nedir bu yemek?
yemek yemek olayı nedir?
içgüdüsel bir davranış şekli mi?
spontane, kendiliğinden, farkındalık kavramı atlanarak…
doğal!., (doğaya ilişkin…)
beden saati on ikiyi çaldığında, guruldayan bir mideye ağız ve gırtlaktan bir şeyler boşaltmak mı? ve böylece “açlığı” bastırmak mı?
nefsi körletmek…

beden denilen mekanizmayı çalıştırmak, ayakta tutabilmek için yakıt ikmali yapmak mı?
“abi biliyosun… aç ayı oynamaz!..”
ve sırasıyla: bir somun ekmek, bir baş soğan, birkaç zeytin danesi…
tabii eğer biraz da beyaz peynir varsa, deme gitsin…
daha sonra / veya:
çala kaşık kuru fasulya, pilav, çorba, hoşaf…
ve en sonunda “gaaarrrkk!.. estağfurullah…”, “elhamdülillah, yarabbi şükür…”

şimdi…
kalaylı bakır sininin kenar mahallindeki kavurmanın “baş parmak, işaret parmağı ve orta parmak üçgeni” ile şöyle bir tutulup suyu süzüldükten sonra pide içine yerleştirilip kıvrılıp sol yanak boşluğuna tıkıştırılması ile…

rosenthal bir porselen tabak içindeki soslu antrikotu (!..) sağ eldeki bıçakla yavaş hareketlerle (abanmadan!..) kestikten sonra sol eldeki çatalla yine sağ eldeki bıçak yardımıyla (saplamadan!..) hafifçe batırıp ağıza götürmek…

…arasında geçen zaman içersinde yemek yemek olayında, ne birine ne de diğerine yar olmuş alışkanlıklara acaba halen içgüdüsellik veya doğallık mı diyelim, yoksa?..
yoksa acaba yemek yemek bir kültür olgusu(mu)dur? tatları, lezzetleri, katkıları, çeşitleriyle; çatalları, bıçakları, bardakları, tabaklan, araçlarıyla; oturmaları, kalkmaları, edaları, jestleri, hareketleri, sıraları, düzenleriyle…

büyükten küçüğe doğru iç içe konmuş üç adet “bavarya porseleni” tabağın sağındaki kolalı peçetenin üzerinde üç boy (ağızları tabaklara doğru dönük olarak) bıçak ve iki boy çorba kaşığı, solunda ise, aynı bıçaklar gibi üç boy çatal (büyükten küçüğe doğru tabii), tabakların önünde ufki durumda sağa bakan bir adet tatlı çatalı ve sola bakan bir adet tatlı kaşığı…
ve biraz sağ çaprazda uzun ayaklı iki boy şarap bardağı… (bunlar daha sonra alınacak veya alınmayacak içeceklere göre değiştirilebilirler…)

“konsome” (yani bildiğimiz et suyu çorba) servisi yapıldığında, alet seçimi konusunda herhangi bir zorlukla karşılaşmak söz konusu değildir, zira “konsome”yi içmek için lazım olan bir tek kaşıktır, (ama acaba hangisi?..)

fakat “konsome” tabağı kaldırılıp “hors d’oeuvre” tabağı servisi yapıldığında, acaba en sol ve en sağdaki bıçak çatalla mı, yoksa ortadakiler veya en içtekilerle mi taam edileceği, “bu bağlamda yemek kültürü olmayanlar” için oldukça sıkıcı bir durum arz eder.

“filet mignon a la bagatelle” veya “blauforelle mit kraeuter sauce”* siparişinden önce “maitre d’hotel” tarafından sual edildiğinde, beyaz mı yoksa kırmızı mı şarap alınacağı konusunda ise “maitre d’hotel”in kurduğu bu amansız tuzağa düşmeden et veya balığa göre bir şarap seçimi yapmak ve hatta marka ve senesi hakkında da oldukça seçimkâr ve ısrarlı davranmak “yemek kültürü”nün ayrılmaz parçalarındandır.

deneysel kültür filmlerinin tahammülsüz ağırçekim tempoları misali yemeği sımsıkı kapalı dudakların ardındaki ağızda (değirmen gibi öğütmek değil) çiğneyip, son derece kontrollü bir şekilde gırtlağı oynatmadan ve sessizce yutmak; her bir yutuştan sonra sağ elle kucakta duran “serviette”in (yani bildiğimiz peçetenin) minik bir kenarı ile mütebessim ve pudralar gibi ağzı hafif darbelerle (silmek değil de) adeta okşamak; arkasından bardağı kavrayan elin dört parmağı bir yelpaze gibi bardağın üst tarafını kaplar ve küçük parmak kelebek gibi dışarıda kıvrık bir eda ile dururken, bir yudum şarabı (içmek değil, kat’iyen!..) “deguste etmek”…

bardağın eski yerine avdedi esnasında ise (tekrar yemeğe saldırmadan) yan taraftaki “mon chere” veya “ma chere”le o günkü “concours hippique” müsabakasından sonra verilen “reception”un ölçülü, ironik dedikodusuna bir evvelki yutma ve şarap “degustasyon”unun kaldığı yerden devam etmek…
yemek boyunca kullanılan çatal, bıçak, kaşık, bardak vesaire gibi alet ve edevatın seçiminde “yemek kültürü “ne yabancı olan bir insanın bu seçim sıkıntısından kurtulduğu an, “souffle” servisi ile sona erer. çünkü geriye kullanılabilecek bir tek önünüzde ufki olarak duran çatal (veya) kaşık kalmıştır.

kahvenin konyaklı mı yoksa konyaksız mı alınacağı sorunu aslında ihtiyaridir.
yalnız burada kahvenin çok minicik yudumlarla içileceği, dudağın fincana değen tarafında kat’iyen kahve lekesi bırakılmayacağı, konyak bardağının kavranışının ise şarap bardağındaki gibi olmadığı (alttan, kadeh ayağı orta ve yüzük parmakları arasında ve baş parmak yukarda…) ve kahvenin ritmik hareketlerle sallanarak içileceği mutlaka bilinmelidir.

bütün bunlardan sonra bunun bir “yemek yemek mi”, bir “rituel” mi, yoksa yukarıdaki fonksiyonel ve doğal olan soğan ekmek yemenin çok uzaklarına düşmüş teatral veya aptal bir gösteri (gösteriş…) sanatı mı olduğu tartışılabilir veya düşünülebilir…

uçlar

yemek olayından yola çıkınca ister istemez insanın aklına dünyanın dört bir köşesinde olayla ilgili yaşanan insan manzaraları geliyor, uçlar… ekstremler… kültürler…

bu ekstremler aslında beni şaşırtmıyor.
yani yemek faslında anlatılan “soğan-ekmek” ve “fillet-mignon” babında… beni şaşırtan, bu ekstremlerin içinde uygulananların uygulayanlar tarafından “bir dünya” olarak algılanması ve tartışılmasının dahi (töreler veya aktöreler çerçevesinde) hiçbir şekilde kabul edilmemesi.

halbuki herbiri bir diğerinin tenceresinde erimeye hazır gibi…
sureta…
ama dışarıdan teorik olarak birbirleriyle erimeye hazır gibi gözüken kültürler pratikte dünya tenceresinde hiç de öyle bir arada pişmiyorlar.

ekstremlerden (yani burada herhangi bir kültürün temsilcisi) köksüz, zayıf, dayanaksız olanların diğer köklü (sözde!..), gelenek zengini, ekonomik kültürlerin (dünya jandarmaları) potalarında eritilip, tüm insanlığın evrensel veya küresel (her ne demekse!..) bir kültürde buluşmalarının istemine, diretilmesine, dayatılmasına sahne oluyor dünya, belki de bu dayatmada kültür ekonomisinin veya ekonomik kültürün diğer etkenlere oranla ağırlığı daha bir fazla…

bu tür “hamburger, fried-chicken ve cola kültür istilaları”nda birinci tiplerin ayak direyip sonuna kadar dayanmaları ve fakat sonunda…

kuru fasulyayı artık çarnaçar cam tabakta yemeyi kabul etmelerine rağmen yine de çatal değil kaşık kullanmakta inat etmeleri… alafranga tuvaletin estetiğine ikna olmalarına karşın üstüne tüneyerek işlerini görmeleri…
ve bir gece ateşi etrafında gitarlar eşliğinde söylenen kovboy türü müziklerin yanında yerel müzik mozayiğinin bu kovboy müzikleriyle çiftleşmesinden ucubeler doğurtmaları…

genelde “kültür yozlaşması” olarak tanımlanıyor..
nedense…

diğer taraftan ikinci tiplerin (kültür jandarmalarının) ülkelerinde…

göbek dansı okulları açmaları…
midelerinin kaldırmamasına rağmen yine de suşi ile saki yenen hanelerin çoğalması ve döner’e olan rağbetin sosyal bir hoşluk sayılması…
ve rastgele bir doğu adetini üzerlerine bir türlü oturmayan bir elbise gibi giymeye çalışmaları…

* atıyorum… böyle yemekler dünyanın hiçbir yerinde yok.

Aykut Yazgan
+ Son Yazılar