neyi temizleyeceğiz? Boş inançları temizleyin. Kavrayamadığınız, deneyimleyemediğiniz hiçbir şeyi artık inancınızda taşımayın, atın. Tenzih de bu. Tenzih etmek aklî bir şeydir, aklın temizlenmesiyle alâkalıdır. Hakîkaten yine “boş inançlardan temizleme” anlamında kullanılır, buna sübhânallah denir. Yani “sübhânallah”; “Allah şuna benzemez, buna benzemez, bu zannettiğin değildir, şu zannettiğin değildir” diyor. Yani bir şeyi ilahlaştırmaya yöneldiğinde ona tapınıyorsun ama sorgulamıyorsun herhangi bir insanı veya kendi nefsini. Bundan kurtulmalısın; lâ ilâhe. Peki, ne yapmalıyım? Adalet. Adalet tevhid ilkesidir yani denge ilkesidir. Adalet demek, bir şeyin hak ettiği yerde bulunması demektir. Bu yüzden evliyâullaha “hareket” için sorulmuştur, hareket nedir? “Hakk hareket demek” ve “sükûn yoktur” der bütün mutasavvıflar, bütün mutasavvıf ve sûfîler, hepsi; “sükûn yoktur, daima hareket vardır” derler. Hakk üzereyiz demek, hareket ve enerji var sürekli, demektir. Buna “celâl” denir.

Peki, o zaman bu “sükûn” ne demektir? Sükûn hareketlerin harmonisidir, hareketsizlik demek değildir. Bu harmoniye “cemâl” denir. Her hareket kendi sükûnunu arıyor, yani bütün ile olan uyumunu. Şu anlamda topluma taşıyacağım onu şimdi; şeria adalet demektir, kanun demek değildir. Adalet de toplumun bireylerinin hak edişlerinin, hak ettikleri hakların karşılıklarını alabilmelerini belirleyen ilkedir ve tecellisini toplumda bulur. Birlik demek bu anlamda, hak edişlerin, hakların verildiği bir birlik. Bu görünmezdir, aşkındır. Adalet aşkınlıktadır ama görünür olanları birliğe getirir. Bir nevi, büyük bir orkestranın sound’u gibi. Orkestrayı düşünün, tam bir tevhid ilkesidir. Bir filarmoni orkestrasında aşağı yukarı 110 civarında enstrüman var ve bu enstrümanların her biri bir bölümü çalıyor, bütünü değil. Hakkı geldiği zaman hakkını yerine getiriyor ve sonra her birinin o farklılıkları sound olarak cem oluyor; cami’. Cami’, o görünmez sound’un adı. O tek tek enstrümanlar kullar gibidir; Allah’a kul, sound’un kulları. Onlar o sound’a hakkıyla kulluk ettikleri ölçüde o sound parlıyor. Ruh böyle bir şey; görünmüyor ama herkesin hakkıyla katkısıyla ortaya çıkan büyük bir tesir gücü var. Toplumlar da böyledir. Bir topluluk toplum olabilmesi için adalet ilkesini hayata geçirmesi lazım, faaliyete geçirmesi lazım. O zaman bu bir harmoni, bir toplumsal harmonidir; nizâm-ı âlem.

Adalet, ilâhî isim yani soyut evrensel olarak ilâhî şeriattır. Onun koşullara yani şeraite göre uygulanması beşerî şeriat yani beşerî hukuktur.

Toplumda sevgi birlik ilkesi değildir; sevgi ‘topluluk’ta birlik ilkesidir. Adalet sevginin olmadığı yerde sevgi yerine ikame edilir ve zorlayıcıdır.  Toplumda şeria esastır, anayol esastır, o da adalet’dir. Adalet bütün toplumları birliğe getirebilir. Tevhidin toplumsal ilkesinin beşerî karşılığı kozmopolitan olmak demektir, yani bir dünya devleti tasarımı umulur ki vahdet-i vücûd olarak geleceğimizdir, insanlığın bir geleceği varsa. Tüm dünyanın bir toplum olması, tek bir dünya devleti; bir ülkü olanaklılığıdır bu.  Bu gayeye yönelik yapıp etmelerimizi, diğer toplumlarla olan ilişkilerimizi, bireylerle olan ilişkilerimizi, bu gayeye, bu tevhid ilkesine bağlı yaparsak her fiilimiz ibadet olur. İbadet buna deniyor, o zaman âbid oluruz. O şeyi hakkıyla, enstrümanla yapınca partisyonu bir araya getirmiş oluruz.

Vahdet

Şimdi size vahdetin dört mertebesinden de söz edeyim;

Vahdet-i Şühûd, Vahdet-i Kusûd, Vahdet-i Mevcûd, Vahdet-i Vücûd

Yani şühûd, kusûd, mevcûd, vücûd terimleri vahdet için kullanılmış, vahdet birlik; şühûdun birliği. Şühûd nedir? Şehid oldum, ne demek şehid oldum? Öldüm. Şahitlik. Şahit olmuş. Bir şeye şahit olmuş o, onun için onu kutsuyor, diyor ki; “Bir şeye şahid oldum.” yani ölümün olmadığına şahit oldu. Onun için onu kutsuyor, ölüme şahitlik ölümün olmadığını gösterir ama buradaki şahitlik müşâhede terimidir, bu müşâhede ancak insanın nefsinde olur. Dolayısıyla iki türlü müşâhede vardır. Bir tanesi, dış dünyadan duyular yoluyla algıda birlik ki buna “zihin” diyoruz, bu da tevhiddir. Dolayısıyla zihinsel bir dünyamız vardır, algıladığımız imgeleri bir arada tutarsa, buna “hayal” diyoruz. Demek hayalde de bir tevhid var, birliğe getirmek yani. Sinema bir tevhiddir, sinemanın başından sonuna görsel bir bütünlüğü vardır. İşte o tevhid ilkesiyle olduğu için, o sinemayı imgesel bir bütünlük olarak, bir hayal dünyası olarak algılarız; algıda birlik.

Vahdet-i şühûd dediğimiz zaman, ilahi isimlerin yani evrensel ideaların eylemlerimizle nefsimizde tezahür etmesini anlıyoruz. Eylemlerimizden doğan, eylemlerimizin ahiretinde nefsimizde tecelli eden hallerde görünen ilahi isimleri; evrensel ideaları kastediyoruz; yani iyilik, fiilleri sonunda sevince dönüşüyorsa, ahireti buysa ve ben onu müşâhede ediyorsam, şefkat çıkıyorsa benden, artık şefkati müşâhede ediyorsam nefsimde, diyorum ki; “Allah şahittir, başka şahide ihtiyacım yok”. Nefsimde, “men arefe nefseh”; nefsimde gördüm. Bunu yaparsam böyle güzellikler çıkıyor, şunu yaparsam böyle kötülükler çıkıyor, bunu gördüm, buna şahidim ben. Bu şahide başka şahid gerekmez.

Vahdet-i kusûd ilginçtir, bu toplumsaldır. Vahdet-i şühûd bireye aittir, nefse aittir, eylemlerinin nihayetini kendinde seyretmek. Vahdet-i kusûd demek, kasd’ın birliği, gaye birliği demektir. Gaye, kasıt, aynı kelime, aynı anlamda kullanıyoruz; toplumun kıblesi. Toplumun birliğini sağlayacak olan şey vahdet-i kusûd’dur ve kıblemiz bir olursa toplum haline gelebiliriz. Bu toplumsal tevhid ilkesi olarak adalettir, kıblemiz adalet. Adaleti istemeliyiz, adaletsizliğe boyun eğmemeliyiz. Adaletin gerçekleştirilmesi her şeyden önce adalet istemini gerektirir, irademiz adalet doğru olmalıdır.

Allah’ın her ismi tevhid için bir ilkedir, hayata geçirilmelidir. Bu vahdet-i kusûd.

Şimdi vahdet-i şühûda ‘şahid’ dedik. Vahdet-i kusûd’a ne diyeceğiz? Gaye birliğinde, adalet istemede ona “Hakk” diyeceğiz yani vahdet-i kusud üzere olanlar, Hakk’ta tevhid oldular. Vahdet-i şühûd üzere olanlar men aref; nefsi bilmede tevhid oldular.

Vahdet-i mevcûd ise ilmî değildir, eylemseldir. Tüm yapıp etmeleri hayr ilkesine bağlı olarak gerçekleştirmektir. Vahdet-i mevcûd’dan söz etmek demek, mevcudun birliğinden söz etmek demektir, bu da mülkiyetle alakalıdır, orada mâlik ismi tecelli eder, Allah’ın mâlik esması tecelli eder.

İnsan, fıtratında ve fütûhatında tevhid üzere yaratılmıştır. İnsan fıtratla fütûhatın birliği olarak insandır. Fıtrat, yeteneklerimiz demek. Bunlar gömülüdür, meknuz’dur yani; “Küntü kenzen mahfîyen; gizli bir hazinen var” diyor Cenâb-ı Hakk, “küntü kenzen mahfiyen” hadîs-i kutsîsi üzerinden. Ben bir gizli hazineydim; hazine sandığınız nerede acaba? diyor ki; “sûretimde bir varlık yarattım, ruhumdan da üfledim”, bakın tevhid… Tevhid noktası insan. “Ruhu ruhumdur, sûreti suretim” diyor.

Fıtrat, yeteneklerimiz; fütûhat ikincisi. Fıtratla fütûhatın birliği insandır.

Fütûhat Fâtiha, onun için Fâtiha Sûresi insan-ı kâmil sûresidir. “Hu ve Allah”ın birliğini anlatan sûredir; “İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn”. İkili birliktir, Rab ile merbub bir bütündür, ilâh ile me’luh bir bütün. Bakın, Allah sözü, kulun karşılığında olan bir söz değil, kulun karşılığı ilâh’dır. “İlâhun vâhid”, her kulun üzerinde Allah’ın bir ismi ilâhtır, Rabb’dır, yani bir nitelik, bir vasıf dominanttır hayatımızda, egemendir. Buna “Esma-i has” derler, kabiliyetimizdir o bizim, o kabiliyet bize verilmiştir, verilidir. Biz onu bulduk, onu biz kendimiz yaratmadık ama onunla iş yapacağız. O iş kendimiziz, o halde fıtratımız gömülü olarak bizde var. Zikirle yani pratikle onu ortaya çıkartabiliriz. Pratik yaparsak, gömülü yeteneklerimiz harekete geçer. Müzisyen mi olacaksın? Çokça pratik yapmak zorundasın, çokça; ta ki Rabb’in razı oluncaya kadar. Rabb’i razı ettiğin zaman ıslık çalarak Mozart çalarsın. Ondan evvel öyle değil ama; piyano seni çalar, sonra sen piyanoyu çalarsın gene sanat yoktur; vahiy gelmiyor sana, ilham gelmiyor. Ne zaman? Ne zaman inspiration (ilham) başlıyor, ustalık var, virtüozite var. Enstrümana hâkimsin, başlıyor o enstrümanın icrasından doğan bir inspirasyon, içerden birtakım ilham perileri harekete geçiriyor seni. İşte o zaman, o bütünlük tevhiddir. Bunu üçleme içinde anlatayım size.

Tevhîd-i Ef’âl, Tevhîd-i Sıfat, Tevhîd-i Zât

Tevhid, üç temel ilkeyle bütün bu anlattıklarımıza tezahür eder. Seyr-i sülûka ilk girenlere verilen şey Tevhîd-i Ef’âl’dir. Tevhîd-i Ef’âl mürşitlerce verilir, mürşit senin hayatını senin için yaşayamaz, senin yapacaklarını o senin için yapamaz, yani mürşit sana hiçbir şey yapamaz. Tevhîd-i Ef’âl ilkesi şu; “Buyur, yapıyorsan sonuçlarını şöyle alacaksın, yapmıyorsan da sen bilirsin. Ben senin için bir şey yapamayacağım, yapamam”. İrşad böyle bir şeydir. “Gel seni cennete götüreceğim, sen merak etme” falan, öyle yalan yok. Sen fiillerinden doğacaksın çünkü. Tevhîd-i Ef’âl. Birinci nokta bu. Nokta tevhiddir. “ﺐ(B)’nin altındaki noktayım,” tevhid noktasıdır, merkezdeyim demektir bu, “Merkez efendi oldum, ben merkezdeyim”.

Tevhîd-i Sıfat sonra verilir. Tevhîd-i Ef’âl tamam olunca, Tevhîd-i Sıfat verilir terbiyede; ve tevhîd-i sıfat üzere çalışırsınız, ikinci nokta. O tamam olunca Tevhîd-i Zât verilir, tevhîd-i Zât’ı mürşid de veremez. Mürşidler tevhîd-i ef’âl, tevhîd-i sıfat verirler. Tevhîd-i Zât, ehadiyet sırrıdır o, o bizzat sahibinden; “Çekil aradan, kalsın Yaradan”.

Kur’an-ı Kerim’de “ayn(ﻉ), sîn(ﺲ), kaf(ﻖ)” diye huruf-u mukatta’ vardır. Ayn, âlî, yüce demek. Ayn. Sîn, Yâsin Sûresi’ndeki sîn’dir o. Kaf, kafa. Kaf harfinin üzerinde iki tane nokta var; kafa demek. “Ayn” ulvî olan, yüce olan (Âlî). “Sin”, sîne, insan sînesi. “Kaf” kafa. Üç harf. Üç organ. İnsanın üç yeteneği. Ama üç harf, iki nokta. Ayn, aynı zamanda göz demek. Âlî demek ama aynı zamanda göz demek. Sîn, sine. Kaf da kafa. Göz ilmin kapısı, ilmin şehri içeride burada, kafada. Bir de sîne var, duygu âlemi, “Sîne püryan olmak” dediğimiz.

Asıl olan şu; üç harf yeteneklerimizde vardır. Kesbî (kazanılmış) değildirler, vehbî (verilmiş) de değildirler, fıtrî’dirler, üç harf fıtrî.

Şimdi, amel bizim amelimiz, gayemiz tevhide gelmek. “Tevhide gel tevhide / zikret Hakk’ı her yerde / kalksın aradan perde / insan olayım dersen.” Nasıl yapacağım? Tevhîd-i Ef’âl üzere ol, yani ne yapıyorsan yap ama tüm işlerinde niyetin hayr olsun. Hayr; iyilik. Bu niyetle ne yaparsan yap, ibadettir. Tevhîd-i Ef’âl bu. Bir noktayı koyduk. Neyin üzerine? Sîn harfinin üzerine. Sin harfi şöyledir; üç çentikli(ﺲ). Yani Se harfiyle bunu anlatamayacağız, Sin harfinde üç kollu şamdan var, üç kollu ama alevleri yok, şamdanları uyandırmamız gerekiyor. Tevhîd-i Ef’âl üzere olan, iyilikle, niyetinde hep iyilik olarak işlerini görüyorsa bir insan; ibadettir ama hata yapabilir, yanlış yapabilir, hakkı var. Tövbe hakkımız var ama yalan yapamaz, yalan bu ateşi söndürüyor. Tevhidin karşıtı şirktir, ihlasın karşıtı yalandır. O nedenle, ihlas üzere olanlar tevhid üzeredir zaten. İslâm üzere olan, barış üzere olan, tevhid üzeredir. Demek ki bu iyilik sonuçta varlık vermek demektir. “İyilik” varlık vermek demek. Her şeye varlık vermek, bu tevhid noktasına fiillerimizi noktalar.

Tevhîd-i Sıfat ilimdir. İlim ve onun ilkesi de doğruluk ilkesidir. İlmi doğruluk ilkesi üzerinden yapan bir insan, ikinci noktayı koymuştur, Tevhîd-i Sıfat üzeredir.

Tevhîd-i Zât mümkün müdür? Çünkü ayrılıkları birliğe getirmeye tevhid diyoruz. Zât, ayrı değil ki, nasıl birliğe getireceğiz? Evet, hakîkaten vahdet-i vücûd mümkün mü? İlmî olarak anlatıyoruz ama Vücûd zaten tek. Birleştireceğimiz bir şey yok, o zaman efelâ tezekkerûn (eğer hatırlıyorsan); öyle ama sen unuttun, hatırlıyor musun? İşte bu ‘Hatırlıyor musun?’a gelmemiz gerekir; nasıl?

Zâtını nasıl hatırlarsın, kendi zâtını hatırlayacaksın. “Sen zâtını unuttun” diyor. Tevhîd-i Zât, Zât’ın tezekkürü üzerindendir; zikri, hatırlanması üzerindendir. İnsana kendi öz varlığını hatırlatan tek bir eylem vardır. Tek, ikincisi yok; sevgi. Tevhîd-i Zât da bu.

O zaman “sin”, olur “şin(ﺶ)”. “Ayn(ﻉ), şin(ﺶ), kaf(ﻖ)” okunur artık; Aşk… Aşk olsun…


* Bu yazı, 25 Şubat 2017 tarihinde, 9. Uluslararası 360 Dereceden Aşk Festivali’nde Metin Bobaroğlu’nun yaptığı konuşmadan alıntılanmıştır.

Metin Bobaroğlu
+ Son Yazılar