İnsan, kendisiyle ve çevresiyle ilişkisini bilinçli olarak gerçekleştirir. Bu bilinçlilik, hem çevre hem de denetimi içerir. İnsan burada, kendisine en yakın doğa varlığı olan hayvandan özgül bir ayrıma uğrar. Hayvanlar çevrelerinin bilincindedirler, ancak edilgin olarak, insan, çevresinin bilincinde olduğu gibi kendisinin de bilincindedir. İnsan, ben bilinci olan biricik varlıktır; bu onu doğanın öznesi yapar.
“Hayvan, kendi yaşam etkinliğiyle dolaysızca özdeştir; kendini yaşam etkinliğinden ayırdedemez. İnsan ise, yaşam etkinliğini, bilincinin ve isteminin nesnesi yapar.”(2)
İnsan yalnızca bir doğa varlığı değildir. O, bunun yanında bir toplum varlığıdır da. Bilinci de, yalnızca doğal çevresiyle arasındaki ilişkileri değil, aynı zamanda toplumsal ilişkilerin imgesini de içerir.
“İnsan dış dünyayı etkileyip değiştirirken, aynı zamanda, kendi doğasını da değiştirir; kendindeki uyuklayan güçleri geliştirir.”(3)
İnsan kendi doğasını değiştirebilmekle, doğal kaderini eline almıştır. Böylece insan bir tarih varlığı olur çıkar. Hayvanlar çevrelerine uyum sağlarlar, ama çevrelerini değiştiremezler. İnsan her çevrede yaşamayı başarabilir. Uygun koşulları bulamazsa, uygun koşulları oluşturur. İnsan çevresini değiştirmek için araç kullanır. Araç aynı zamanda insanı değiştirir ve yetenekli kılar. Bir aracın hangi amaçla kullanılacağı belli bir bilinci gerektirir. Dolayısıyla insan, bilinçli-amaçlı bir etkinlik varlığı, eş deyişle bir eylem varlığıdır.
Amaç, geleceğin tasarımıdır ve insan yaşamına anlam verir. Tasarım, bilinçte imge olarak belirir. İmge, nesnel ve öznel süreçlerin bir gösterimi olarak bilince yansır. Nesneden gelen nitelikler ve görünüşler, öznenin istem ve amacıyla birlikte imge de içerir. Böylece insan doğayı yeniden üretirken ona insansal bir özellik katar ve onu bir ekin varlığı kılar. Tarih akışı içinde insan, doğa nesneleri ortamından, giderek daha çok ekin nesneleri ortamına doğru bir yaşam kurar. Başka bir deyişle, hazır bulduğunda değil, ürettiğinde yaşar. Bu yaşam, insan emeğiyle yoğrulmuş bir yaşamdır.
İnsan, çevresini etkileyip değiştirirken ve ona amaç ve istemine göre biçim verirken, iş bölümüne ve işbirliğine gereksinim duyar. Eğer, iletişim ve bildirişim yoksa bu olanaksızdır. İşte dilin zorunluluğu bu gereksinimden doğmuştur. Belli bir işin başarılabilmesi, onunla ilgili araçların kullanımındaki işbirliğinin gerçekleşebilmesi, ortaklaşa imgelerin oluşturulmasını ve paylaşılmasını gerekli kılar. Bu ise dilin toplumsal olduğunu gösterir.
Bir dil önermelerden örülüdür. Dil içinde anlamlı en küçük birim ise “sözcük”tür. Sözcükler, duyularla algılanmış dış dünyanın genelleştirilmiş bir yansımasını dile getirir. Birey toplum içinde ne ise, sözcük de dil içinde odur. Her sözcük, içinde bulunduğu dile anlam ve mantık bağıyla bağlıdır. Sözcükler mantıksal düzene sokularak tümceler oluşturulur.
Dil bilincin zorunlu gerecidir. Dil olmaksızın bilinçten söz etmek olanaksızdır. İnsan dünyayı dilinde üretirken, kendini de insan (bilinçli varlık) olarak dil yoluyla var eder. Bunun için insanın anlamlı dünyası diliyle sınırlıdır. Ancak, dil üretilebilir, geliştirilebilir. Buna bağlı olarak da insanın anlamlı dünyası gelişir.
“Başlangıçta söz vardı.”(4)
İnsan, doğanın, toplumun ve dilin içine doğar. Onları hazır bulur. Bebeklik dönemi “duyumsama”dan algıya doğru bir gelişme gösterir ve ilk sözcük dile geldiğinde, artık bebek nitel değişime uğrayarak çocuk olur. Çocuklar konuşmaya başladığında, kavram oluşturma sürecine de girerler. Araya dil girince, insan kendini çevresinden ayırt etmeye ve benliğinin ayırdına varmaya başlar.
Algı yinelemeleri ve birikimleri, birden nitel bir dönüşümle kavramları oluşturur. Kavramlar nesnelerin duyusal algıdaki dış görünüşleri, dış ilişkileri yanında, nesnelerin özünü, bütünselliğini ve iç ilişkilerini kavrar. Kavramsal düşünce, algısal bilgiden ussal bilgiye geçişin yoludur. Ussal bilgiye geçiş, bir çözümleme ve bireyin işlemi süresinde gerçekleşir, karşılıklı olarak kavram üreten bilinçte değişime uğrar ve anlıksal yapıdan ussal yapıya dönüşür.
Bir nesnenin özünü bilince yansıtabilmek, bir olguyu oluşturan yasaları ortaya çıkarmak için, bir kavramlar ve kuramlar dizgisi oluşturmak gerekmektedir. Bir olgudan başka bir olguya ve dıştan içe doğru ilerleyerek kavram oluşturmak, aynı zamanda kavramın bağlamım, kuramsal öbeğini oluşturmayı da beraberinde getirir. Bir dilin bu düzeye yükseltilmesi, onun bilim, sanat ve felsefe dili olarak kullanılmasını olanaklı kılar.
Algısal bilgi düzeyi, ussal olana geridir. Çünkü, yalnızca duyu verilerini kavrar ve özneldir; soyutlama gücünden yoksundur. Nesne, olay ve olgular karşısında gerçekliğin bilgisinden yoksun kalır. Gerçeği görebilmek bir üçüncü gözle, usun gözüyle olanaklıdır.
İnsan, kendini doğa ve çevresindeki gerçekliğin dolaysız bilincinden, ancak ussal kavramlar yoluyla özgürleştirir ve kendini bir özne olarak üretir.
Algısal bilgi aşamasında bulunan birey ve topluluklar, çevrelerine edilgindir. Dış dünyayı bir biçimde değiştirir, ama bu yer değiştirmeden öteye gidemez. Ussal soyutlama ve kavram yoluyla nesnelerin yasalarına ulaşan insan, onları değiştirip dönüştürüp üreterek, kendi için kılar, uygar insandır; uygar insan, üreten insandır, kendini de üretir, herhangi bir doğa nesnesi olmaktan çıkar ve kendiliğin bilinci olarak özneleşir. Dil, bu özneleşme sürecinin aracı ve ortamıdır.
Dil, yargıya geçtiğinde, onu üretenden bağımsızlaşır, nesneleşir ve kalıcı olur. Kalıcı olmasının yanında, diğer bilinçlere de açılma olanağını bulur. Üretenden bağımsız başka bilinçlerce eleştirilir, geliştirilir, yaşayan bir dil varlığı biçimini alır.
DÜŞÜNCE TARİHİ VE DİL
Düşünce tarihinde dili, “bilgi-değeri” bakımından, yöntemli bir biçimde ilk inceleyen Plato olmuştur.
Dili, duygu ve düşünce bakımından inceleyen Herden de “bilgi” yönünden dille ilgilenmiştir. Dilin, insanın özü ile ilgili olduğu savını ilk ortaya atan Parmanides’tir.
Empiristler ve rasyonalistler de dille, “bilgi” yönünden ilgilenmişlerdir. Bunların dil anlayışları, bilgi kuramlarına dayanır. Dili açıklarken, empiristler psikolojiye, rasyonalistler ise mantığa dayanıyorlar.
Epikuros’a göre dil, uzlaşımların ürünü değildir; bir koyum da değildir; duyumların kendisi gibi doğal ve zorunlu bir şeydir. Görme, işitme, haz, acı duyumları gibi, insanda doğuştan bulunur. Karşılıklı anlaşmaya yarayan çeşitli sesler gelişir ve çeşitli söz ve dil tipleri doğar.
Hamann’a göre dil, akıldır, akıl da dildir. Dil olmasaydı, akıl da olmazdı. Dil, aklın organonu ve kriteriumudur. Düşüncelerimiz dil yoluyla gerçekleşir, dille yetkinleşir. Düşünce ile dil aynıdır.
Herder’e göre dil, duyuların bir ürünü ve düşüncenin bir ürünü olarak kavranabilir. Çünkü insanın tinsel yaşamını düşünce kurar.
Humboldt’a göre, her insan belli bir topluluğa bağlıdır, dolayısıyla diğer insanlarla bağlantısı vardır. Gereksinimlerin karşılanabilmesi için diğerleriyle anlaşmak zorunludur, bu ise dil yoluyla olanaklıdır. İnsan ancak diliyle insandır. Humboldt, Parmanides ve Herder’den sonra, daha yetkin olarak dili ‘insansal öz’ olarak düşündü. Ona göre dil, insanın bütün varoluşunu kuşatır. İnsan, içinde yaşadığı duygulanımlardan başka, uzak geçmişi de dil yoluyla duyar ve sezer. Çünkü dil, önceki nesillerin duygulanımlarında yoğrula yoğrula gelmiştir. Dil bir ürün değil, bir etkinliktir. Bu nedenle dili tanımak ancak tarihsel yolla olanaklıdır. Dilin yeteneği doğuştandır, ancak dilin gelişmesi dil gücüne bağlı olarak tarihte oluşur.
Leibniz’e göre dil, aklın aynasıdır. İnsan anlığı ile dil, karşılıklı olarak birbirine bağlıdır. Anlık olgunlaştıkça dil geliştiği gibi, dil de geliştikçe, işlek, anlaşılır bir biçim aldıkça anlığı geliştirir.
Porzig’e göre dil, asıl başarısını düşüncede gösterir. Düşünce bağlantıları kavramaktır. Sözcükler dil içinde bağlantılarla yüklüdür; dil düşüncenin aracı olduğu gibi, kendisi de düşüncenin içinde oluşup gelişir. Dil, düşünce içinde ve düşünceyle birlikte devinen bir simgeler dizgesidir. Düşünce bir bağlantıdan bir bağlantıya ilerler. Nesneler ve olgular arasında bağıntı kuran düşünme edimi, giderek bağıntıların bağıntısını da kurar. Burada dil en yüksek konuma gelir. Dil tek tek insanlarda içseldir, ancak, toplumsal ilişkilerde nesnel bir varlık biçimi kaynağı ve bireylere aşkın olur ve bireylerin karşısına bir güç olarak çıkar.
DİL VE SÖYLEM
Dil, düşüncede her defasında yeniden üretilir. Üretim sürecinde bireyin etkilerini alır ve söyleme dönüşür. Dil düşünce için başlangıçta bir bilinç nesnesidir. Düşünme süreçlerine katılınca ise, dirimli bir bilinç varlığına dönüşür, söylem ise böyle bir dirimli dil sürecinde ortaya çıkar.
Her insanın bir söylemi vardır ve herkes dili kullanarak kendi söylemini oluşturur. Böylece dil, her bireyde değişime uğrar. Toplumsal süreçler ve ilişkilerde nesnel bir güç olarak bireyin bilincinin karşısına çıkan dil, söylem sürecinde bilincin gücüyle karşı karşıya gelir; dile bağlı olan insan yeniden dile etki yapar.
Humboldt’un dediği gibi, “Bir yazar, aynı sözcüklerle, aynı söz biçimleriyle, ancak bunları başka bir biçimde kullanarak ve kendi ruhunun güçlü bir yankısını da katarak, yapıtlarında dile yeni bir karakter verebilir.”
DİL VE ULUS
Her ulusun yaşam biçimi, ekini, düşünsel nitelikleri onun diline etki eder ve onu biçimlendirir. Uluslar dillerine bağlı olarak varlıklarını sürdürürler. Bağımsızlık ve özgürlükleri dillerine de yansır. Tarih sahnesinden çekilmiş toplum ve uygarlıkların dilleri de dirimselliğini yitirir. Dile dirimselliğini veren ilke, özgürlüğün yitimiyle ortadan kalkar.
Bir ulusun bireylerini birbirine anlamlı bir biçimde ancak ulusal dil bağlar. Ulus dilinin oluşması ise ortak bir yaşam, ortak bir ekin, özetle ortak bir tarihin sonucudur. Her toplumun, her ulusun dünyası farklıdır. Beklentileri, istekleri, duygu ve düşünceleri, takındıkları tutum farklıdır. Buna bağlı olarak da her toplumun belli bir dünya görüşü vardır. Bu dünya görüşü, o ulusun diline yansır.
Genel olarak insanda bulunan söz söyleme yetisi, ulusların tinsel gücüyle, özellikle düşünce ve dil gücüyle doğru orantılı olarak görülür.
Bir ulusun, duyma, düşünme biçimi ve karakteri, nesneleri, olayları ve olguları kavrayış biçimi, ulusun diline etkimeden, o ulus üzerine etki yapamaz.
Ulusal bağımsızlık ve egemenlik, dili de egemen kılar ve dil bu durumda en dirimli bir biçimde devinir ve buna bağlı olarak düşünce etkinliği de en yüksek gücünü dilde ortaya koyar. Bir ulusu oluşturan bireyler, ortak kültür değerlerini dil yoluyla bölüşürler. Ulusal dil, bir yanda da insanlığın ortak malı olan uygarlığın izlerini taşır; ulus olmanın ötesinde insan olmanın erdemlerini de yansıtır.
DİL VE FELSEFE
Schelling’e göre, “karışık yapılı, kendi içinden gelişmemiş bir dil düşünmeyi engeller, tutsak eder. Dil tutsaklığı, özgür düşünmeyi, dolayısıyla felsefeyi engeller. Özgürlüğün olmadığı yerde felsefe yapılamaz, insanın özü özgürlüktür.”
Bedia Akarsu’ya göre “Dünyayla bağlantıyı kuran dilinin içten gelişmesi engellenmiş bir ulusun, düşünmeye dayanan felsefe alanında başarı sağlayamayacağı açıktır.”(5)
Antik Yunan düşüncesinde “LOGOS”, bir yandan “söz”, “dil” demektir; diğer yandan ise “düşünce” ve “akıl” demektir. Burada yapılan, bir sözcüğe farklı alanlardan gelen anlamları yükleme çabası değil, farklı alanlar arasında ilkesel bir anlam birliği kurma çabasıdır. Felsefe bir kavram dilidir, bu anlamda felsefe bir üst dil olarak dillerin dilidir. Her dilde, o dil yoluyla felsefenin kavramlarını kurmak olanaklıdır. Bu nedenle, diller felsefe yoluyla, ortak anlam bağlarıyla birbirine içten özsel bağ kurar. Böylece ayrı ayrı kültürlerden yola çıkarak evrensel bir insanlık uygarlığına yükselme olanağı vardır.
Bir sözcüğün “biçim” ve “anlam” olarak iki yanlı olduğunu ve sözcüğün en küçük anlamlı söz birimi olduğunu ilk kez ileri süren Aristo’dur. Felsefe, düşüncenin olası bütün devinimlerinin ortaya konduğu bir disiplindir. Bu nedenle, dil de felsefe yoluyla yetkinleşmede en yüksek konumuna gelir. Felsefe yapan diller onu kullanarak bilinçleri de geliştireceğinden, kaçınılmaz olarak o dile iye toplumlar uygarlıkta ileri gideceklerdir.
Günümüzde yazılı dilin sözlü dile göre daha güçsüz olduğu savunulmaktadır. Bir dili yazmak, dilin kendi kendine yabancılaşması, yaşama gücünü yitirmesidir. Yazın yapıtları birer çözümleme nesneleri değil, bir tür konuşan metinler olarak ele almak gerekir. Bunun için yorumlama gerekir. Yorumlama, yazılı dilin güçsüzlüğünü ortadan kaldırıp, yapıta yeniden konuşma boyutlarını kazandırır. Habermas’a göre yorumlamada bir konuşmanın oluşturulabilmesi, yorumcu öznenin metnin bireyselliğini (öznesini) açığa çıkarabilmesine bağlıdır. Çünkü yazın yapıtı, insanın yarattığı bir şey olarak, insana ilişkin bir öznel boyut taşır. Bu boyut ‘anlam’ boyutudur. Özellikle metinleri anlama girişimi felsefede yorumbilim (hermeneutik) olarak adlandırılır. Yazınsal metnin yorumunda yapılan iş, bize uzak, anlamca karanlık olan bir metni anlaşılır kılmaktır. ‘Çeviri’, yorumbilimde temel bir durumdur.
Yorumbilim, 18. yüzyılda Schleiermacher, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyılın başlarında Dilthey, günümüzde ise Heidegger, Gadamer, Habermas gibi düşünürlerce geliştirilmiştir.
Schleiermacher, dünyayı anlamanın anahtarı olarak ‘dil’i göstermiştir. Yorumbilimin çağdaş çizgisini ise Dilthey belirlemiştir. Bu çizgi, insanın kendisini tarihsellik içinde kavraması olarak özetlenebilir.’(6) Yaşam bütünlüğü, Dilthey’e göre, bireyin başkaları ile olan ilişkilerinin bütününden başka bir şey değildir. Kendimiz hakkındaki bilince de ancak ‘başkaları’ aracılığıyla ulaşırız. Başka bir deyişle, bilincimiz bir ortamdan başka bir şey değildir. Tinsel dünya, bir olgu dünyası, bir empirik gerçeklik alanı değil, bir ‘anlam dünyası’dır. ‘Anlama’, tinselliği kavrama biçemi ve yöntemidir. Her tarihsel dönemde yaşamanın belli değerleri içerilmiştir ve tarihin tüm olayları bu değerler çevresinde dolanır. Bir tarihsel döneme damgasını vuran değerler ise, o dönemin anlamlarının taşıyıcısı olarak dilde saptanabilir. Bu nedenle tinsel bilimlerin ana malzemesi, her zaman, dilsel ürünler olarak ‘yazılı-yapıt’lar olur.
Dilthey’e göre tinsel bilimler, insanın kendisi hakkında bir anlama ulaşması gibi pratik bir amaca hizmet eder. Bu nedenle tinsel bilimler, doğa bilimlerinden daha önceliklidir. Tinsel bilimler tarihseldir, çünkü insan kendini ancak tarihte tanır.(7)
Dilthey’e göre gerçeklik bilince bağlıdır; bir şeyin ‘benim için’ orada olduğu bilincine. Bilinçten bağımsız olarak varolan her şey bilinç için varolmadıkça gerçeklik düzeyine yükselemez. Bu nedenle ‘gerçeklik’, kendini kavramsal ayrım ve bağıntılar içinde ‘benim-için-varolma’ ve bilinç halinde gösteren şeydir. Bu ‘benim-için-varolma’, genellikle ‘gerçeklik-indeksi’nin yaşantısıdır.
‘Ben dediğimizde,’ diyor Dilthey, ‘özbilincin oluşmuş ve tamamlanmışlığının söylenmesi değil, dil içinde varolan ve konuşan ile kendisine seslenilen arasındaki bir ilişkinin aydınlatılmasını söylemiş oluruz’.
Tinsel yaşam da dil aracılığıyla kurulur. Tin kendi yaşamına, kendini dışlaştırarak ve bu dışlaştırmalar üstüne yansımalı düşünce ile, kendine dönerek sahip olur. Tinin bu oluşum süreci insanlık tarihiyle bütünleşir. Bu nedenle, toplumsallaşmış bir bireyin her günkü varoluşu, hep bu ‘yaşam-dile getirme-anlama’ bağlantısı bağlamı içinde devinir.(8)
Bilmek, anlamak, değerlendirmek hep bir ‘dile-getirme’dir; nesne, olay ve olguları yeniden üretme, onları dil ortamına taşıma ve yeniden yapılandırmadır.
Betimleme-tanımlama-açıklama sürecinde ‘açıklama-olarak-bilmek’, bir nesneyi ya da olayı ‘genel bir yasa’ altına almaktır. ‘Anlamak-olarak-bilmek’ ise daha derin bir olguyu gösterir; gerçekliğin bir özneye, onun yaşam bağlarına açılması; insanın gerçekliği tüm yaşam olanaklarıyla kucaklaması anlamanın yoludur. Bir başkasını anladığımızı söylediğimizde, onu kendi duygu ve düşünce dünyamızda yeniden kurmayı söylemiş oluruz. Bu bir yorumlamadır; biz çevremizi ve birbirimizi sürekli yorumlamalar yoluyla yaşarız, kendimiz hakkındaki bilincimizi de yeniden kurarız ve değerlendiririz. Bu anlamda kendini anlama da bir ‘dile-getirme’dir, bir yorumlamadır. Anlama yaşamsaldır, tüm edimlerimiz ve bütünsel kimliğimizle oluşturulur.
Sanat eserleri, bilimsel, felsefi eserler hep birer yapıdırlar. Dolayısıyla bir eseri yorumladığımızda onu yeniden yapılandırmış oluruz. Her bilme edimi aynı zamanda bir yaratmadır. Anlama yaratma demektir. Anlam yaratma süreci, tinin kendini nesneleştirme sürecidir. Bir yapıdan başka bir yapıya geçmek, aynı zamanda bir yapı sökücülüğü gerektirmektedir. Bir yapıyı sökmeksizin ondan başkasına geçmek ve ilerlemek olanaksızdır.
Nermi Uygur’a göre; dil, hangi dil olursa olsun, bir çeviridir. Her dil dile getirdiği şeylerin bir çevirisidir; çeviri dile dilce varoluşunu sağlar. Dil hep varolanı dile çevirmez, varolanın istediklerimizi de, gerçekleştirmeyi tasarladıklarımızı da dil yapıtlarına yansıtır. Anadil, günlük dilimizdir, özel dillerle işimiz bittikten sonra onun alışkanlığında dinleniriz.(9)
KAYNAKÇA ve NOTLAR:
1) İsmail Emre, Doğuşlar II, Adana, 1965
2) K. Marx, İktisadi ve Felsefi El Yazmaları, 1844
3) K. Marx, Das Kapital, 1867-94
4) Yohanna İncili
5) Bedia Akarsu, Wilhelm Humboldt’da Dil-Kültür Bağlantısı, Remzi Kitabevi, 1984
6) Dilbilim ve Dilbilgisi Konuşmaları-I, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1980
7) Doğan Özlem, Metinlerle Hermeneutik, İnkilâp Kitabevi, İstanbul, 1996
8) Nermi Uygur, Dilin Gücü, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1984
9) George Thomson, İnsanın Özü, Payel Yayınevi, İstanbul, 1987