Soru: Ferhâd sevgilisi Şirin için dağları delmiş. Dağı varlık olarak görürsek, bu dağı nasıl delmiştir? Buradan insanlığa nasıl bir mesaj veriliyor?
Metin Bobaroğlu: Ferhâd ile Şirin öyküsü mitsel bir öyküdür; yâni arketipal, simgesel ve alegorik bir anlatım içerir. Tıpkı ‘Âdem ile Havva’, ‘Yusuf ile Züleyha’, ‘Kerem ile Aslı’, ‘Arzu ile Kamber’, ‘Leylâ ile Mecnûn’ gibi.
Mitlerde kullanılan sözcükler, sözlük anlamları yanında, örtük olarak eğretilemeli, simgesel anlamları da içerirler. Bu yöntem bazen anlamları saklamak için kullanılır, bazen de sezgiyi harekete geçirmek, keşfi açmak için. Bazı mitler ise tasavvufî mânâlardan kuruludur; burada olduğu gibi.
Tasavvufun kullandığı bu tür mitlerin kökeni İdris Nebi’ye (Hermes-i Heramise; Hermes Trismegistus) dayanır. Bu nedenle tasavvuf, hermetik geleneğe bağlıdır.
“İdris Nebi hulle biçer, gezer Allah deyû deyû” (Y. Emre)
Hulle hâl elbisesidir.
Bilindiği gibi, simgeler kavramlardan farklı olarak, çoklu anlam yüklüdürler. Kavramlar, insan anlığı için açık seçik ve mantıksaldırlar. Buna karşın kavramlar sezgi’yi devre dışı bırakırlar. Simgesel anlatımlar ise ‘keşfî sezgi’yi harekete geçirirler, ancak buna karşın anlamları açık seçik değil, buğuludur.
Mitsel anlatımda simge (remz) karşıtların birliğini (coincidentia oppositorum) içerir, bu ise ‘tevhid’dir. Mâlum, kelime-i tevhid, ‘lâ ilâhe illâ Allah’, ‘lâ’ ile ‘illâ’nın birliği olarak öğretilmiştir, yani tevhid’in ilkesidir. Tasavvuf ıstılahında, Allah câmi-ül-ezdâd olarak Tevhid’dir. Örneğin, Celâl ile Cemâl, Mûdil ile Hâdi, Kahhar ile Rahman, Evvel ile Ahir, Zâhir ile Bâtın vb.’nin birliği ve bütünlüğüdür.
Tasavvufi mitlerin çözümlenmesi ‘zevkî’dir, bu nedenle ilmî bir dava güdülmez; keşfî sezgiyi uyandırıp kişinin zevk ile bilmesine yol açar, bildiği de kendi olur.
Şimdi gelelim Ferhâd ile Şirin’in mitsel öyküsüne:
Ferhâd, bir erkek ismi olarak kullanıldığı halde, bu mitsel öyküde özgün bir deyim niteliğindedir. Şimdi bu deyimi ‘Fer-Hâd’ diye çözümleyerek işe başlayalım: Tasavvufta ‘Fer’ deyimi ‘Asl’ ile birlikte ‘Asl-Fer’ kavram çifti olarak kullanılır. Fer, Asl’ın belirmedeki sonucu, zuhur kaydının nihayetinde büründüğü mahiyyettir. ‘Asl’ı Varlık (Vücûd) olarak alırsak, ‘Fer’ varoluş (mevcûd) anlamına gelir. ‘Hadd’ ise hudûd çizmek, sınırlamak anlamındadır. ‘Hadd’, Varlık düzeyini bildirir. Bu bağlamda zevkî olarak, ‘Ferhâd’, Varlığın (Asl) varoluştaki (mevcûd) son hudûdu, yâni insanı simgeler. Vücûd’dan mevcûd’a gelip ‘Ferhâd’ olan insan, Asl’ından fariğ olmuş, Asl’ıyla arasına mevcûd’un perdesi girmiştir. Ayrılık hasretiyle Asl’ını aramaya koyulmuştur. Mevcûdiyet perdesi son kertesine (sidret-ül-münteha) kadar kalkmazsa, kişi Asl’ına kavuşamaz. Varlık dağını delmek gerekir; Ferhâd’ın kendi mevcûdiyeti kendine perdedir.
Bilindiği gibi, Kurân-ı Kerim’de Hadid sûresi vardır. Hadid, demir olarak çevrilmektedir. Bu sözcük ‘kuvvetli, hiddetli’ demektir. Tasavvufta, inzâlin (beliriş) mevcûd’da karar kılması, kuvvetler (melk’ten melek) yoluyladır. Bunun bir mîzan (denge) içinde olduğu vurgulanmıştır (Hadid 25).
Bir de, Kehf sûresinde, Zülkarneyn bahsinde, iki dağın arasına ‘Hadid’ konularak bir ‘sedd’ oluşturulur. Kehf:97’de “Artık onu ne aşabildiler, ne de delebildiler” buyrulmuştur. Kehf:98’de ise, “Rabbimin vaadi geldiği zaman onu yerle bir eder, kuşkusuz Rabbimin vaadi haktır.” İşte, Ferhâd’ın, vadesi geldiğinde, benlik dağını aşk ateşi ile delmesi tahakkuk etmiştir. Ferhâd ‘haddad’, yani demircidir de.
Benlik dağını delip Şirin (sevimli) olan Asl’ına kavuşan Ferhâd, Aşk ateşiyle canını verip ‘ferhat’a, yani sevinç’e dönüşür. Yani haddini aşarak Hakk’ta erir ve insanlara ‘feyz’ ırmaklarını akıtmaya başlar: ilm-i ledûn.
S: Ölüm varlık perdesinde yaşayanlar için mi? Âşıkların ölmeyeceğini söyleyenler neyi anlatıyorlar?
M.B.: Adana’da yaşamış olan sevgili İsmail Emre’nin (1900-1970) bir doğuşunu anımsadım:
“Ağlar bu dünyaya gelen,
Güler hakikati bilen.
Âşıktır ölmeden ölen.
Ne gelen var ne giden.”
Emre bir başka doğuşunda da diyor ki:
“Ölüm ölüm denen yoklukmuş meğer,
Secde eden başlar yokluğa değer,
Bütün varlık ordan gelirmiş meğer,
Her varın anası yokluk değil mi?”
Bir başka Ermiş de:
“Âşıklar ölmez, yerde çürümez,
Yanmayan bilmez, âteş-i âşka”
demiyor mu? Demek ki, ölümün sırrını bilmek için Aşk ateşine yanmalı, yokluğa ermeli!
Varlık düzeyleri Cûd, Vücûd, Mevcûd ve Sücûd olarak bir çevrim içindedirler. Cûd’dan Sücûd’a bir devri âlem!
Biliyorsunuz, “Her nefs mevt’i tadacaktır” buyrulmuştur; her Ruh denmemiştir. Vâdesi geldiğinde, Ruh Secde’ye varır, mebdeine döner, nûra kavuşur (inna lillahi ve inna ileyhi râci’un, Bakara 156). Hakikatte nefs ve ruh diye ikilik yoktur, bu deyimler aynı varlığın iki yüzünü göstermek için kullanılır. Nefs saflaştıkça ruh hâlini alır. Nefsin bidâyeti nefs-i emmâre, nihayeti ise nefs-i envâre’dir. Nefs, emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, raziye, marziye aşamalarından geçerek nefs-i envâre’ye kavuşur, yani Nûr’a gark olur.
Ölmek yok, vefât etmek var! Vefât, vefâ’dan gelir; verdiği sözde durmak demektir. Hayvanlar ölür, insanlar vefât eder.
“Âşıklar ölmez, ölen hayvân imiş”
Vefât eden, yani sözünde duran mevt’tir. Muhyiddin İhyâ Efendi der ki: “Rabbim, sen beni bana verdin, ben de kendimi sana veriyorum.”
* Metin Bobaroğlu ile 2001 yılında “varlık mertebeleri ve ölmeden önce ölmek” üzerine yapılmış söyleşiden alınmıştır.