oniki milyar senelik yaradılış süresine kıyasla şu etrafta dolaşan insancıklara bir bakın…
kimisi kötü tekel kibriti, kimisi balmumlu isveç kibriti, kimi kazık kadar şömine kibriti gibi, ama
sonunda neresinden bakarsan bak ancak bir kibrit kadar, bir kibritçiğin, bir çöpçeğizin yanması
kadar zamanla ölçülebilecek olan ömürlerinde neler yapıyorlar…
neler neler sığdırmaya çalışıyorlar bohçacı kadın misali ömürlerinin bir metrekare çizgili, desenli,
ebruli bez çarşaflarına…
doğumdan hemen sonra hızla aşağılara doğru kaymaya başladığımız “yaşam duvarı”nın sonlarına
gelirken ve duvarın dibi gözükmeye başlarken ve bizler o “dibe” bir göz attığımızda ve gördüğümüz
o esrarengiz, o korkunç, o dehşet verici “ölüm karanlığına” düşmemek için, biraz daha direnmemiz,
tırnaklarımızla/sökülürcesine, pençelerimizle/kanarcasına duvarın en ufacık girinti ve çıkıntılarına
tutunmaya çalışarak, biraz daha o duvarda kalabilmek için çabalamıyor muyuz?..
o karanlığa düşmemek…
yer çekimine inat, dik duvarın üstünde kalabilmek…
ilelebet…
yaşamak… daha yaşamak… sonsuza kadar… ölmemek…
aptalcasına…
öldükten sonra ise geri kalanlara bir mesaj, bir bildiri, bir “unutmayın beni”.
belki bir piramit…
belki de bir anıt mezar…
belki devasa bir totem veya taş…
“…ve insanların mutluluğu için ömrü boyunca savaş vermiş olan bu aziz insan…”
belki piramitlere bakıp iç çeken, anıt mezarlara gıpta eden, sırıtkan, meyus, kızgın, saçma kızılderili
totemlerine ve dört adam boyu pembe damarlı bilecik mermerlerine dudak büken…
ama yine de öldükten sonra geri kalanlara hiç olmazsa bir mezar taşı bırakan…
yukarıdakiler gibi değil…
hayır…
alçakgönüllü gözükmeye çalışan bir “hüve-l baki…”
daha da alçakgönüllüsü:
“bir garip ölmüş diyeler, üç gün sonra duyalar…”
ve en alçakgönüllüsü:
“…kule yakınlarında bulunan cesedin üzerinde hüviyeti bulunamamış olup, yakın kovuklarda
yaşayan ve halk dilinde adem baba tabir edilen bir alkolik olduğu sanılmaktadır…”
“belki”li defnedilme şekillerini bir an bir kenara bırakalım da, ben size şu anıtlar arasına bir iki şey
sıkıştırayım…
mesela siz istediğiniz kadar adamı küçümseyip öldükten sonra incognito mezarların kireç
kuyularına atın… o “requiem”i ve “saraydan kız kaçırma”yı ve “prag senfonisi”ni ve binlerce ve binlerce
güzelliği besteleyip bırakacak… bir anıt gibi…
siz istediğiniz kadar kulağını kesip topraklarla boyalar yapan adamı, “delidir… delidir…” diyerek açlığa
ve sefalete mahkum edip zorla onun canına kıyın…
o, eğer gözlerinizin dördüncü boyutunda hareket edebilme yeteneğiniz varsa, sizleri evrenlerin renk
cümbüşüne götürebilecek olan sarılar, yeşiller, kırmızılar ve papatyalar ve tarlalar ve suretler resmedip
bırakacak sizlere… bir totem gibi…
ve siz istediğiniz kadar toprak kapta baldıran otunu adamın ağzına dayayın ve adamı bile bile
katledin…
o yine de iki bin sene ve daha da çok anlatılıp söylenecek, nesillerden nesillere aktarılacak, o
muhteşem
düşüncelerini, beyninin sonsuz enginliklerinden milyonlarca beyinsize miras bırakacaktır…
bir abide gibi…
anıtlarda, totemlerde ve abidelerde, nerelerden geldiği belli olmayan, kaynakların gürül gürül akan
berrak suları gibi…
bir de bizim gibiler…
piramitlerden mülhem, anıtlara gıpta, abidelere özlem içinde, buluğ çağında yapışkan bir tutkunun
eksantrikliği içinde:
“sevgili günlüğüm…” diye başlayıp sonradan sözde “yazı” olan bir şeyler…
anıtlarda, totemlerde ve abidelerde, nerelerden geldiği belli olmayan, kaynakları gürül gürül akan
berrak
sular gibi değil…
hayır…
yalnız ve yalnız bir kısırlığın yoz döngüsü içinde, “sözde yazıları…” düşünebilme, üretebilme ve gelecek
nesillere bir iki satır aktarabilme “endişesi…”
dört adam boyu pembe damarlı mermer taşlara erişememenin kıskançlık kıskacında ve dahi en geç
birkaç
sene sonra yana yatıp yıkılacak olan “hüve-l baki…”ler gibi olanlar.
veya olmayanlar.
bu yazılar işte o yazılar..
Okuma süresi: 3.46 mintues