düşünmeye başlıyorsun bişeyler…
kafanın içindeki resimler, renkler, hayaller…
her şey, her şey yıldırım hızıyla geçip gidiyor…
bakıyorsun düşündüklerinin tercümeleri, yani harfler (daha az tabii), kelimeler, cümleler peşpeşe dilinin, kaleminin ucuna gelmeye başlıyor…
yavaş yavaş…
işte onlardan birazını (yapabildiğin bu kadar…) yakalayıp hemen tercüme işine girişiyorsun… tutar mı tutmaz mı…
kim bilir ?
yazdıkça daha da süratleniyorsun.
resimleri, renkleri ve hayalleri ve ipin ucunu kaçırmamak için.
dolu dizgin…
beyninin uğultusuna, fırtınasına, gitmeleri-gelmelerine dilinin ya da kaleminin ayak uydurabilmesi için.
gözlerin, parmakların, ellerin ve kalemin, nefes nefese arkalarından yetişmeye çalışarak… bazen apansız kendini, kafanı omzuna doğru yaslayıp kafanın içindekileri dinlerken yakalıyorsun.
gülüyorsun.
sonra ciddileşip tekrardan tercüme ediyorsun…
ve yazıyorsun durmadan.
kaçırmamak için beynin içinde bir kalaydaskop gibi dönen resimlerin, renklerin ve hayallerin bir tekini bile…
bir an soluklanmak için duruyorsun ve gayri ihtiyari dediğine, çizdiğine ve geriye şöyle bigöz atıyorsun.
bir de bakıyorsun ki, beynin içersinde yıldırım gibi akıp giden, asıl olan, orjinal olan, güzel olan bütün o resimlerin, renklerin, hayallerin tercümeleri bir enayileşmişler…
harflerin o komik, eciş bücüş, kargacık burgacık simgelerinden oluşan onca kelimede, onca cümlede matlaşmışlar… donuklaşmışlar… yanlış…
sanki onlar değiller (mi?)
oturmuyorlar bitürlü yerliyerlerine.
çünkü…
çünkü birden nerelerden geldiği hiç belli olmayan, kafanın ufuk çizgisinden kopup beyninin derinliklerine doğru dörtnala gelen bütün o rengarenk resimler, renk cümbüşleri, mitler…
kendi güzelliklerini, kendi ihtişamlarını, nedense bu “değişimde” koruyamadıkları için, mecburen kelimelerde ve cümlelerde ve yazıda hapsoldukları, tıkılıp kaldıkları için…
halbuki…
bu sefer bırakıyorsun tercüme işini, düzeltme işine girişiyorsun.
“yok” diyorsun… “burası çok ağır oldu. bu kelime de buraya hiç oturmadı. okuyan bunu…”
yani güzelleştirme.
almanlar “verschönern” diyorlar, ama bu bana güzelleştirmeden çok daha başka bir şey söylüyor gibi geliyor, yani olmayanı, hak etmeyeni, layık olmayanı (bu daha az) güzelleştirmek.
aslında kırmızıdan mora ve acı bir yeşile doğru bütün gri tonların mevcut, hazır bulundukları bulutsuz bir gökyüzünde asılıp kalmış, duran ve kendi etrafında bilinmeyen bir düzenle dönen her tarafı girik çıkık, hiçbir şeye benzetemediğin, fakat bilincinin derinliklerinde ne olduğunu pekala sezebildiğin bir hacmin yukarıdan, fakat aym zamanda aşağıdan, daha perspektif icat edilmeden önceki görüntüsüdür… bu gördüğün…
ama bir de bakmışın, sen bütün morları ve yeşilleri ve turuncu ve grileri sence daha bir anlaşılabilir bir maviye boyamışsın… ton ton…
bir iki bulut bile eklemişsin, (yok halbuki böyle bişey)
ve bir güvercin bembeyaz…
tarif edemediğin, ıska geçtiğin görüntünün yerine…
bu birden nerelerden geldiği hiç belli olmayan, kafamn ufuk çizgisinden kopup beyninin derinliklerine doğru dörtnala gelen resimlerle, renklerle, cümbüşlerle ve mitlerle ilgisi olmayan…
ama ancak “yazının” kavrayıp ihata edebileceği…
bir de tabii karşındakinin, okurun anlayabileceği…
işte bunu yapıyorsun,
ve geri gidiyorsun.
tercüme edemediğini, doğru dürüst “o” lisandan bu lisana çevirmediğini bal gibi biliyorsun,
ve başlıyorsun orasından burasından güzelleştirmeye,
kimin için?
okuyan için mi?
kendin için mi?
sen sahtekar mısın?
madem ki doğru dürüst tercüme edemiyorsun, o zaman bırak…
hiç olmazsa o rengarenk resimler, renk cümbüşleri, mitler
kendi güzelliklerinde, kendi ihtişamlarında, hiçbir zaman hiçbir dile çevrilmesi mümkün olmayan kendi ana dillerinde ve yerlerinde kalsınlar,
koynunda sakla onları.
onlar zaten senin, kimse elinden kapmıyor ki.
kimseye de “satmak” zorunda değilsin,
kimse için de “yazmak” zorunda değilsin.
******
okurken…
ah!..
eskiden gençliğin verdiği iştaha ile her şey yenilip yutulur, silinip süpürülürdü (misal…)
yani bazen üç gün üç gece göz kırpmadan okunurdu,
her şey.
her şey. ele ne geçerse…
demek ne mideymiş, ne bağırsakmış!
hemen öğütüp, hazmedip ve sindirip bir yenilerine göz dikerdi.
aç.
romanlara, şiirlere, denemelere, tiyatrolara, hikayelere, dergilere…
ele ne geçerse,
ne bulursa.
kim laf arasında iki basit kelime ile ne tavsiye etmişse,
ne görmüşse vitrinde kapağı hoş, enteresan,
ya da birisinin elinde okurken.
elli sene sonra bir de bakıyorsun ki bünyen değişmiş yavaş yavaş, sen farkında olmadan,
birçok şey hazmolmuş, kana karışmış, seninle beraber, senden bir parça, sen “o” sun, o da sen.
konuşurken… (konuşuyorsan eğer) yazarken… (eğer böyle tuhaf bir alışkanlığın varsa…)
daha doğrusu artık kimin kim olduğunu doğru dürüst hatırlamıyorsun bile.
zamanla da birçok şey sanki kazurat gibi dışlanmış, fırlatılmış, atılmış,
onu da hatırlamıyorsun…
bırak hatırlamayı, bir zamanlar böyle bir kitap okuduğunun bile farkında değilsin,
kitaplığının bir yerinde, sırtı sana dönük yabancı yabancı sana bakıyor,
bu arada artık yemek konusunda (!) daha bir seçici davrandığının farkına varıyorsun,
artık bir “gourmet” gibi hareket ediyorsun.
ve iki saat bir kitapçının neredeyse bütün raflarını darmaduman ettikten sonra güzel bir parça yakaladığından emin eve gelip önokuma ritüelini -terlik, yıkanma, ev elbisesi, içecek bir şey vs. vs- tamamlayıp rahat koltuğuna gömülüyorsun…
ayaklarını uzatıp veya nasıl rahat ediyorsan,
dudaklarında belli belirsiz bir mutluluk…
kendinle hoşnut.
kalbin tatlı bir heyecanla biraz daha çabuk atıyor…
adeta bir serüvene hazır.
ilk önce uzunca bir süre arka kapak ve kısa tafsilatları okuyorsun,
yazarın resmine bakıyorsun dikkatli dikkatli…
sonra kapak ve ilk sahife.
kim basmış, ne zaman basılmış, grafik, baskı, dizgi…
giriş…
ve gözlerinde bir iştaha…
artık dizginlenemeyen bir açlık değil bu…
şimdi artık dilin üzerinde yavaşça gezdirilecek, belki de sana yabancı birtakım baharatların hoş esrarengiz, tanımadığın tatları…
okumaktan çok…
michael ende’nin “sonsuz hikayesi” ndeki gibi hikayenin içine girmek,
hikayenin bir parçası olmak.
hikaye olmak.
ve kitabın sahifelerinden dışarı sana bakmak,
bana…
hemen, bir yudumda, bir solukta bitirebileceğin halde bir süre sonra kendini zorlayarak, daha doğrusu kendini zaptederek (!) işaret parmağını okuduğun sahifeye koyup kitabı kapatıyorsun…
bir müddet binyediyüzonaltı senesinin o solgun sonbaharında sokaklarda dolaşıyorsun, evlerde, odalarda…
bir müddet marcel’le annesinin arkasından bakıyorsun onlar konuşurken…
hatta lafa karışıyorsun, yazan farkına varmadan…
o muhteşem, o bitmesini istemediğin lezzetle başını arkaya yaslayıp gözlerin kapalı eriyip gitmek…
okumak…
yaşamak…