konumuz sınır…

23 Kasım 2016

spinoza mesela…

tanımlamak, sınırlamaktır demiş…

bir çiçeğin kırmızı olduğunu söylerken onu bütün öteki renklere karşı sınırlarız, demiş…

bi çiçeğin başka bi renk olmadığını söylediğimiz zaman da, olumsuzluyoruz; dolaysıyla sınırlıyoruz…

ve özetle ekilmiş: her varlık, bir sınırlılık’la belirlenmiştir…

mutlaka doğrudur…

zira karşı çıkmaya kalkışırsanız usta size bir ‘methiye’(!) bile düzebilir…

yakın zamanın ustalarından kant ise:

bilgiye bir sınır çeker ve bu sınırın ötesini hiç bilmediğimizi ve asla bilemeyeceğimizi söylermiş…

öyle diyor…

ve ona göre biz ancak ‘fenomen’leri bilebilir… ‘kendiliğinde şey’i ya da ‘numen’leri asla bilemeyip, bunlar sınır-kavram’lar olduğu ve bilgimiz bu sınırda durduğu için ötesine geçemezmişiz.

…dermiş kant usta…

haksız da değil…

zira noumenon’u beş duyumuzla tanımlamak gibi bir lüksümüz olmadığı halde; phenomenon’u (phainein=aydınlatmak ışımak) görmememiz mümkün değil…

bu sefer de bu laflara olimpos’un tepesinden hegel baba şimşekler yağdırmış…mış…:

“olur mu öyle şey?… ne kadar bilim dışı bir sav…” demiş..

“sınır’ın bilincine varmamız için, o sınırın ötesinde ne olduğunu bilmemiz gerekir bi kere…

bir çizginin bitimini bilmek demek, o çizginin ötesindeki boşluğu da bilmek demektir…

bir şeyi hiç bilmemek, o şeyin bilincinde olmamaktır.

bak bu güzel işte…

bir şeyi hiç bilmemek, o şeyin bilinmediğini de bilmemektir.”

bu daha güzel…

demek ki neymiş…

bilginin saltık bir sınırı yokmuş, çünkü olsaymış biz bu sınırı da bilemezmişiz.

eğer biz bu sınır’ı biliyorsaymışız sınırın ötesine geçmişmişiz demekmiş…

ya da bu sınır gerçek değildir ve yokturmuş.

yani…

aksini ispat edebilir misiniz?!…

zor biraz…

engels, sanki gölgesinde kalmış gibi anılsa da, ortağı kadar sıkı bir düşünürdür bence.

üstad demiş ki:

“evrenin tümüyle bilinmesi, sonsuzun sona ermesi olurdu…

bir tür sınır tanımlaması…

evren sonsuzdur, demek ki bilgisi de sonsuzdur.”

epimenides’in kulakları çınlasın… pek de benziyor…

“ayrıca, bilginin sınırı, metafiziğin ve idealizmin uydurduğu bilimdışı varsayımdır…

çünkü bilginin sınırı yoktur, çünkü konusunun sınırı yoktur…”

demiş ve son…

kendisi aslında iyi bir ruh hekimi olmasına rağmen karl jaspers bu konularda hayli iddialı şeyler söylemiş zamanında.

‘grenzsituationen’ demiş mesela…

yani sınır durumları…

sınır’a dayanmış durumlar…

sınır’da olan durumlar…

alışılmış metod, önlem ya da çarelerle üstesinden gelebilmenin son durağı olan durumlar…

ihtiyarlık, amansız hastalıklar, ölüm gibi…

bir de demiş ki bay jaspers:

“ ‘olmanın’ akamete uğramasında, yani bir şekilde sınıra yaklaşılmasında; ‘transandans’ a doğru bir kaçış kapısı daima vardır…” demiş…

açık…

doktor olarak da bunu en iyi onun bilmesi gerek…

bu transandans meselesini bir yerde akılda tutmak lazım…

geldik en büyük ustaya…

ludwig wittgenstein ve ‘logisch-philosphische abhandlung’a…

yani TRACTACUS…

wittgenstein yazdığı tek ve biricik kitabında sınırdan üç ya da dört yerde bahsediyor…

atladığım olabilir, kusura bakmayın…

fakat bu konuda önsözünde söylenecek olan her şeyi sanki söylemiş gibidir…

demiş ki usta:

“kitap (yani tractacus) düşünceye böylece bir sınır çizmek istiyor, ya da, daha çok – düşünmeye değil, düşüncelerin dilegetirilişine (1); çünkü düşünmeye bir sınır çizebilmek için, bu sınırın iki yanını da düşünebilmemiz gerekirdi (yani düşünülemez olanı düşünebilmemiz gerekirdi)”

demiş…

bir başka yerde de:

“dil’e bir sınır koyacağız… ve bu sınırın dışında olanlar ise düpedüz saçmadır…”

belki de sınır’la igili değil ama, son sözü de:

“eğer konuşulamayacak bir şey varsa, o konuda susmalı…”

bu son söz; düşünce, düşünme ve onu lakırdıya tercüme etme ile ilgili olduğu için;

bir yandan lakırdının kimi zaman (çoğu zaman!) ifade özürlü olduğunu, diğer yandan düşünce ve düşünmeye yetişme özürlü ve sınırlı olduğunu hissettiğim için buraya aldım…

kendiliğimden…

yoksa kötü bir maksadım yoktur…

–ağır felsefenin ve ciddiyetin sonu–

–ve ciddi olanın altına burada kalın bir çizgi çekiyorum–

sıra boş kovalarda

bazı şeylerde sınır yoktur…

mesela yalan’da, iftira’da, mesela çamur atma’da, dolandırıcılık’ta… hırsızlık’ta mesela…

bu gibi eylemlere süleymaniye’nin dört minaresi kadar kılıf uydurulur…

ve denilir ki:

hizmette sınır yoktur…

bunlar dışardadır…

bazı şeylerde sınır yoktur…

sınır tanımayan yazarlar mesela… mesela düşünürler, sınır tanımayan özgürlük sevdalıları ve şürekâsı… mesela…

ve onlar içerdedirler

aslında bunlar insanoğlunun; derin düşünceye inat, sınır diye bi şey tanımadıkları ve kolayca aşabilecekleri çok bi şeylerin olduğuna misal…

neyse…

bütün bu kocaman lakırdıların arasında neredeyse kaybolmadan…

sınır denince benim aklıma gelen şey beşinci sınıfta ibrahim beyin (nedense biz ona hocam demezdik) verdiği harita ödevlerini yaparken, envâi çeşit kuru boya renklerle boyanması gereken şehirleri, bölgeleri, memleketleri:

‘bir tire bir nokta… bir tire bir nokta… bir tire bir nokta…’

ile birbirlerinden ayırmaktı.

bunlar sınırdı…

hatta noktaları kucaklamaları için tirelerin sonlarına ve başlarına minik birer yarımaylar bile yapılırdı…

dekoratif olması için…

beşinci sınıfta faik sabri duran’ın o meşhur büyük atlasında ne kadar şehirler ve ne dolu yurtlar ve kıt’alar vardı

hepsi de bu minval üzerine birbirlerinden ayrılmışlardı.

bizim taraf… sizin taraf… (angajman?!)

kordelalar gibi kıvrım kıvrımdılar…

kimi tepelerin arasındaki vadiyi ikiye böler, kimisi bir akarsuyu takip eder, kimisi yüce dağlardan kıvrıla kıvrıla yeşil ovalara inerdi…

sanki bütün doğal engebelere bir uyum sağlamaya çalışır gibi…

bu tabii yalnızca ‘siyâsî’ – boyalı haritalar için geçerliydi…

ne de olsa insan buluşu…

fizikî olanlarda ise; yani sadece dağ tepe, orman, nehirleri gösteren haritalarda böyle sınırlar yoktu..

onlar sadece birbirlerinin içine geçmiş, kimin kime ait olduğu belli olmayan; açıktan koyu kahverengiye doğru yüce dağlar, yemyeşil ovalar ve mavi nehirlerin sınırsız haritalarıydı…

ancak bu her zaman böyle olmadı…

beyaz adam kara kıtaya ayak bastığında…

beyaz adam savaş kazanıp yer zapt ettiğinde…

beyaz adamın işine geldiğinde…

sınırlar cetvelle çizildi…

dümdüz…

artık dağ bayır dere tepe hak getire…

bir bakmışsın bir köyün dört evi bu tarafta geri kalan beş evi beri yanda kalmış…

bunlar da işte beyaz adamın sınırlarıdır…

sanırım görseydi, ludwig bile buna akıl erdiremezdi…

bir zamanlar mensubu olduğum bir cemiyete almanya diyarından misafirler gelmişti…

kendileri çok güzel ağırlandılar…

ve bir tanesi de yemekten sonra bir konuşma irad etti…

dedi ki:

“almanya’dan uçağa binip havalandıktan sonra üç saat boyunca çorak tepeler ve karlı dağlar, yemyeşil ya da sapsarı tarlalar, güneş ışığında yukarlara pırıltılar gönderen nehirler ve çok aşağılarda kalmış, oyuncak gibi minicik şehirler, köyler ve kasabaların üzerinden uçtuk. inanır mısınız dostlar bu üç saat içerisinde bu anlattıklarımı birbirlerinden ayıran tek bir çizgi bile görmedim”

güzel bir konuşmaydı…

bizim sabri duran’ın fiziki haritalarına benziyordu…

ayrıca bir ‘güzelleme’ yapmak için ya da kazara söylenmiş olsa bile cemiyetin mefkuresine de uyuyordu…

neyse…

aklıma gelen bir diğer şey ise ‘bir nokta bir çizgilerle’ alakası olmayan…

belki de olan…

neden derseniz galiba yukardaki üstadlardan birinin ya da bir kaçının bilgi ile bağdaştırmak istedikleri sonsuzluk savına oldukça sıcak bakıyorum…

yani bilgiden çok düşünme…

bazen bütün kural ve kaidelere, kanun ve nizama ve intizama nanik yaparak konmuş olan bütün bu uydurma, saçma, aptalca ve en çok ta oduncu baltası misali sınırları, o noktalar ve çizgilerin aralarındaki boşluklardan yararlanarak sıvışıp gitmek…

nereye…

öte tarafa…

fakat işte işin tam da bu noktasında;

üç ayağı sağlam alman, fransız, antik yunan ve ingiliz siciminle bağlı bir deveyle bir kırlangıç arasında seçim yapmak zorunda kalırsınız…

birisi; yalnızca sıkı sıkıya bağlanmış ipin serbestisiyle zar zor, kan ter içinde sürünerek kumda geride bıraktığı çizgiye kimi zaman esefle bakan…

ve ayak-bağlarına inat, ayak-bağlarına saygılı, ayak-bağlarınla mağrur…

bir yerlere bir sınıra ulaşmak isterken…

diğeri (tabii oldukça izâfî ve alegorik..) göklerde serapa hür ve serazat…

sürünmek yerine hayal-gücü küheylanına binip bize yutturmaya çalıştıkları sınır ötesi bilinmezliği keşfetmenin serüvenine adım atmak…  uçup gitmek…

devenin saygın bağlarınla bir kıyas yaparken tabii ki benim kırlangıcıma pekala ‘kuş-beyinli’ diyebilirsiniz…

o sizin bileceğiniz şey…

bu arada devenin ayak bağı konusunda mefisto’nun bir tiradını paylaşayım istedim sizlerle…

mefisto faust’u beklerken hevesli bir talebe müsveddesine şöyle seslenir: (2)

kimi günler öğretirler sizlere

bir hamlede yaptıklarınızı;

bir! ‘ki! üç! ne gerekliyse…

yemeyi içmeyi yaptığınız gibi…

aslında düşünce- fabrikası

usta bir dokuma tezgahı gibidir.

bir ayak ile binlerce iplik sallanır

ve mekik bir oraya bir buraya savrulur.

görünmez iplikler sanki,

akar giderler binlerce düğüm oluşur…

feylozof girer içeri ve size;

bunun böyle olması gerektiğini söyler,

birinci böyledir, ikinci ise şöyledir

ve onun’çin üç ve dört te öyledir.

ve eğer birinci ve ikinci böyle olmasalardı,

üç ve dördünce asla olamazlardı…

bunu talebe her yerde medh’edip över;

velakin dokumacı olamaz…

kim ki hayy olanı tanır ve tanımlar,

dener önce ruhu söküp atmayı,

bütün parçalar elindedir artık,

yalnızca işte ruhun eksiktir bağı.

ve işte böyle dostlar…

sınır ve o meşhur bilgi, bilme ve mantık/ve mantıksızlık ve akıl hepsi bu dizelerin bir yerlerinde…

hem akıl nedir ki:

bir omnipotent’in kendi kullanabileceği ihtiyaç fazlasından ayırıp, artakalanı sizlere lütfettiğini varsaydığınız ‘cüz’i’ bir sadakadır…

ve akıl; daha çok pötikare bir paltonun yan cebine elini sokup, işaret parmağını sanki cebinde bir tabanca varmış gibi size doğrultandır…

sizi tehdit edendir…

buna kanmayın…

işte belki de o zaman bir kırlangıç gibi bütün o noktalar ve çizgilerin aralarında kalan boşlukların sınırlarından sıyrılır uçar gidersiniz…

1- arıoba ‘ausdruck’u, dilegetiriliş olarak çevirmiş. bana ‘ifade’ sanki daha doğru gibi geldi.

2- yukardaki çevirilerde eğer bi yanlışlık yaptıysam affedin.