Tasavvuf düşüncesinde “aşkınlık” kavramının, insanın dünyevi benliğini aşarak ilâhî hakikate ulaşma çabasını kapsayan çok katmanlı bir kavram olduğu söylenebilir. Bu kavram, yalnızca Allah’ın “mutlak” ve “idrak ötesi” gibi niteliklerini değil, aynı zamanda insanın kendi beşerî sınırlarını aşarak ilâhi olana yönelmesini de ifade eder. Aşkınlık, hem ontolojik hem epistemolojik bir terimdir. Varlık bakımından Tanrı’nın mahlûkattan farklı oluşunu (tenzih), bilgi açısından ise insanın kendi sınırlı anlayışını aşarak Tanrı’yı deneyimlemesini ifade eder. Aşkınlık kavramı, İslâm metafiziğinin merkezinde yer alır ve sûfîler için tecrübe edilmesi gereken bir “hâl”dir. Aşkınlığın nihai hedefi, kişinin, benliğini yok ederek “Hakk’ta fânî” olmasıdır. Bu süreçte kişi, aklı ve duyularıyla sınırlı olan bilgi düzeyinden çıkarak, kalp (kalb; tekallüb eden, dönüşen) gözüyle idrake ve ilham ile “marifete” ulaşır. Bu süreçte aşk, marifet, tevhîd ve fenâ gibi temel kavramlar, aşkınlık deneyimin ana yapıtaşlarını oluşturur. Bu manevi yolculukta (seyr-u sülûk) kişi, dünyevi varlığını ve benlik iddiasını terk ederek “Allah’ın Zât’ında erir” ifadesi doğru bir ifadedir. Tasavvuf ehli, bu yolculuğu kelimelerle anlatılamayacak kadar derin bir içsel keşif olarak görür. Önde gelen bazı mutasavvıfların görüşlerine bakılarak, tasavvufta aşkınlık kavramına olan yaklaşımlar sezgi niteliğinde zevk edilebilir.
Muhyiddin İbn’ül Arabî (MS 1165-1240), tasavvufta aşkınlık kavramını en derinlemesine işleyen düşünürlerden biridir. Ona göre insan, görünen ve geçici olan benliğe (beşeri ben) sahip olmakla birlikte, aynı zamanda hakikatin aynasıdır. Ona göre Varlık, Zât-ı İlahi’nin tecellilerinden ibarettir. İbn’ül Arabî, el-Fütûhât el-Mekkiyye adlı eserinde şöyle der, “O, kendini bilmek istedi ve mahlûkatı yarattı. Onlar vasıtasıyla kendini tanıttı.” Bu ifadede aşkın olan Allah’ın, yaratılmış olanlar aracılığıyla tecelli ettiği fikri yer alır. Ancak bu tecelli, hiçbir zaman “Zât”ın kendisi değildir. Bu nedenle “O”na dair her bilgi sınırlı ve mecazidir. İbn’ül Arabî’nin “Vahdet-i Vücûd” (varlık birliği) anlayışı, aşkınlığı, içkinlikle birlikte düşünür. “O” her yerdedir ve hiçbir şeye indirgenemez. İbn’ül Arabi, aşkınlık kavramını kozmolojik ve psikolojik düzeyde de ele alır. Kozmolojik olarak Allah’ın zatı mutlak aşkındır; hiçbir şey O’na benzemez. Ancak ilahî sıfatlar âlemde tecelli eder. Psikolojik olarak ise, insanın kendi nefsini bilmesi, aşkın olanı tanımanın ilk adımıdır. İbn’ül Arabi, “Kendi nefsini bilen, Rabbini bilir” derken (el-Fütûhât el-Mekkiyye, c. 1, s. 153) yalnızca bir bilgi sürecini değil, benlik ötesi bir farkındalık halini kasteder. Bu farkındalık, kişinin beşerî “ene”sinden (benliğinden) soyutlanarak ilahî “ene”ye ulaşmasıdır. Onun ifadesiyle: “Sen O’sun fakat O sen değil. Çünkü sen, sen değilsin” (Füsûsü’l-Hikem, s. 88). Bu sözdeki paradoks, tasavvufun aşkınlık anlayışının özüdür. İbn’ül Arabî’nin “beşerî ben” kavramı, kişinin sınırlı, geçici ve nefse tâbi olan yönünü temsil ederken, “ilâhi ben” kavramı, Allah’ın insandaki sureti olan hakikat-i insâniyeye işaret eder. Ona göre kâmil insan, Allah’ın isim ve sıfatlarının yansımasıdır. “İnsan, Allah’ın sırlarının aynasıdır. O’nu arayan, kendini aşmalıdır. Çünkü Allah, benlik perdesinin ardındadır” (Fütûhâtü’l-Mekkiyye, c.2, s.346). İbn’ül Arabî’ye göre aşkınlık, bilgiyle değil, hâl ile gerçekleşir. Kişi sadece düşünerek değil, nefs mücadelesiyle, seyr-u sülûk ile bu makama ulaşabilir.
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’ye (MS 1207-1273) göre, insanı aşkınlığa ulaştıran en temel araç “aşk”tır. Ona göre aşk, sadece duygusal değil, varoluşsal bir kavramdır. Aşk, bu yolculuğun taşıyıcısıdır. İnsanı kendi benliğinin ötesine taşır. “Aşk, bizi yokluktan varlığa, varlıktan da Allah’a götüren bir yoldur,” der Mesnevi’sinde. “Aşkı olmayan kişi kanatsız kuş gibidir, göğe uçamaz” (Mesnevî, c. 1, beyit 22) diyen Mevlânâ, aşkı insanın ruhsal yükselişi için zaruri görür. Aşk, Mevlânâ için benliğin sınırlarının aşıldığı bir “dönüşüm” sürecidir. Ona göre benlik, bir perdedir, aşk ise o perdeyi yakan ateştir. Aşkınlık, bu yakılışla başlar. “Benlik iddiasından sıyrılmadıkça, O’na ulaşamazsın” der Mevlânâ. Yani aşk, yalnızca bir sevgi hali değil, bir yokluk halidir: “Hiçlik denizine dal da kurtul,” (Mesnevî, c. 6, beyit 2945) der. Mevlânâ’nın kullandığı mecazlar “mumun yanışı” ve “pervanenin kendini ateşe atması” aşkınlık deneyimini temsil eder. “Aşksız geçen ömür, hesapsız geçen zamandır. Aşk, gönlü arındırır. Benliği yakar, kül eder” (Mesnevi, I. cilt, beyit 23-25). Ve şöyle ekler Mevlânâ, “Aşka düşen bir kişi, artık kendi değildir. O, sevilen de olmuştur. Kendi iradesini yitirip, Sevgili’nin iradesine râm olmuştur” (Dîvân-ı Kebîr, Gazel 182).
Tasavvufta aşkınlık deneyiminin en uç ifadelerinden biri Hallâc-ı Mansûr’un (MS 858-922) “Enel Hak” (Ben Hakk’ım) ifadesinde görülür. Bu ifade, tasavvuf tarihinin en tartışmalı aşkınlık beyanıdır denilebilir. Bu ifade, ilk bakışta panteistik ve tehlikeli bir benlik iddiası gibi algılanmış olsa da, Hallâc’a göre burada “ben” kalmamıştır. Hallâc, bu ifadeyi kullanarak benliğini değil, yalnızca Hakk’ın tecellisini konuşmuştur. “Aşk beni öyle bir hâle getirdi ki, artık ben yokum, sadece O var” (Divan-ı Hallâc, s. 47) diyen Hallâc’a göre, insan gerçek benliğini ancak Allah’ta yok olarak bulur. Bu aşkınlık hali, benliğin mutlak inkârı ve ilâhî hakikatin tezahürü anlamına gelir. “Ben Hakk oldum çünkü benliğim kalmadı. Varlığım Hakk’ın varlığına karıştı. Kendi varlığım O’nunla yok oldu.” (Kitâbu’t-Tavâsîn, s.74). Onun bu yaklaşımı, aşkınlık fikrini varoluşsal bir yaklaşıma dönüştürür.
Cüneyd-i Bağdadî (MS 830-910), aşkınlığı tevhîd anlayışıyla bütünleştirir. Ona göre sûfî, ne varlıkla ne de yoklukla tanımlanır; çünkü o Hakk’ın varlığı içinde fânî olmuştur. “Sûfî, ne varlığa sahip olandır ne de yokluğa. O, Hak ile Hak için Hakk’a yönelendir” (el-Luma’, s. 172) sözüyle, aşkınlık halinin dünyevî her türlü kimlikten sıyrılmak olduğunu belirtir. Cüneyd’e göre aşkınlık bir bilgi değil, bir hâl meselesidir.
Abdülkerim el-Cîlî (MS 1365-1424) İbn Arabî’nin sistematiğini geliştirerek “İnsân-ı kâmil” modeli üzerinde durmuştur. Bu modelde insan, ilahî isimlerin tecellisiyle aşkınlık kazanır. “İnsân-ı kâmil, Hakk’ın aynasıdır; o aynada Hakk kendini temaşa eder” (el-İnsânü’l-Kâmil, s. 112). Bu söz, aşkınlığın yalnızca benliğin yok edilmesi değil, aynı zamanda ilahî olanın insanda görünür hale gelmesi olduğunu gösterir. Cîlî’ ye göre her insan bu potansiyele sahiptir ancak bu potansiyel sadece benlikten geçişle açığa çıkabilir.
Şeyh Galib’in (MS 1757-1799) “Hüsn-ü Aşk” adlı eseri, aşkınlığı sembolik bir anlatımla işler. “Aşk” hakikate ulaşma arzusunu, “Hüsn” ise ilahî güzelliği temsil eder. Şeyh Galib, “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen” derken insanın özü itibarıyla aşkın bir cevher taşıdığını anlatır (Hüsn ü Aşk, s. 78). Ancak bu cevher, ancak benlik iddiası terk edilerek ortaya çıkabilir. Bu da aşkınlığın hem içsel hem kozmik bir yönü olduğunu ortaya koyar.
İbn’ül Arabî’nin beşerî ve ilahî benlik ayrımı, Mevlânâ’nın aşk metafiziği, Hallâc’ın fedakârlığı, Cüneyd’in tevhidî aşkınlığı ve Cîlî’nin insan-ı kâmil anlayışı bu düşünceyi derinleştirir. Tasavvufî aşkınlık kavramı, genel olarak, benliğin yok edilmesi, hakikatin yaşanması ve ilahî olan ile birlik haline ulaşılması ifadeleri ile vurgulanmıştır.
Kaynakça
- İbn’ül Arabi, el-Fütûhât el-Mekkiyye, cilt 1, çev. Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2019.
- İbn’ül Arabi, Füsûsü’l-Hikem, çev. Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2011.
- Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, MEB Yayınları, İstanbul, 1995.
- Hallâc-ı Mansûr, Divan-ı Hallâc, Hüseyin Elmalı, İnsan Yayınları, İstanbul, 2013.
- Serrâc, el-Luma’, çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1996.
- Abdülkerim el-Cîlî, el-İnsânü’l-Kâmil, çev. Ahmet Ögke, İnsan Yayınları, İstanbul, 2010.
- Şeyh Galib, Hüsn ü Aşk, Abdülbaki Gölpınarlı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2007.