merhaba sevgili dostlar…
merhaba!

ben bir oyuncuyum,
biliyor musunuz?
yo yo., hayır..
öyle sizin sandığınız gibi; yeşil çuha, yani poker moker, bilek cek, domino
satranç falan değil…
ben basbayağı bir oyuncuyum.
bir aktör., bir meddah., ya da bir komedyen…
nasıl isterseniz..
ben her şeyi oynarım…
ne isterseniz…
dram, komedi, trajedi, orta oyunu, mim, fars, temsil, piyes, müsamere…
isterseniz size meddahlık, hatta hatta güllabicilik bile yapabilirim.
sizler ne isterseniz, neyi isterseniz, nasıl isterseniz..
her şeyi her şeyi oynarım…

farkında mısınız?
hayır.. değilsiniz…
ben bunu senelerdir yapıyorum..
altmış senedir beni nasıl görmek istemişseniz, altmış senedir beni nasıl gördüyseniz, altmış senedir hayalhanenizde nasıl bir “ben” yaratmışsanız ve altmış senedir kafalarınızda nasıl bir “ben” yaratmışsam…
işte öyle..

kimi zaman sizin oynadığınız hayat oyununda sizinle birlikte, sanki sizin hayat sahnenizde beraber oynarmış gibi, sizinle isyan ettim şu yaşadığınız hayata..
çünkü siz öyle istiyordunuz..

içinizin derinliklerinden kopup gelen ve bir futbol tribününde dahi avazelerinizle bastırılması güç olan kızgınlıklarınız, kinleriniz, öfkeleriniz…
kızdığınız bir politikacıya, kahrolduğunuz parasızlığınıza, nefret ettiğiniz patronunuza, kör talihinize..
bıktığınız aksi karınıza, kaynananıza, çoluk çocuğa ve belki de gizli karanlık bir köşede, müsait bir anda tepelemek istediğiniz komşunuza…
velhasıl o beğenmediğiniz, baş kaldırmak istediğiniz hayata kalayı bastığınızda ve veryansın ettiğinizde…
işte ben de yanınızda oldum..
sizinle beraber küfrettim, sizinle beraber öfkelendim ve bilendim sizinle beraber…
bir pişekar gibi, gözlerim çakmak çakmak, yumruklarımı sıktım ve kahroldum sizinle beraber..
başınızı salladınız…
yanınızda bu derece anlayışlı, sadık bir müttefik bulmaktan hoşnut..

dost sohbetlerinde beni de aldınız yanınıza..
benden bir şeyler umarak değil,
sanmam..
derin, ince felsefi konuşmalarınızda kimi zaman feylesof kesildim başınıza..
sırf böyle istediğiniz için…
oyunculuğum gereği…
sizleri, gözlerimi gözlerinizden ayırmadan, sonsuz bir saygı ve dikkatle dinlerken soluklanmak için bir an durduğunuzda, bilmediğim anlamadığım o esrarengiz kelimeleri ağzınızdan kapıp kapıp bir papağan marifeti ve maharetiyle tekrar size iade ettim…
üstlerine biraz tuz biraz biber ve miktar da baharat ekerek…
bu suya tirit laflarımla benlerinizi aydınlattığım için değil…
haşa…
ama daha çok ortaya koyduğunuz o nihayetsiz bilgece odun kırmanın bütün zahmetini sizler yüklenirken, ben sadece oyunculuk görevim olan repliklerimi birkaç “hık”a sığdırdım.
ve sizi teyid ettim.
belki farkına vardınız, belki de varmadınız…
ama yine de memnun oldunuz karşınızdaki aynada size yansıyan, sizi tasdik eden, koltuklarınızın altından şöyle bir kavrayıp sizi sağlamlaştıran, destekleyen..
velhasıl..
görmek istediğiniz bir gölgenin, bir siluetin konuşmasını dinlerken..

kiminizin kapısında mürid oldum bir vakit…
inanmadığım halde sizi memnun edebilmek için, ruhumla değil ama kafamla, bedenimle diz çöktüm önünüzde..
beni hiç alakadar etmeyen, beni sıkan, ruhumu karartan o girift, o karmaşık o ulvi fikirlerinizi dinledim…
sizler konuştukça içimde göremediğiniz (çünkü, sizi kınamıyorum ama, hiçbir zaman da böyle bir çaba harcamadınız) bir isyan ateşinin alevleri parladığı halde..
fakat bu isyan ateşi, ne bir başkaldırma, ne de en ufak bir itiraz halinde ruhumu bir zırh gibi kaplayan etten ve kemikten bedenimden bir an olsun dışarıya sızmadı..
düşüncelerinizi huşu içinde dinledim.
memnun oldunuz…
dinlenmiş olmaktan..
ben sizi memnun ettim..
iyi oynadım rolümü…

mürşid oldum, bazen de.
bir komedyenin altından kalkması oldukça zor olan bu rolü de oynadım…
kimileriniz kötü ezberlenmiş bu rolün arkasından sırıtan oyuncuyu görmeye çalıştınız zaman zaman…
ve lakin nezaket icabı yüzüme vurmadınız.
kimileriniz ise bu berbat, aksayan, kişiliksiz, sahte rolün farkına bile varmadan ihtiyacınız olan o “aktör mürşide” sarıldınız.. kucakladınız onu..
ona ihtiyacınız vardı..
ve mutlu oldunuz..
çünkü ben bir oyuncuyum…

kimi zaman da güldürdüm sizi fıkralarla, suratlarınız asıkken..
o da benim vazifem..
asık suratlarla beraber surat asılmalıdır..
budur oyunculuğun icabı..
evet ama… bazen de o asık suratların içlerindeki hüzünlerin altını çizmekten çok onların neşeye ihtiyaçları olduğunu sezer bir oyuncu…
evet.. usta bir oyuncu karşısındaki ile nasıl bir oyun oynaması gerektiğini daima bilmelidir.
ben sizleri güldürüp sizi kederlerinizden biraz olsun uzaklaştırıken siz hiç farkına varmadınız benim içimdeki benim suratımın halini…
kahkahalar attınız..

ellerinizle omuzuma vurdunuz pat pat…
yapmadığım iyilikleri, söylemediğim vecizeleri, yazmadığım dizeleri, düşünmediğim bir sürü şeyi bana malettiniz zaman zaman…
“o” dediniz “ancak yapabilir bunu.”
bana payeler verdiniz..
bir makama oturttunuz beni, hakkım olmayan..
ama belki de oyunculuğumun hakkı olan..

sizinle konuşurken, sizinle gülüşürken, sizinle dertleşirken, yani oyunlarımı oynarken bir de hep bir “ben” kıpırdanıp dururdu benim içimde., bedenimde bir ruh, bir hayalet gibi…
süzülüp kimi zaman geçip tam karşımda kimseciklerin göremediği bir yerde dururdu…
bana karşı..
ya da sizin omuz başınızdan geçip hep seyretti beni…
oyunumu…
yüzünde hislerini ifade edebilecek bir tek mimiği olmayan, tek bir hareket etmeyen, donuk, tarafsız, müşahit, müstehzi…
itici…
beni seyreden bir ben..
beni bir an bile yalnız bırakmadı, yaptığım her hareketin sahte, kestiğim her rolün bir rol olduğunu donuk gözlerindeki o çekilmez ifadesiyle ve kimsenin duyamayacağı mırıltılarla hatırlattı durdu bana hep..
benim “benim”…

bir de – bu sizi ilgilendirir mi bilmem ama – sizlere oyunlarımı oynadığım sahnelerin perdeleri önündeki oyunlarımın dışında bir de perde arkasında bir hayatımın olduğunu hiç bilmediniz…
perde daha açılmadan, perde arkasında taş gibi donmuş bir adam düşünün..
ben…
sakın bu heykel gibi kaskatı halimle o müthiş oyunlarıma konsantre olduğumu falan zannetmeyin.
oyun, yani benim sizlere oynadığım oyun, zaten kendiliğinden oynanan bir oyun..
spontane…
ve tabii mecburi…
taş gibi donmuşluğa gelince…
diyelim ki…

evdeki, biri kundakta her gece avazı çıktığı kadar bağıran, iki çocuğu, geçimsiz nemrut, nalet bir kaynanayı ve hayatta benimle birlikte olmaktan başka hiç bir suçu olmayan zavallı bitmiş bir kadını düşünmek…

harap, bir viraneden biraz daha hallice bir mekan içinde ömür boyu bir pranga mahkumu olmanın ağırlığını düşünmek..

yarım kalmış işleri, ödenmemiş bakkal kasap borçlarını, fakir akrabaların olmasını minnetle, zengin akrabaları ise hasetle düşünmek..

bütün bunlardan çok çok önce yarım dünyayı boşu boşuna dolaşmanın, insanların yegane değer ölçüsü olan “bir sağlam işi” tutamamış ve “bir baltaya sap” olamamışlığın ezikliğini düşünmek…

ondan da daha önce doğru dürüst yaşanamamış, doğru dürüst kucaklanamamış, sarıp sarmalanamamış, öpülüp koklanamamış, kırılmaya dahi fırsatı olamamış bir takım yarım kalmış aşkları düşünmek…(1)

velhasıl yanından dört nala ıska geçilmiş bir hayatı düşünmek…

taş gibi donmuş bir adam…
perdenin arkasında, suratında tükenmişliğin, ızdırabın derin çizgileri…
ve ruhunun gerilerinde, derinlerinde, bir yerde, bir mum alevine dönüşmüş ve artık giderek kanıksanmış yalnızca bir parçacık sahne heyecanı, rutin oyunculuk…
yalnız bir parçacık..
o kadar..

veee perde…
hafiften açılmaya başlar başlamaz işte o feri sönmüş gözlerin birden çipil çipil gülümsemeye başlaması, o bıçak gibi ağzın aniden kulaklara doğru yayılıp sırıtması, sizlerin her zaman sahi zannettiğiniz inci gibi parlayan takma dişlerin pırıltısı, kalın pespembe bir pudra tabakası ve makyaj malzemesinin itina ile örttüğü, suratımdaki görmediğiniz, görmek bile istemediğiniz yüzbin kırışık, sırtımın kamburunun birdenbire düzelmesi ve perde nihayet sahnenin iki yanındaki yuvalarına çekilip saklandığında, iki el de havada derin bir reveransla sizleri selamlamam…
sizin için…
yalnız sizin için..

siz beni böyle tanıdınız.
bir oyuncu olarak…
yoksa ben mi size kendimi böyle tanıttım?
bir aktör… bir komedyen…
ama bir sahtekar asla değil…
söyledim size..
ben yalnızca bir oyucuyum.
ve sizin için oynadım..
acaba doğru olanı yapmadım mı dersiniz?
olabilir, belki de haklısınız,
ama buna mecburdum.
biraz düşünün lütfen.
belki de bütün bunların günahı biraz da sizindir.

bugüne kadar bir oyuncu olarak oyunumla kendimi sizlere beğendirebilmek için elimden gelen her şeyi yaptım..
inanın bana.
o feri sönmüş çipil gözlerimi sizler hiç bir zaman göremediniz.
onları size göstermedim..
bazen, perde arkasındaki hayatımın hırsından, acısından, çaresizliğinden gözlerimden akan iki damla yaşın farkına bile varmadınız.
o gözler iki yarım ay gibi daima sizlere gülümsediler..
yalnız ve yalnız mutlu olmanız için..
acıdan bir bıçak yarası gibi keskin ağız sizler için daima, sizleri eğlendirmek için bir makine gibi çalışan, konuşan, fıkralar anlatan, vecizeler söyleyen, gülen, kahkahalar atan iki dolgun dudaktı yalnız,
zaman zaman düşen, takırdayan protezleri çenelerimi kısarak sizlerden saklamaya çalıştım,
suratımı gerdim, başımı dik tuttum..
ve oyunumu oynadım..
sizin için…

ve artık bundan sonra değişmem imkansız.
zaten ben de değişmek istemiyorum..
sizleri bu saatten sonra hayal kırıklığına uğratmayı aklımın ucuna bile getirmek istemem,
bir an için düşünün..
rolümü bir an için unutsam. bir saat, beş dakika, bir lahza…
size yaşadığım hayatı, çektiklerimi ve ıska geçtiğim hayatımı hikaye etmeye başlasam..
düşünün bir an için..
bunca zaman görmeye alıştığınız güleryüzlü, sevecen, neşeli, umursamaz, muti, bilge,her şeye boşveren, kalender, güldüren kederinizde ve mutluluklarınızda onların altını rollerimle kalın kalın çizip ve sizleri kof dünyalarınızdan kopartıp hayal dünyalarına alıp götüren bir komedyen.. bir oyuncu..
zararsız…
bir köy delisi gibi.
bir köy delisi kadar..
bir an düşünün..
kalkıp size katiyen olmayabilir, oynanmayabilir, size yabancı, itici bir drama sunuyor olsam..
kendi dertlerimle,
düşünün bir an için..
çenelerinizin nasıl uzayıp suratlarınızın bir mahkeme duvarına dönüşmesini.. kaşlarınızın çatılıp ağız kenarlarının nefretle aşağıya doğru sarkmasını…
altmış senedir inşaa edilmiş bir binanın, kurulan bir hayalin çökmesini., “ay bu muydu oyuncu?..”

hayır.
endişe etmeyin..
oyuna devam edeceğim…
oyunumu oynamaya devam etmek zorundayım.
zaten ona alıştım..
zaten sizlere de alıştım…
bir parçacık…
belki de…
biraz daha fazla..
sanırım alkışlarınızın arasında bir iki kırıntı “sevgi” de gönlünüzün bir yerlerinden kopup süzülüp bana doğru geldi…
kimi zaman.

“siz nasıl isterdiniz ham’fendi?
ya bey’fendi siz?”

Aykut Yazgan
+ Son Yazılar